Yakişiro Mazabata En Çok Kime Yakışır?
Evvel zaman içindeydi ama öyle çok da
evvel değildi.
Diyar-ı İslamın bir beldesinde yaşayan Şuayip
bin Ahmet adında bir benî adem her zaman
olduğu gibi yine sabah namazına gitmiş, namazını kılmış, evine dönüyordu.
Evinin kapısına yaklaştığında birden
dondu kaldı çünkü kapının önünde bir kundak vardı ve içindeki bebek zırıl
zırıl ağlamaktaydı.
Usulca kundağı kucağına aldığında zıbınına üç pusula
iliştirilmiş olan bir bebek gördü. Yeni doğduğu her halinden belliydi. Belli ki
her konuda ‘’Hacıdan, hocadan kork ! ‘’ Diyen o beldenin bir vatandaşı iş
doğurduğu çocuğu bir yerlere bırakmaya gelince yine bir hacı- hocayı en
güvenilir kişi olarak görmüştü.
Heyecanla kapıyı tıklattı. Karısı Amine binti Cemal kapıyı açıp da kocasının
kucağındaki kundağı görünce başladı feryat etmeye.
-Şuayip Bin Ahmet ! Söyle kimden peydahladın o çocuğu?
Şuayip bin Ahmet gülerek cevap verdi:
-Be hatun bir müsaade et hele oturayım, nefesleneyim. Çocuğu birilerinden
peydahlamadım. Kapının önünde buldum. Bak göğsünde üç tane not var. Okuyalım
bakalım.
Amine binti Cemal de merek etmişti o
pusulalarda neler yazdığını. Hemen ilk
pusulayı okumaya başladılar:
‘’ Bu bebeği bulan mü’min kardeşim ! Ben bu bebeği senelerdir akmayan bir
çeşmenin başında buldum. Kendim bakamayacağım için sana sana havale ediyorum.
Seni de yüce Rabbime havale ediyor, gözlerinden öpüyorum’’
Karı koca ‘’ Hay Allah ‘’ Deyip ikinci pusulaya geçtiler.
‘’ Ey mü’min kardeşim ! Ben bu bebeği patlamak
üzere olan bir çöplüğün kenarında buldum. İnsafsızın biri oraya bırakmış. Ben
de aldım daha rahat bulunabilsin diye greve gitmiş olan fabrika işçilerinin
kurdukları çadırın yanına bıraktım. Sevapdır bakıverin şu çocuğa. Allah
şimdiden razı olsun sizden’’
Üçüncü pusula diğerlerinden biraz farklıydı.
‘’ Ey mü’min veya mü’mine kardeşim ! Bu çocuğu ben doğurdum. Fakat kimden
doğurdum, nasıl doğurdum, hiç bir fikrim yok. Hatta ben doğurmamış bile
olabilirim. Acayibinize gidecek belki ama çocuğa Yakişiro Mazabata adını
verdim. Seyrettiğim bir filmdeki çok güzel bir kızın adıydı. Çocuğu nereye bıraktıysam
millet göğsüne bir pusula koyup başka
yere postaladı. Ben de en son bir grev çadırına bırakılmış olan kızımı alıp
kapınıza bıraktım. Lütfen Mazabata’ma iyi bakın. Hörmetle ellerinizden
öpüyorum.’’
Amine binti Cemal Kocasına baktı.
-Eee n’aapıyoruz bu çocuğu?
Şuayip bin Ahmet cevap verdi.
-Bu çocuk Japon galiba. Öğleden sonra gidip Japon Büyükelçiliğine bırakayım.
Derken efendim öğleden sonra çocuğu alıp Japon Büyükelçiliğine gitti ama
Büyükelçi ‘’Kono kuni
de taishikan o hiraki, hahaoya o utta no wa yoi kotodesu. Kuni wa kare ga
shussan shita ihōna kodomo o tasukete imasu. Watashi wa shin'ainaru denwa suru
tsumoridesu’’ Diyerek kovdu Şuayip bin Ahmet’i.
Şuayip bin Ahmet Japon Büyükelçinin ne dediğini anlamasa da o aynen şunu
demişti: ‘’ İyi ki bu ülkede bir büyük elçilik açtık anasını satayım. Millet
doğurduğu gayrimeşru çocuğu bize kaskallıyor. İstifa edeceğim vallahi.
