Makale / Araştırma

Eklenme Tarihi : 13.06.2019
Okunma Sayısı : 1085
Yorum Sayısı : 1

M. NİHAT MALKOÇ


            Bu Ülke'nin hakkı teslim edilmemiş ve tam anlamıyla anlaşılamamış aydınlarındandır Cemil Meriç… O, yaygın olarak Cemil Meriç olarak bilinse de isminin önünde bir de "Hüseyin" vardır.  Meriç kuru sloganların değil, hakikatin adamıdır. Sağın ve solun zaaflarını ve sığlıklarını ortaya çıkararak, arkasına bakmadan eleştiren bu kıymetli fikir adamı, yaşadığı süre içerisinde görmezlikten gelinmiştir hep... Zira onun eleştirilerini ve harbi düşüncelerini hiçbir kesim taşıyamamıştır. Çünkü o, zamana ve zemine bakmadan yaşadığımız asrın tahlilini yapmıştır. Yeri gelmiş övmüş, yeri gelmiş yerden yere vurmuş bu çağın soylularını…

 

            Cemil Meriç, sanki okumak ve düşünmek için gelmiştir dünyaya. Onun kitaplardan uzak bir anı olmamıştır. Doğunun ve Batının, klasik olarak tabir edebileceğimiz temel eserlerini okumuş, karşılaştırmış, iç dünyasında muhakeme etmiştir. Onun günleri kütüphane köşelerinde geçmiştir. En büyük sermayesi gözleri olan bu büyük mütefekkirimiz ne acıdır ki otuz sekiz yaşındayken gözlerini kaybetmiştir. Okuma aşkıyla dolup taşan böyle bir insanın kör olması tek kelimeyle felaketti. Artık kendi başına okuyamayacaktı. Çok sevdiği kitaplarla arasına ikinci şahıslar girecekti. Nitekim öyle de oldu. Görme yetisini kaybettikten sonra kızı Ümit Meriç ona yardımcı oldu her zaman. Babasının istediği kitapları ona okudu. Gözlerini yitirdikten sonra büyük bir boşluğun içine düştü Cemil Meriç… Bu ağır yükü taşımakta çok zorlandı. Bunalımın eşiğinden döndü. Yine her zamanki gibi çıkış noktasını kitaplarda buldu.

 

            Cemil Meriç, gözlerini kaybetse de ölünceye dek idrakini ve tefekkür kudretini kaybetmemiştir. O talihsiz vakadan sonra kızı Ümit Meriç onun gören gözü, tutan eli olmuştur. Kendisini okuyanlar, sevenler ve takip edenler bilirler ki o, asıl eserlerini âmâ olduktan sonra vermiştir. Eğer Ümit Hanım gibi hayırlı bir evladı olmasaydı kütüphanelerimiz o muhteşem Cemil Meriç külliyatından mahrum kalacaktı. Sırf bu nedenle bu ülkenin aydın insanları Ümit Meriç’e vefa ve şükran borçludur. Gecesini gündüzünü babasına ayıran, onun düşüncelerini yazıya geçiren, gerektiğinde tashih eden, hayatta tutunacak hiçbir dalı kalmamışken tek tutar dalı olan, adeta onun için yaşayan, bu yüzden de babası vefat etmeden evlenmeyen bu hayırlı evladı bizler de şükranla anıyoruz. Kendisine Allah’tan uzun ömür diliyoruz. Bu güzel insan, bugün sosyoloji ilmine çok büyük katkılarda bulunmuş, bu alanda profesörlük mertebesine yükselmiştir. Fakat inançlarından asla taviz vermemiştir. Attığı her adımda büyük mütefekkir Cemil Meriç’in kızı olduğunu aklından çıkarmamıştır.

 

            Türk felsefe ve fikir hayatının köşe taşlarının en mühimlerinden saydığım Meriç, gururlu, onurlu ve minnetsiz bir insandı. O kendi iç dünyasında, şahsî ifadesiyle fildişi kulede, yaşamayı tercih etti. Buna mecburdu belki de… Zira onun kalem oynattığı zamanlarda fikir ahlâkı ve namusu büyük ölçüde rafa kaldırılmıştı. Oysa o, fikrin çilesini çeken, doğruları eğilip bükülmeden terennüm eden bir düşünce sevdalısıydı. Okumaktan, yazmaktan ve fikir üretmekten büyük haz alan ve bunları anasır-ı erbaa derecesinde vazgeçilmez gören Üstad Meriç, yaşamanın manasını bunlarda görmüş, bu yönde geleceğe yürümüştür. Kör olduktan sonra iç dünyası daha da zenginleşmiş, yoğunlaşmıştır. Dış dünyanın aldatıcı, göz boyayıcı, idraki sınırlayıcı kabalıklarını görmeyince iç dünyasına daha çok eğilir olmuştur. Basiret ve feraset aynasını ruh dünyasına tutunca hakikatlere vakıf olması daha da kolaylaşmıştır.

