Evden
dışarı adımımı attım. Sokak mı aynı sokak değildi, yoksa ben mi bugün farklı
görüyordum? Yürüdüm alabildiğine, topuklu ayakkabım asfalta adeta meydan
okuyordu. Birdenbire topuğumdan ses geldi, “Eyvah! Kırdık topuğu” diyerek
eğildim ve ayakkabımın altında bir anahtar buldum. Bu anahtar, herhangi bir
anahtar gibi değildi. Onu elime aldığımda bana göz kırpıyor gibiydi sanki.
Komşumuz Fahrettin Amca da yolunu kaybetmiş gibi etrafa bakınıyordu.
“Fahrettin
Amca! Merhaba! Ne oldu? Kaybolmuş gibisin.”
“Sorma,
bu sokak, bizim her zaman geçtiğimiz sokak mı? Bugün bana o kadar farklı
geliyor ki…”
“Aynı
duyguyu ben de yaşadım. Kendimden şüphe ettim ama demek sen de aynı duyguyu
yaşamışsın. Üstelik şuna bak!” diyerek elimdeki anahtarı Fahrettin Amca’ya
gösterdim.
Tam bu
sırada sokak tabelasının hareket ettiğini fark ettik. Rüzgâr desen, rüzgâr
yoktu. Sallanması için bir sebep yoktu, tabii delirmediysek.
“Fahrettin
Amca, benim gördüğümü sen de görüyor musun?”
Fahrettin
amca heybetli, dışarıdan güçlü görünen iri yarı bir adamdı ama fazlasıyla
korkaktı. Yanından kedi geçse kediyi kovacağına kendisi kaçardı. Sokak
tabelasına tekrar bakmak için başımı çevirip sonra sağ yanımdaki Fahrettin Amca’ya
bakayım derken Fahrettin Amca’nın kaşla göz arasında ‘kaçmış’ olduğunu fark
ettim.
“Komik
adam, ne olacak…”
Hareket
eden sokak tabelasında sokağımızın adının değişmiş olduğunu fark edince merakla
tabelaya daha çok yaklaştım. Miyoptum, uzağı net göremiyordum neticede.
Handegül
olan sokağımızın yerinde yeller esiyordu, ‘Kalp’ yazıyordu.
“Sokağımız
Kalp Sokağı mı olmuştu yani?”
“Neyse,
bugün bu kadar atraksiyon yeterli” diyerek yürümeye devam ettim anahtarı da
elimde tutmaya devam ederek; üstelik bunu bilinçsizce yapıyordum.
Sokak
tabelası titreşime geçmiş telefon gibi hareket etmeye başlayınca “Ne oluyor ya?”
diyerek etrafıma bakındım. Sokak daha bir tenhalaşmıştı sanki.
Hızlıca
yürümeye devam ettim, topuklarımın sesi devinimli çağrılar uyandırıyor gibiydi
sabaha.
Olduğum
yerde durmak zorunda kaldım, çünkü tabela tam önüme düştü.
Korkup,
bir kapıya dayandım. Nefes nefese kalmıştım.
Kapı,
altından yapılmış gibiydi, kapı benden güzel duruyordu. Altın dişlerim olsa
kapının muhteşem görünümüyle yarışırdı, o derece…
Sağ
elimdeki anahtarın altın görünümlü kapıya uyum gösterdiğini fark ettim. Bu
anahtar neyin nesiydi?
Kim
atardı ki böyle bir anahtarı sokak ortasına? Anahtarı kalbim ağzımda kapıya
uzattım. Daha çevirmemiştim ki kalp atışı gibi bir ses duydum. Benim kalbim
miydi diye düşünürken kapıdan gelen ses olduğunu anladım ve kapı açıldı…
Adım
atmak için tereddüt edip sağ ayağımı uzatırken biri beni itti ve ayakkabımın
teki dışarıda kaldı Külkedisi misali tek ayakkabıyla kapıdan içeri girmiş
bulundum…
“Ne
oluyor yaa? Ayakkabım... Fahrettin Amca senin burada ne işin var, ne biçim bir
şaka bu?”
“Valla
kızım beni de buraya zorla getirdiler. Pencereden attılar beni içeri üstelik
yaşlı başlı adamım; kalbim var, tansiyonum var, olacak şey mi bu?”
“Kimse
yok mu? Ne yapmaya çalışıyorsunuz siz? Hey!”
Ayak
seslerinin olduğu yere döndüm ki; Hakan, Tamer, Tarık, Asiye, Funda, Nesibe
teyze, Kamil Amca… Daha adını sayamadığım birçok kişiyi; komşularımızı karşımda
gördüm.