Yapacak tek bir şey kalmıştı artık. Kucağında bebek Mazabata olduğu halde
beldenin şehr-i emini olan Nuriddin el Sipasî Hazretlerinin huzuruna çıktı.
Merakla sordu el Sipasî:
-Kim bu eşşek sıpası?
Suayip bin Ahmet olayı tafsilatıyla anlatınca Nuruddin el Sipasî Hazretlerinin
yüzü buruştu.
-Ben Mazabata filan istemiyorum kardeşim. Al götür şunu karşımdan.
Şuayip bin Ahmet bozulmuştu.
-Ama efendim siz koskoca bir şehr-i emninsiniz. En çok size yakışmaz mı
Yakişiro Mazabata ?
Nuruddin el Sipasî Hazretleri daha da kızdı.
-İyi anasını satayım. Şehr-i eminim diye her şeyi bana kakalayın? Yeter lan
sizden çektiğim. Aha da şehr-i eminliği sana bırakıyorum. Zaten öteden beri göz
dikmiştin. Mazabata da senin olsun. Buyur bak da görelim boyunu.
Şuayip bin Ahmet, Mazabata’yı teslim edecek bir yer ararken kucağındaki
Mazabata’yla birlikte bir anda beldenin şehr-i emini olmuştu.
İşin içine şehr-i eminlik girince artık Emine binti Cemal de çocuğun kimden
olduğunu merak etmedi.Çocuğun orijinal adını da değiştirmediler ve böylece
Yakişiro Mazabata, Şuayip bin Ahmet’in koruyuculuğu ve kollayıcılığı altında
dört sene yaşadı.
Suayip bin Ahmet, bu dört sene zarfında bulunduğu beldeyi mamur eyledi. Onun bu
başarıları halkın da takdirini kazandığından dört senenin sonunda ülkenin emiri
olmuştu. O, ülkenin emiri olunca da Mazabata önce Müfti Ali Efendi’nin uhdesine
verildi zira artık yeni şehr-i emin
Müfti Ali Efendi olmuştu.
Altı sene kadar da Müfti Ali Efendinin himayesinde yaşayan Yakişiro Mazabata,
on yaşındayken yeni şehr-i emin Topkelle zâde Abdulkâdir Efendiye verildi ve
sekiz yıl da Topkelle zâde Abdülkadir Efendi baktı Mazabata’ya. Böylece artık
on sekiz yaşına gelmişti.
Bu arada ülkenin diğer beldelerinde de şehr-i eminler ve yöneticiler değişiyor
fakat emir Şuayip bin Ahmet değişmiyordu. Ülke şehr-i eminliklerinin çok büyük bir
bölümüne de Şuayip bin Ahmet’in adamları hakimdi. Lakin tabii ki bu durumu
ülkede hoş karşılamayanlar da vardı ve onlar ‘’Accıh da bize ver ‘’ Demekte ve
Şuayip bin Ahmet’i devirmek için ellerinden geleni yapmaktaydılar. Lakin ülke
dışında ikamet eden Lanetullah el Haşhaşî’nin organize ettiği bir darbe bile
onu tahtından edemedi.
İşte böyle karmakarışık bir ortam içinde büyümüş, serpilmiş oldukça güzel bir
kız olmuştu Yakişiro Mazabata. O güne kadar yüzüne bile bakmayan insanlar artık
ona meftundular. Herkes onu istiyordu.
Lanetullah el Haşhaşî darbesinden sonra emir Şuayip bin Ahmet pek çok
yöneticisinin görevine son verdi. Ülkenin en önemli şehri olan kendi
doğduğu ve büyüdüğü şehirde de Topkelle
zâde Abdulkadir Efendiyi görevden alıp
yerine oldukça Uysal bir insan olan Ebu Ahmed’i getirdi ama bu geçici olacaktı.