 

            Cemil Meriç, Türk düşünce hayatına çok şeyler katmıştır. Her şeyden evvel tek taraflı düşünmeyi, Doğunun kıymet hükümlerini derinlemesine irdelemeden mutlak kabul etmeyi, Batıyı gözü kapalı bir şekilde reddetmeyi meziyet sayanların karşısında sağlam bir duvar gibi durmuştur. Ona göre Doğu da, Batı da mutlak doğruların dayanağı değildir. Bu iki dünyayı iyi okumak, analiz ve senteze tabi tutmak lazımdır. Hadiselere sadece milliyet ve din penceresinden baktığımızda kanaatlerimiz mutlak doğrulardan uzaklaştıkça uzaklaşır. İlahî hakikatler ve Kur’anî hükümler dışında her şey sorgulanabilir, sorgulanmalıdır. Düşünce heybemizde ne varsa abur cubur zihnimize yedirmemeliyiz. Sorgulamadan yargılamamalıyız.

 

Cemil Meriç başarılı bir mütefekkir olmasının yanında çok usta bir çevirmendir. O, bizlere Batı ve Hint düşüncesinin ufuklarını ardına kadar açmıştır. Ömrünün çok mühim bir kısmını Batı’yı anlamak için geçirmiştir. Bazılarının içlerinden “Batıyı anlamak için o kadar zaman harcamaya ne gerek var. Batı kendini cam fanus içinde muhafaza eden, kendi dışında hiçbir değere ciddi gözle bakmayan yalancı bir dünyadır” dediğini duyar gibiyim. Oysa Batının kendisini algılayışı ne kadar sakatsa bizim Batıya bu dar çerçeveden bakışımız da o derece tutarsız ve sakattır. Onun içindir ki ne onlar bizi anlayabiliyor, ne biz onları anlayabiliyoruz. Körün fili tarif etmesi misali neresine tutuyorsak fili ondan ibaret bir varlık olarak algılıyoruz. Demek ki doğru anlamak için önyargısız olarak yola çıkmak gerekir.

 

            Batıyı anlamak için bu farklı dünyayı öz kaynaklarından okumak lazımdır. Bunun için de İngilizce veya Fransızca bilmek gerekir. Cemil Meriç, Fransızcayı, çeviriler yapacak kadar bilirdi. Fransız kültürünü, edebiyatını ve felsefesini çok iyi bilen Meriç, belli aşamalardan geçtikten sonra Doğu felsefesine de vakıf olmuştur. Onun İbni Haldun’u tanıması ve anlaması Doğuya ait kanaatlerinde köklü değişikliklerin oluşmasını beraberinde getirmiştir. Zamanı ve mekânı aşan düşünceleri İbni Haldun’un satır aralarında bulan ve bunları Batı felsefesinin ana nüveleriyle sentezleyip harmanlayan Cemil Meriç, yepyeni ufuklar açmıştır düşünce dünyamıza. Tarih felsefesi alanında birikimlerini bu büyük Doğu mütefekkirine borçlu olan Meriç, her kaynaktan beslenmiş ve emsalsiz sentezler oluşturmuştur.

 

