Maviden bozma bir kasnağım var

Belki hicvine yenik düştüğüm

Tutarsız bir ruhum.

Zemheriden çaldığım soğuğun da

Tutsağı kelamın aşkla sınandığı bir rota

Düşmeden henüz göğsümden son zerre

Tutunduğum kadar tutkulu bir mizansen

Şehrin kaygılarına eşlik eden hazan benzeri bir talan

Mevsimin bahar olma telaşı.

 

Dilediğim mavi’yi bahşedecek mi Tanrı ve yakamoz düşlerimde hep mi saklı olacak gizem?

 

Düşsel bir yolculuğun tıpasını kaybettim kaybedeli boyutsuzluğun rahlesine oturdu güncem.

 

Minvalinde öykündüğüm bir şiirin ve şirin bir tezahürat iken yüklendiğim…

 

Öfkesi olmayan hayallerin de tek tanığı iken…

 

Kutsalın rahlesi; aşkın da kozası ve zamanlar aşan tüneyen kuşun yalnızlığına eşlik eden yangını göğün.

 

Minvalinde bir g/örüntü aslında şafağın sancılı bekleyişine tanıklık eden zaman ve evren bileşkesi, aşkın şakıyan mizacında ansızın nükseden bir gök gürültüsü ve ölümün üzerini örten diyez ve diyet çılgınlığı…

 

Özrü olmayan bir ömür ve Tabula Raza’sı yüreğin.

 

İz sürüp izini bırakmayan.

 

Göz süzüp gözden düşen.

 

Özün muhtevasında ise akıcı bir sevgi ve dinginlik özlemi saklı iken…

 

D/okunası dizeler kök söktüren bir hakkaniyet ile birbirini dolduruşa getiren insanoğlu…

 

Zaaflarımı büyütürken gözümde aslında evreni büyütürken zihnimde aslında içimdeki çocuğu daha da küçültürken.

 

Ayakların baş olduğu ve başların ayak… zincirleme bir isim tamlaması ve yüreğin mealinde illa ki, hasret ve yanılgı serzenişin üst boyutunda kendini çiviliyor o uzama.

 

Minvalin çöküntüsünde; aşkın sarmalında ve göğün tepesine yerleşik bitimsiz inanç ile insan sadece kendini sorguluyor-sorgulasa da keşke.

 

Zamanın tapusu kime kayıtlıysa aşkın mimarı yine inancın doğasında saklı özümsediğimiz her kıvılcımla büyüyen yangına eşlik eden doğaüstü bir güç adeta içimizde vuku bulan…

 

Sanrılar sepetinde bir avuç haykırış.

 

Aşkın kozasında serpilen nazenin bir inanış.

 

Ve rotasında şiirlerin nice düş bekçisi; her düş’ü mimleyen ve içindeki yorgunluğu sonlandırıp ayazında iklimin şaibeli mevsim geçişlerine eşlik eden başı bozuk rüzgar.

 

Mevsimle örtüşen ve aşkla kesişen yolu yine de muhtevasından tek zerre yitirmeyen inancın doğasında kuşlar kanat çırparken saflığın saf tuttuğu o kıyılarında yalnızlığın en büyük acıyı içindeki kozada saklayıp biriktiren bir baş ağrısı adeta ırmakların galeyana geldiği ve aşkın esareti ile konuşlu olduğumuz soytarı bir mekânla vedalaşıp hidayetin tepesine dikmişken g/özümüzü az sonra çağlayacak bir hüzün sarmalında başı çekerken tümden gelen hezeyanlar.

 

Vardığı nokta aslında ikbali.

 

Ve çıkış noktası.

 

Ulvi farkındalığın da hasrete gem vurduğu…

 

Teyellediğim her rengi yok sayıp başlarken boyamaya yeniden…

 

Önce hayallerimi.

 

Sonra kozamı.

 

Sonra da ellerimi.

 

Elemin kucağına bağdaş kurup açık ara farkla hüznüme sahip çıkmanın verdiği çökkünlük ile nasıl oluyor da an gelip fışkıran coşkuma ket vuramıyor evren ve muhalif düşler?

 

Korunaklı dünyamın gizli geçidinde şerh düştüğüm o kapı bir de minvalinde yüreğin benlik bir süreçten ayrı düşüp biz olmaya meylettiğim düzende üçüncü tekil şahıs olmanın acısından dem vurup hala haykırabilmeyi ruhuma pelesenk ettiğim.