Gerek şehr-i eminliği, gerekse manevi evladı Yakişiro Mazabata’yı yakın dostu Hezarali
bin Dursun’a vermek istiyordu. Lakin en büyük rakibi olan Kamber bin Kamil el
Dersimî de bu arada oldukça güçlenmişti ve o da şehr-i eminliğin ve
Mazabata’nın kendi dostu Molla zâde Mükremin Efendiye verilmesini istiyor ve ‘’
Mazabata hakkımız, söke söke alırız’’ Diyordu. ( Bazen de ö harfi yerine i
harfiyle söylüyorlardı bu söke sökeyi. )
Velhasılıkelam Mazabata artık şehr-i eminliğin sembolü haline gelmişti ama
gerçek hak kimindi? Gerek Mollazade Mükremin gerekse Hezarali bin Dursun Efendi
‘’Yakişiro en çok bana yakışır’’ Demekteydiler. Halk da adeta ikiye bölünmüş ve
birbirlerine ‘’ Yakişiro Mazabata’yı size yedirmeyiz ‘’ Demekte, bu yüzden
kılıçlar kından çıkmış vaziyette bir harbe hazırlanmaktaydılar.
Ülkede maalesef sadece iki fetva makamı vardı. Bunlardan biri Cübbeli Ahmet
Efendi, diğeri de asıl işi mütekaid Tarih muallimliği olan ve gerçek adı Kamil
bin Sami olan ancak halk arasında başından hiç çıkarmadığı takkesi sebebiyle
‘’Takkeli Sami Efendi’ olarak bilinen meczup bir kişiydi. Evet o bir meczuptu
ama cümle alem onun ağzının içine bakarlar, verdiği fetvaları anında
hayatlarına geçirirlerdi.
Cübbeli Ahmet Efendi daha çok ‘’Oruçluyken denize giren bir insanın mâbadından
içeri su girerse orucu bozulur mu?’’ Gibi oldukça ilmi konularda fetva verirken
Takkeli Sami Efendinin fetvaları genelde siyasi konular üzerineydi.O sebeple
de mevcut sorunun çözümü Kamil bin Sami Efendide yani Takkeli Sami Efendideydi.
Takkeli Sami Efendi aslında ne Kur’an bilirdi ne de hadis. Namaza bile cumadan
cumaya giderdi.Ramazan aylarında Müslüman, diğer aylarda tam bir gavur gibi
yaşamakla birlikte dini, siyasi, tarihi, edebi, felsefik, ekonomik, her konuda
fetva verirdi. Kafasından asla çıkarmadığı takkesi sebebiyle millet onu büyük
alim sanırdı. Oysa Ebu Mübarek el Gugul amacası olmasa değil fetva vermek tek
kelime laf konuşabilecek biri değildi. Her şeyi Ebu Mübarek el Gugul amcasına
sorar, ondan aldığı bilgileri sanki daha önceden biliyormuş gibi millete fetva
diye yuttururdu. Bu yüzden ülkenin en büyük alimi olan Habibullah el Defterî
Hazretleri tarafından zaman zaman sertçe uyarılmışsa da aldırmıyordu.
Kafasına Japon yapıştırıcı ile yapıştırdığı takkesini şöylece bir sıvazlayan
Takkeli Sami Efendi, karşısına gelen iki mübarek insanı tepeden tırnağa süzdü.
Daha Sonra bir müddet kara kaplı bilgisayarını kurcaladı. Ebu Mübarek el Gugul
amcasına bazı sorular gönderdi ve ondan aldığı cevaplar üzerine ‘’ Bana
Yakişiro Mazabata’yı getirin.’’ Dedi.
Mazabata içeri geldiğinde ona sordu:
-Kızım Mazabata ! Bak bu iki benî adem de sana talip. Senin gönlün hangisindeyse
ona verelim de bu mesele uzamasın artık.
Yakişiro Mazabata iki talibini de süzdükten sonra cevap verdi.
-Efendim ! Aslında Yakişiro kulunuza her ikisi de yakışır. Ben aralarında
tercih yapamıyorum. Biri genç ve yakışıklı, öteki karizmatik ve zengin. Şimdi
ne desem ki. Rabbim hangisini yazmışsa o olsun. Kararı size bırakıyorum.