Düşünce dünyamıza bir güneş gibi doğan Meriç’in muhafazakâr kesimden geniş bir okur kitlesi vardı. Bunun dışındaki kitleler ona hep mesafeli durmayı tercih etmiştir. O, tabir caizse bir mektepti. Bu mektepte okuyan ve aydın diplomasını alanlar hayata çok daha geniş çerçeveden bakabilen insanlar oluvermişlerdir. Onlarda fikrî ve amelî taassubun zerresini göremezsiniz. Düşüncelerinde açıklığı ve dürüstçe nazar etmeyi esas alan bu fikir kutbunun okuyucu kitlesi geniş olsa da ahbap kitlesi o derece geniş değildi. Zira onun düşünce ahlâkına vakıf olanlar, açık sözlülüğünü ve eleştiride sınır tanımadığını çok iyi bilirlerdi. Bu yüzden siyasetten de uzak kalmıştır. Çünkü siyasette birilerinin adamı olma, işlerin yürümesi için gerektiğinde yalan söyleme, eğilip bükülme mubah sayılmaktadır. Onun meşrebi bunları kaldıracak genişlikte değildir. Onda insanî perestişin en küçük emarelerini bile göremezsiniz. O getirisi, götürüsü ne olursa olsun daima doğru bildiği yolda gitmeyi yeğlemiştir. Hiçbir dönemde zamana uymamıştır. Bu konuda şöyle der: “Düşünce adamı bir zümrenin emir kulu değildir. Hiçbir merkezden talimat almaz. Bir partiye bağlı olmayabilir. Ama tarihe angajedir. Yani vatandaş olarak vazifeleri vardır: Belli savaşları kabul etmesi, belli tehlikeleri göze alması lazımdır. Bir devrin şuuru olmak zorundadır o. Başlıca vazifesi: Bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak, kalabalığa doğruyu göstermek…”

 

Cemil Meriç’in düşünce ve felsefe dünyasını izah ederken onu nereye koyacağımızı şaşırırız. Bir zamanlar, hatta bu zamanlar bile, sağ sol diye insanları iki ayrı mutlak sınıfın içine dâhil edenler Cemil Meriç’i de bu sınıflara sokmaya çalışmış fakat hangisine girmesi gerektiğine bir türlü karar verememişlerdir. Çünkü bazı söylemleriyle ‘sağ’ diye adı koyulmuş sınıfa çatmış, bazı söylemlerinde de ‘sol’un manifestolarını yırtıp parçalamıştır. Fakat gün gelmiş solun insan merkezli dünya tasavvurunu sahiplenmiş, gün gelmiş, inanan kesimlerin manevî kıymetlere mutlak sadakatleri karşısında takdirlerini dile getirmiştir. Nasıl düşünürse düşünsün, hangi cenahtan olursa olsun fertlerin keskin çizgilerle ‘sağ’ ve ‘sol’ diye vasıflandırılmalarını tasvip etmemiştir. Bununla ilgili olarak söyledikleri manidardır:

 

“Sol-sağ... Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit… Toplum yapımızla herhangi bir ilgisi olmayan iki yabancı… Sol’un halk vicdanında yarattığı tedailer: casusluk, darağaçları, Moskova; Sağ’ın, müphem, sevimsiz, sinsi bir iki hayal… Hıristiyan Avrupa’nın bu habis kelimelerinden bize ne? Bu maskeli haydutları hafızalarımızdan kovmak ve kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak her namuslu yazarın vicdan borcu…”

 

Bundan yirmi yıl evvel(13 Haziran 1987’de) aramızdan ayrılan, Karacaahmet mezarlığında ebedî istirahatgâhına çekilen, ardında onlarca eser bırakan Cemil Meriç; bu toprağın fikir sigortasıdır. Fikir namusunun ne kadar mühim bir değer olduğunu, düşüncelere saygı ölçüleriyle geniş bir perspektiften bakmanın algılamayı kolaylaştırdığını bizler ondan öğrendik. Bu ülkede sağı, solu ve gerçek yolu anlamak isteyenlerin Cemil Meriç’in rahle-i tedrisatından geçmeleri şarttır. Çünkü o, bu iğreti kesimlere bakılması gereken noktadan bakmış, kendini bunların öte yanında bir münzevi olarak saymıştır. Bu ülkenin aydınlarının, aydın adaylarının, vatanseverliği ve sağduyuyu ana eksen kabul edenlerin onun eserlerinden soluklanması şarttır. Bu Ülke’yi, Jurnal’i, Mağaradakiler’i okumayanın aydın diye vitrinlerde boy göstermesi, tafra satması aldanış ve sığlıktan başka bir şey değildir.

