Çocukluğumun geçtiği küçük ilçe daha ziyade bir köye benzemekteydi. Ancak köyün imkânlarından ziyade mahrumiyetlerine sahiptim. Tarlamız-bağımız-bahçemiz yoktu, hayvanlarımız yoktu, bağlılık-birlik-imece anlayışı yoktu ama köyden bir farkı da yoktu. O zamanlar internet yok, cep telefonu yok, normal telefon yok, siyah beyaz bir televizyon vardı ama kesinlikle çocuk eğlencesi değildi. Oyuncaklarım da yoktu. Böyle bir durumda çocuk etrafında ne varsa onu kendine oyuncak ediyor işte. Ağaçlar, bitkiler, kuşlar ve ben en çok çamurla oynamayı severdim. Çamurdan kendime oyuncaklar yapardım. Bir de babaannemin birkaç hindi ve tavuğu vardı. Benim büyüdüğüm yerde hindiye ‘cülü’ denirdi. Ben cülünün hindi olduğu çok zaman sonra öğrendim. Bir de bu hindi ve tavukları gözlemlemekle geçirirdim zamanı. Çoğumuz hayvanları aptal sanırız oysa hayvanlarında kendi aralarında bir iletişim dili vardır. Çocuk aklımla bu hayvanların çıkardıkları her sesin kendi aralarında bir anlamı olduğunu öğrenmiştim. Mesela ‘coo cii cii cii cak cak cak’ sesi kaybolmuş bir hindinin sesidir. Yüksek seslerde bunu tekrarlar ta ki kabilesini bulana kadar. Sonra akşam alacakaranlığında ve karanlıkta hindi ve tavukların görmediğini öğrenmiştim. Bunlar bir çocuk için oldukça ilginç şeylerdi. Şimdiki çocuklar neredeyse hiçbir şeye şaşırmıyorlar. Televizyon, internet önlerinde olduğundan her şey gözlerinin önünde duruyor. Ama sanal bir izlenceden deneyimliyorlar tüm olanları. Ben bizzat kendi gözlerimle şahit olurdum yani araya kamera ya da bir ekran olmaksızın. Bence bu tür edinim daha değerli ve daha gerçekçi.


Rüzgarın esmesi, yağmurun karın yağması, ağaçların yeşermesi ve yaprak dökmesi ve dahi tüm tabiat olayları izlediğim ve izlemekten hoşlandığım çizgi filmler gibiydi. İlkokula başladığımda eğlenmek için okul kitaplarımdan başka alternatifim yoktu örneğin. Belki de bu yüzden çalışkan bir öğrenci olarak tanıdılar beni. Başka bir seçeneğim olsa belki de o seçeneğe yönelecektim.


Yazları toprak evimizin çardağında otururduk ailecek. Yüzlük sarı ampülün ışığına birçok kanatlı böcek gelirdi. Toprak evin hasırdan örülmüş tavanının arasında kertenkeleler yaşardı. Bu gecelerde hasırların arasından çıkar ve ampülün ışığına gelen böcekleri avlarlardı. Bu izlemeyi sevdiğim en eğlenceli izlencelerden birisiydi. Sanki belgesel izler gibi izlerdik olanları. Kertenkele hasırın altından yavaşça çıkar, bekler bekler bekler ve bir adım daha atar sonra bekler bekler bekler ta ki kendini unutturana kadar. Ardından ani bir hareketle dilini uzatır ve böceği avlar. Çok heyecanlıydı benim için. Hatta bazı zamanlar bu ani hareketi yaparken yere düşerlerdi. Koşa koşa başına giderdim. Ama canlılara saygı öğretilmişti bize. Kesinlikle zarar veremezdik. Babaannem o da bir can taşıyor derdi her zaman. Bir böceğe, bir kertenkeleye, bir kurbağaya zarar vermek kesinlikle çok büyük bir suçtu ve cezalandırılırdı. O sırada kertenkelelerin korku anında kurtulmak için kuyruklarını bıraktıklarını da öğrenmiştim. Önce zarar verdim sandım. Meğerse kuyruklarını bırakıp kaçıyorlarmış. Ayrıca bırakılan kuyruk devamlı hareket ederek sanırım dikkat çekmekte ve bu sırada kertenkeleye kaçmak için zaman kazandırmaktaydı. Bu kertenkelelerinde kendi aralarında bir iletişim şekli vardı elbette. Uzun süre bekleyen kertenkele ‘cık cık cık’ diye bir ses çıkarırdı. Lisan sadece insanda var sanırız oysa. Hatta bir ara bir inşaat esnasında kertenkele yumurtaları bulmuştum. Küçük küçük mercimek tanesinden bir büyük beyaz yumurtalar. Çok enteresandı. Çok şaşırmıştım. Bazen de çardakta ailecek otururken yolunu şaşırmış kurbağalar gelirlerdi çardağa. Belki de yollarını şaşırmamışlardı ışığa ve böceklere geliyorlardı.


Yeterince bakarsanız her şeyi görürsünüz. Bunu o yıllarda çok net öğrenmiştim. Bir gece yıldızları izlerken karşı komşunun duvarının üzerinde bir gelincik görmüştüm. İnce ve uzun vücudu ile uzun kuyruğu ile ben ona o da bana bakıyordu. Babaannemden duyduğum kadarıyla mahalledeki kümeslere dadanmış. Burnunun geçtiği her delikten geçiyormuş ve tavukların kanlarını içiyormuş. Bu hayvan geceleyin avlanıyormuş. Bu hayvanı gördükten birkaç gün sonra bizim kümese de girdi ve birçok tavuğu telef etti. Neden gece avlandığını anlamıştım. Gündüz gözüyle gelseydi tavuklar vaveyla ile bağırır kendilerini savunurlardı. Horozun gagası hiçte zararsız değildi. Ama geceleyin tavukların kör ve savunmasız olduklarını bildiğinden geceleyin avlanmayı tercih ediyordu. Tabiat ne kadar şaşırtıcı bilgilerle doluydu.


Çocukluğum bu doğallıkta geçti diyebilirim. Tavukların üremek için yumurtaların üzerine yattığını da gördüm, yumurtadan çıkan ilk civcivi de, içgüdüsel olarak annenin civcivlerini canı pahasına koruduğunu da gördüm, gerektiğinde aç susuz yumurtaların üzerinde beklediğini de. Yaşam canlılardan biraz bedel istiyor bir şeyler vermek için.


( Bir Varmış Bir Yokmuş başlıklı yazı MESUT ÇİFTCİ tarafından 25.06.2019 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.