“Sizin
ne işiniz var burada?”
Acaba
doğum günüm mü, bana sürpriz mi hazırlıyorlar diye düşündüm ki bizde böyle bir
komşuluk yoktu. Birbirimizi gördüğümüzde kuru bir selamlama ile karşılık verip
sözde ‘iş güç’ bahanesiyle sefil hayatlarımıza geri dönerdik. Hem zaten doğum
günüme daha yirmi beş gün vardı.
“Ben de
bilmiyorum Zuhal, buralarda bir şeyler dönüyor. Kimimizi kapıdan kimimizi
pencereden kimimizi bacadan içeri hapsederek birileri bize böyle bir şaka
yapmak istedi sanırım” dedi Hakan.
“İşime
geç kalıyorum!” diyerek elini yumruk yaptı her zamanki haliyle atarlı Funda.
Birkaç
kez tartışmıştık, sebebini unutup sadece kendisine mesafemi hatırlatmaktan geri
kalmadığım Funda’yla. Otobüste rastlaşır, yarım ağız bir merhaba ile başımızı
çevirirdik. İftar yemeğinde Nesibe Teyze’nin torunu Nurdan’ın evinde toplanmak
hatasını yapmıştım bundan beş sene önce, o sırada da iftar falan dinlemeden
birkaç laf sokmuştu, ben de karşılığını vermiştim; ilk ve son olarak
hatırladığım tartışma bu aramızda. Biz iftarda hoş beş ederek birbirlerine
gülücük dağıtıp sofrasını yemeğini komşuluğunu paylaşan nesil olmayı unutmuş
zavallılardık. Güven kalmamıştı, yemeğime zehir mi atardı, çocuğu çocuğumu mu
döverdi? Yürüdüğümüz kaldırımda ayak izi benim ayak izimi mi silerdi? Neden
uzaklaşmıştık, yeni yeni düşünüyordum şimdi…
Beni
içeri ittikleri kapıdan kendileri rahatlıkla giren ve elinde ayakkabımın
tekinin olduğu bir kadın ve iki metre boylarında kadının yanında koca bir dev
gibi duran bir adam; içeri girdiler…
“Bu
ayakkabı senindi sanırım?” diyerek kadın göz ucuyla bile bana bakmadan
ayakkabımı uzattı.
“Evet,
teşekkür ederim. Bizi buraya neden topladınız?”
“Sizi
buraya biz toplamadık, burası zaten bizim sokağımız; kalp sokağı… Kalbi
sevgiden geçen, eski komşulukların, eski ilişkilerin, eski dostlukların
yaşandığı bir sokak burası. Sizin buraya gelmenizi isteyen kalbinizdi…”
“Kızım,
beni pencereden içeri attınız. Kalbim var, tansiyonum var…”
“Biz
atmadık seni amca. Seni buraya iten; kalbindi.”
İki
metre boyundaki adamın elinde kalın bir albüm vardı. Sanırım daha önce
böylesini hiç görmedim.
Albümü
açıp hepimizin etrafında bir tur attı diyebilirim. Aralarında en kısa olan
bendim.
Bu
yüzden topuklu ayakkabılarım benim için çok değerliydi; sevgiden, dostluktan,
saygıdan, arkadaşlıktan ve aşktan da belki…
Ben,
benden bile değerliydim. Herkes gibi.
Özel bir
şirkette İnsan Kaynakları Uzmanıydım. Bir de İnsan Kaynakları Uzmanı! Altını
çizmek isterim; İnsan!
“Ne
gösteriyorsunuz? Ben göremiyorum ama…”
İki
metre boyundaki adam gülümseyerek –yanındaki kadından daha ılımlı yaklaşıyordu-
bana döndü ve albümü elime tutuşturdu.
Kalın
albümün içerisinde ben ve bizim sokaktaki herkes vardı, hepimiz bir arada
yemekte, gezide, bizim sokaktaki çay bahçesinde, birbirimize yatıya gittiğimiz
zamanki günlerde mutluluk pozlarımızı vermiştik!
“Nasıl
yani? Photoshop mu kullandınız? Ben hiçbir zaman böyle bir eylemde bulunmadım.
Ben Funda’nın evine kahve içmeye mi gitmişim; ne zaman?”
Funda da
şaşkınlıkla yanıma gelip fotoğrafları inceledi.
“Yok
artık! Ben seninle pijama partisi mi vermişim? Üstelik bunu selfie ile kutlamış
mıyım? Ha ha ha! Gülerim buna…”
Tamer de
yanımıza gelip albüme göz gezdirdi.