 

İnsanların fikir taassubuyla hareket ettiğini, az düşünüp çok konuştuğunu, fikirlerin çilesinin çekilmediğini, basiret fukaralığının had safhaya ulaştığını gören Cemil Meriç, yaşadığı toplumdan gittikçe uzaklaşmış, hiç tasvip etmediği halde fildişi kulesine kapanmıştır. Bu çok arzu duyarak yaptığı bir eylem değildir. Vasat idraklerin üstün idrak, üstün idraklerin vasat olarak algılandığı bir cemiyette kuru kuruya çene çalmaktansa namusla bir kenara çekilmek, onun yaygın tabiriyle fildişi kuleye kapanmak daha tutarlı bir davranıştır. O, fildişi kulesinde boş durmamış, cemiyetin irfanı ve ihyası için düşünce çarkını işletmiştir. Onun toplumla mesafeli oluşu fikir dünyasının onlardan kopuk olduğu anlamına gelmez hiçbir zaman... O, daima Türk milletinin tefekkür ve anlama merakını diri tutmanın mücadelesini vermiştir. Şayet o merak sönerse beyindeki esaret zincirleri daha da güçlü bir hâl alır.

 

Toplumdan soyutlanma, yalnızlık ve kenarda duruş Meriç’in kişisel tercihiydi. Fakat onun bu noktaya gelişinin biriken sebepleri inkâr edilemez şüphesiz... Gerçi şairlerin, yazarların ve mütefekkirlerin yalnızlığı, verimliliğini de beraberinde getirir. Şuurlu bir okuyucu için bu bir kazançtır kanaatimce. Lakin işi küsme noktasına getirince ve topyekûn köprüleri atınca fikir akışı sekteye uğrar. Demek ki bunun da ölçüsünü iyi koymak gerekir. Doğunun dağınıklığı ve Batının inkırazı üzerinde isabetli teşhislerde bulunan ve çözüm önerileri getiren Cemil Meriç’i fildişi kulesine mahkûm eden zamanın aydın(cık)ları, bunu iyi niyetle yapmadılar. Fakat onların şer niyetle yaptıklarından hayır doğdu neticede…

 

Cemil Meriç’i düşünce dünyasında bir yere koyamayan insanlar böyle bir durum karşısında hayal kırıklıklarını saklayabilmiş değiller. Muhafazakârı, da, marksisti de, ateisti de, hümanisti de, modernisti de, liberali de, geleneğe tutunanı da ondan okkalı şamar yemiştir. Şamarı yiyen ondan uzak durmuş, şamarın nedenini düşünmeden nefret oklarını yanından eksik etmemiştir. Oysa onu anlamaya, reddin sebeplerini kavramaya çalışsalardı hiçbiri bataklıklarda debelenerek zaman kaybetmezdi. Meriç’i arafta yolunu şaşıran bir yolcu olarak göstermek isteyenler olmuşsa da bu onun hayatıyla ve eserlerinde işlediği dünya görüşüyle uyumlu bir tez değildir. O, yolunu bulmuş bulmasına, fakat uzun ve tali yollarla dolu yolculuğunda düşüncesini ve kanaatlerini zenginleştirmenin,  somutlaştırmanın, delillendirmenin gayretini diri tutmuştur. Fikirlerini ince eleklerden geçirerek adeta süzmüştür. Kalan artıkları öze bulaştırmadan derhal bertaraf etmiştir. Onun sırça sarayları her zaman kütüphaneler ve kitapların gizli dünyası olmuştur.

 

Cemil Meriç’i anlamak için yapılması gereken en kestirme ve en doğru iş onun kitaplarında uzun ve meşakkatli bir yolculuğa çıkmaktır. Meşakkatli diyorum, çünkü onun eserlerini bir roman gibi okursanız satır aralarındaki düşünce rezervlerini fark edemezsiniz. Onun sadık müritleri(okuyucuları), hocalarından aldıkları ilhamı büyük bir özenle ipeklere sararak kitlelerin idrakine sunarlar. Belki bekledikleri çoğunluğa erişemezler ama ulaştıkları bir kişi de olsa bu zaman içerisinde halka halka genişleyerek toplumun hafızası olma yolunda ilerler. Onun satır aralarına gömdüğü altın hükmündeki fikirler uyanık ve kadirşinas okuyucuların dikkatlerinden kaçmayacaktır. Bu düşünce şövalyesi, çağın idrakine giydirilen deli gömleklerini üzerinden atmış, okuyucularını da bu konuda uyanık olmaya çağırmıştır. İyi ki Cemil Meriç gibi bir fikir abidemiz var. O varsa hezeyanlar vız gelir bize…

( Muhteşem Bir Mâziyi Muhteşem Bir İstikbâle Bağlayan Köprü: Cemil Meriç başlıklı yazı M.Nihat Malkoç tarafından 13.06.2019 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.