Takkeli Sami Efendi elini çenesine götürdü sakallarını sıvazlamak için lakin
aklına geldi daha sabahleyin sinekkaydı tıraş olduğu. Zaten bu konuda Cübbeli
Ahmet’i kıskanırdı hep. Adamın ne güzel sakalları vardı. Oysa kendisi sakal
bıraktığında çenesi uyuz gibi kaşınır dururdu. Bu yüzden de sakal
bırakamıyordu. Oysa şu takkeli koca kafaya sakal ne güzel yakışırdı. Milleti
keklemek hususunda takke yanında sakal da çok lazımdı ama ah gözü kör olsun şu
hassas cildinin.
Önce daha yaşlı olması hasebiyle Hezarali bin Dursun’a söz verdi.
-Evet Hezarali Efendi... Bin adet Ali Efendi...Söyle bakalım Mazabata’yı niçin
sana vereyim? Bana geçerli bir sebep söyle.
Hezarali bin Dursun cevap verdi:
-Çok güzel fıkra anlatırım.
-Hımmm âlâ anlat bakalım.
Hezarali bin Dursun başladı anlatmaya.
-İki domates yolda yürüyorlarmış. Birinin üzerinden bir araba geçmiş, öteki
‘’Aaaa salçaya bak. ‘’ Demiş
Takkeli Sami Efendi katıla katıla güldü bu fıkraya.
-Aliyyul âlâ. Benim hicivlerden bile
güzeldi. Berhudar olasın. Lakin Mollazâde Mükremin Efendiyi de dinlemem lazım.
Bakalım onun nasıl bir marifeti var.
Mollazâde Mükremin Efendiye döndü.
-Senin marifetin nedir Efendi? Mazabata’yı niçin sana vereyim de bana?
-Efendim ben çok güzel türkü okurum.
-Hımmm âlâ. Oku bakalım.
Mollazâde Mükremin Efendi başladı okumaya:
-Oy Trabzon Trabzon içi kalay, içi kalayli kazan/ İçi kalayli
kazan
Mazabata’yi almadan, Mazabata’yı almadan, Geldi çatti, geldi çatti Ramazan/ Geldi
çatti Ramazan.
Evet, gerçekten de Ramazan gelip çatmıştı. Bir an önce Mazabata’yı ikisinden
birine vermek gerkiyordu. Mollazade Mükremin Efendi türkü okurken başlamış
olduğu horonu yarıda kesip tekrar yerine oturdu ve kara kaplı bilgisayarından
amcası Ebu Mübarek el Gugul’a sordu ‘’ Mazabata’yı hangisine vereyim?’’
Amcasından gelen cevabı okuyunca yüzünde bir memnuniyet ifadesi oluştu. İçinden
‘’ İşte bu. ‘’ Dedi; sonra her iki adaya da dönerek fetvayı verdi:
-Her iki tarafı da dinledim. Bu arada sevgili Yakişirio Mazabata’yı da dinledim
ve gördüm ki onun da her ikinizde birden gönlü vardır. Bu durum gösteriyor ki
Yakişiro her ikine de yakışır. O halde ne yapmak gerekiyor? Yapılacak tek şey
var: Biriniz diğeriniz lehine Mazabata’dan vazgeçeceksiniz.
Hezarali bin Dursun da Mollazâde Mükremin de şiddetle itiraz ettiler bu karara.
Bunun üzerine Takkeli Sami Efendi ikinci kararını açıkladı:
-O zaman Mazabatayı iki buçuk seneliğine birinize, iki buçuk sene dolduktan
sonra diğerinize veriyorum. Bu beş yıllık süre dolduktan sonra hanginiz daha
mutlu etmişseniz şehri ve Mazabata kızımızı, ebedi olarak ona vereceğim. Tamam
mı?
İki aday da birbirlerine baktılar. Bu
olacak iş değildi ama Takkeli Sami Efendi böyle vermişti fetvayı.
Her İkisi de ‘’ Biz bu konuları liderlerimizle konuşalım. Bakalım onlar ne
diyecek?’’ Diyerekten huzurdan ayrılırken Takkeli Sami Efendi çoktan face booka
girerek Mynet çanak 101 oynamaya başlamıştı bile.
(
Yakişiro Mazabata En Çok Kime Yakışır? başlıklı yazı
Sami Biber tarafından
14.04.2019 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.