“Arkadaş,
pardon ama ben hiçbir zaman böyle yerlerde bulunmadım…”
İki
metre boyundaki kalp sokağının enteresan adamı albümü kapatıp köşeye çekildi.
Sanırım bu kez yanındaki kadın işi devralıyordu.
“Photoshop
değil bunlar. Kalbinizden geçenlerin yansıması sadece… Bendeki albümde de…”
diyerek o da bir başka albüm çıkardı; annelerimizin babalarımızın,
anneannelerimizin, babaannelerimizin, dedelerimizin; bizi bu yaşa getirip
büyüten o çınarların komşularıyla, sıkı dostlarıyla çekilmiş fotoğrafları
vardı. Dev ekran televizyonları yoktu fotoğrafta, telefonları da; fotoğraf
makinesiyle amatörce ve hiçbir rötuş yapılmadan çekilmişti ve hepsi gerçekti.
Gerçekten sarılıyor, gerçekten gülüyor, gerçekten samimiyet gösteriyorlardı.
Eski ev telefonumuz duruyordu annem babam ve komşularımızın olduğu içtenlik
fotoğrafında. O vakit emin olmuştum sahte fotoğraf olmadığına…
“Aaa!
Bizim telefonumuz! Siz bu fotoğrafları nereden buldunuz?”
“Sorun,
bizim bu fotoğrafları nasıl ve nereden bulduğumuz mu sadece?”
Kadın,
adamdan daha çetin cevizdi ve acımadan cevaplarını yerleştiriyordu.
Kamil
Amca iç çekerek “Canım anneannem… Bak ya! Hanım teyze ile çekmişlerdi bu
fotoğrafı evet; evimizde yemek bulunmadığı zamanlar Hanım teyze imdadımıza
yetişirdi, çalan bir kapımız; başımız derde girse canı gibi koşan komşularımız
vardı, o zamanlar gerçekten samimiyet ve insanlık vardı… Ne oldu bize böyle?”
Asiye
teyze gözyaşlarını silerek “Devir değişti Kamil Bey, şimdi komşumuza çocuğumuzu
emanet edemez olduk. Kapısını çalıp “Komşum, evde tuz bitmiş; sizden ödünç
alabilir miyim?” diyemez olduk. Komşumuzun kim olduğunu bilmeyi unuttuk ama biz
isim olarak tanıyoruz neyse ki birbirimizi.”
Funda
ile göz göze geldik.
“Funda,
neydi aramızdaki husumet Allah aşkına?”
“Bilmem.
Sen ne hatırlıyorsan ben de o kadarını hatırlıyorum. Ama bir şey söyleyeyim mi,
şu albümdeki hâlimiz bence çok güzel. Çok samimi. Keşke gerçekten böyle
olabilseymişiz…”
Gözlerim
doldu.
“Keşke…”
döküldü dilimden.
İki metre
boyundaki Kalp Sokağı’nın ılımlı dev adamı, kadının yanına yaklaştı.
İkisi
aynı anda ellerindeki albümün içerisindeki fotoğrafları içeri saçtılar. Bize ait
olmayıp aitmiş gibi görünenler buhar oldu, gerçek olanları sanki kalbimle yutup
özümseyip anahtarla kalbimden kaçmasın diye kilitledim gibi hissettim. Bir
tuhaf oldum.
“Şimdi
gidebilirsiniz”
“Nereye
peki?”
“Kalbiniz
nereye, ne şekilde ve hangi insani yönünüzle sizi sarmalayacaksa o yöne; o duyguya…”
Kapı
açıldı. Arkamızı dönüp baktığımızda birbirlerine sarılmışlardı. Güldüm.
“Aşırı
sevgi de bir yere kadar canım!”
“Bu
aşırı sevgi değil, sevginin iyi hali. Sevginin aşırısı olmaz; aşırı nefretin
yok ettiği iyi sevgi olur.”
“Bu
kadın da hep bana laf sokuyor yaaa…”
Funda
ile gülüşerek sokak tabelasına baktık. Kalp Sokağı, bizim sokağa çıkıyormuş
meğer.
“Bir
kahve içmeye ne dersin?”
“Olur,
ama pijama partisi de yapalım sonra.”
“Neden
olmasın? Patlatırız da bir selfie ” dedim ve kol kola girdik, kolunda bile
bitmiş tuzumun yerine ödünç tuz istesem “Buyur al” diyecek bir güven
hissetmiştim bir anda.
Topuklu
ayakkabılarımın altında parlayan anahtarı yuvarlayarak “Darısı başka
yabancılara…” dedim ve yürümeye devam ettik…
Dilara
AKSOY