-
Sen, dedi ‘gördüğüm en mükemmel adamsın.’
-
O kadar değilim. dedim utanarak. Gök
üzerime devrildi sanki, yer yarıldı içine düştüm.
-
Az bile
söyledim mükemmelden de ötesin. Yağmur olup beni sırılsıklam etmek
niyetindeydi oysa bir damla bile fazlaydı şu çöle dönmüş kavrum kavrum
kavrulmuş cana.
İtiraz babında:
-
Düz
biriyim ve bundan fazlası değilim. Bir gram bile, bir santim… diyebildim.
-
Ne
gördüğümü iyi biliyorum. dedi.
Göremeyenler kendi kalp körlüğüne baksın. Bulut var diye güneşi yok sayamayız
değil mi?
O böyle konuşunca nutkum tutuldu.
Alışık değildim böylesi sözlere.
Bizler kendi yolunda ağır aksak ama düz
biçimde yürüyen abdallarıydık vaktin. Hicaz’a hacca giden karıncaydık, fillere
taş atan ebabildik, yangına gagasıyla su döken güvercindik. İstikametimiz
belliydi, tavrımız ve tarafımız… Başka da yoktu ikbalimiz. Fani dünyanın
koltuğuna göz dikmemiş, zenginliğine köle olmamıştık. Herhangi bir aciz kulun ucuz
pulu da olmamıştık.
-
Sus!
dedi parmağını dudağına götürerek. “Sana
senin bile laf söyleme hakkın yok.” Beni böylesine sahiplenen birisiyle ilk
defa karşılaşıyordum. Ona bahaneler sunmak istiyordum. Ama öyle şeyler
söylüyordu ki olduğum yerde kalakalıyordum. Tam ağzımı açtım ve bir şey
söylemek istedim… O, söze bir girdi beni kalp evimden bir kez daha vurdu.
-
Leyla
nasıl kara kuru bir kızsa ve Mecnun’a ölümsüz bir aşksa sende bana öylesin be
adam! Öleyim dedim içimden, öleyim de bu hazzın, bu ruh okşanmasının üstüne
başka bir şey konmasın istedim. Mutlu öleyim istedim. İçim rahat öleyim, güzel
öleyim.
-
İşte ben
de Leyla gibi kuru kara biriyim. dedim.
-
Öyle ol
be adam, sana aşkla bakan göz var. Karalığın bu cana aydınlıktır, yaşamdır
bahşedilmiş, bahardır erilmiş.
O böyle konuşmaya devam ettikçe içim bir
okyanus gibi kabarıyor gözlerimin kıyısına vuruyordu hüzün dalgaları. Hiç
sevilmemiştim çünkü. Hiç övülmemiştim bu denli. Onun iltifatlarına cevap vermek
istedim son bir cesaretle.
-
Yürekçe
diye bir dil var kadın. dedim “bilir
misin sahi?”
-
Yürekçem
iyidir. dedi zeki zeki.
-
Geceleri
kanamaya başlar ve sana yazılan her kelimeye mürekkep olur. Yürekçe diye bir dil var, konuşabilir misin
bu dili? diye tekrar sordum.
-
Dilimiz
bir, yüreğimiz... dedi.
-
Gözyaşları
içe akar burada, hüzün eksik olmaz bir rüzgâr gibi eser durur başımızın
üstünde. Üşütür hasta eder adamı. Hangi ülkenin dilidir bu diye sorarsan eğer
sen şehrinin, ben mahallesinin, biz sokağının dilidir derim. Bana bir
şeyler oluyordu ben bunu kontrol edemiyordum. Ona bülbül kesilmeye başladım
birden. Bu ben miydim, başkası mıydı yoksa?
Etimi çimdikledim, kemiği kırdım. Yaşıyor
muyum diye, gerçek miyim diye. Susmak bu dünyada en çok bana yakışırdı buna
inanırdım. En güzel susan adamdım kendimce. Oysa dert başkaydı şimdi. Yüreğim ayrı bir âlemdeydi. Benim için değil
de başka biri için atıyordu sanki.
Geçer diye umdum. Oysa artıyordu ve ben korkuyordum.
-
İçindeki
devi uyandırdım bak! Nasıl cümleler kurmaya başladın be adam! dedi gülerek.
O böyle deyince kendime geldim ‘Ne oluyor bana?’ dedim şakın şaşkın.
Bir sara nöbetine tutulmuş gibiydi titriyor köpükten kelimeler çıkıyordu
ağzımdan boğuk boğuk. 24 saat ona susan ben, 24 saat konuşmak istiyordum onunla.
Bir kapalı bir güneşli havaydım. Anım anıma uymuyordu. Ve susma hakkımı
kullanıyordum çünkü onu en güzel hayal ettiğim an sustuğum andı. Kulağımda tatlı bir melodi gibi onun sesi
yankılanıyordu: ‘Sen, gördüğüm en
mükemmel adamsın.’ diye.