 

Ulaştığım…

 

Ulaşmak istediğim…

 

Asla da ulaşmanın mümkün olmayacağı…

 

‘’Belki de ulaşılan bir esriklik alanı’’ yine şairin dillendirdiği ve yolumun da onunla kesiştiği…

 

Coşmadan yaşamaksa söz konusu olan.

 

Kuru ve sessiz bir lahza iken azap tahtası.

 

Belki de gitmelerin esaretine rağmen çakılı kaldığımız o üçgende başa çıkamadığımız kadar baştan çıkmaktan kendimizi men ettiğimiz.

 

‘’Ve şimdi yollarında yaşamın

çığlık tünelleri kazmak

ve susmak’ı

yazmak

kalmıştır

işaretleyenlere-

-bu, hepsi bu.’’ (Nilgün Marmara)

 

Çelişkilerin odağında sanrıların da muhatabı iken gölgeler ve bir gölge olmaktansa bir gölet olmayı şiar edinen.

 

Hayatın hizaya soktuğu.

 

Belki de ölümün en asil ve ivedi çözüm olduğu.

 

Ölümsüzlük sarmalında mütemadiyen ömrü teşhir eden ve çılgın bir teşhis kondurmadan hadiseye…

 

Gidip geldiğimiz o minval.

 

Gidip de gelemediğimiz kimi zaman.

 

Belki de asla gitme ihtimalimizin bulunmadığı.

 

Şehrin enkazında kendime rastladım bu gün ve şiirin enkazında da aslında kendi enkazımda şehre rastladım bir de henüz yazmadığım şiirlere…

 

Şirret bir gölgenin maruzatıydı mutluluk ve de birincil sırada ikinciyi gözüne kestiren.

 

Çığlıklar içerisinde ve kim bilir hangi çığlığın tünelini kazarken, sevgili Nilgün Marmara…

 

Bir çığlık tüneline ilk kazmayı vuran ve içinden çıkılması mümkün olmayan bu tünelde sıkışıp kalmak…

 

Sesin duyulmazken…

 

Sesim duyulmazken…

 

Aşkı ve ümidi şiar edinip bir engel de ellerimizle eklerken yine kendimizi çıkmaza teslim ettiğimiz.

 

Çelişkiler çok sırnaşık madem tek çare miydi gitmek ya da çare mi her defasında gitmeye dair bir imleç ile oturduğumuz dalı da ellerimizle kesmek…

 

Yaban ellerde kükreyen bir aslan.

 

Aslında ufacık bir kediden dahi korkan.

 

Ya biz neydik, sevgili Nilgün?

 

Aslanın kendisi mi yoksa minik bir kedi yavrusu mu?

 

İhlal edilen sınırlarımızda bizler çekmiş olsak da sınırı, sınırsız hayallerimiz ve coşkumuz mu tapınmaktaydı bilinmeze ve o koca boşluğun da hicvi yine el ele vermektense bir darbe daha indirmek birbirimize…

 

Soruların muhatabı olmayan cevapların da güzergâhı idi madem her yazılan cümle bizler iz mi bırakıyorduk izini mi sürüyorduk gizemin ve boyutsuzluğun kırbaç sesi ile ihtiva edilen o dolduruşa mı denk düştük?

 

Bir cinnet anı.

 

Aslında cennetin kapısı.

 

Bir cinnetin bir cennete mal olduğu.

 

Yerleşik düzende saklı iken cehennem bizler boy verdiğimiz bu duygu tarlasında aslında kendi cennetimizi kendi ellerimizle imha edip en baştan cennete giriş biletini de yakmadık mı?

 

Israrcı b/akışların.

 

Sorumsuz addedilen varlıklarımızın bir fazlalık olduğunun duyumsandığı…

 

Oysaki fazla olan biz değildik hatta ve hatta eksiklikleri tamamlayan ruhumuzun çalkantılarında hep de bir pusula iken yürek sesimiz…

 

Sen:

 

Yerleşik yabancı sevgili Nilgün…

 

Ve dediğin gibi:

 

‘’Ölüm buraya kadar!’’

 

Sahici olan bir düş’ü ertelemek ve sonsuza kadar yok saymak ne acı.

 

 


( Nilgün Marmara'ya Mektuplar -4- başlıklı yazı GÜLÜMM tarafından 19.04.2019 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.