İPÇİ SEN PEYGAMBERMİŞSİN
Tarran
Ahmet'in gençliğe adım attığı, bıyıklarının henüz yeni yeni terlemeye başladığı yaş dönemlerinde iri yapılı, 'deyim yerindeyse' Herkül gibi bir vücut yapısı
vardı. Anası, “nazar değmesin benim
aslanıma, tosun'uma” diye omzuna mavi boncuk, okunmuş iğde takar, eve gelen
komşu kadınlara da ’nazar etmesinler’ diye Ahmed'ini pek öyle kolay kolay göstermezdi.
Kulaktan
dolma tefrikalarla namını duyduğu, bilmem nereli, Tarran adında bir babayiğit
pehlivana güya oğlu Ahmet çok benziyormuş. Ana gönlü değil mi, o da evladını
gözünde öyle canlandırmaya ve sevmeye
kendince bir hakkı yokmu. Haliyle bundan kendine pay çıkarır, Ahmed'i Tarran gibi yetiştirmeye gayret eder, oğluna da “Tarran’ım” diye çağırırmış. Ahmet de zamanla Tarran Ahmet adıyla büyüyüp gelişmişti. Ahmet ağabeyi Osman'la beraber tarlaları az olduğundan dolayı el kapısında gündelikçi çalışmakla, çiftçi durmakla geçimlerine katkıda bulunuyorlar, kapıdaki bir iki ineğin yoğurdu, sütü ve yağıyla katıklarını temin ediyorlardı. Osman askere gidince evin geçimini ve işleri istemese de tamamen Ahmet'in üzerine kalmıştı.
Köydeki yaşam gün geçtikçe Ahmed'in zoruna gidiyor, ama anasını köyde bırakıp bir tarafa gidemiyor, adeta anası onun ‘ayaklarına pranga’ oluyordu. O yıllarda köylüleri Adana, Ankara gibi şehirlere çalışmaya gidiyorsa da İzmir'e daha çok akım vardı. Nedeni ise İzmir'de önceki giden Dalakçı'lılar çoğalmışlar, hemşehri sıkıntısı çekilmiyordu.
Ağabeyi Osman askerden geldikten bir süre sonra orada öğrendiği sıhhiyeliğe çeşitli tedavi yöntemlerini de ilave ederek çevre köylerin hastalıklarına umut ocağı olmuştu. Ahmet birkaç zaman ağabeyine hasta tedavilerinde yardımcı olduysa da bunlar onun yapacağı işler değildi. Onun aklındaki buradan bir an evvel kaçıp kurtulmak, ekmeğini dışarıda arayıp oraya da yerleşmekti. Nasıl olsa ağabeyi askerden gelmiş, anasının yükünü onun omuzlarına atıp 'prangadan' kurtulmasına artık bir neden kalmamıştı. Düşündü, taşındı ana ve ağabeyinin gönlünü alamasa da her köylüsü gibi gizlice İzmir'in yollarına düştü. Uğradığı Ankara'da bir süre ara dere işinde çalışıp hemşehrilerine ister istemez biraz yük oldu.
Günler geçtikçe baktı ki onlarda homurtular çoğalıyor, olacak gibi değil, İzmir'de soluğu aldı. Bir yıl kadar orada çalıştı. İşleri bayağı düzene girmiş, çalışmış olduğu hırdavat mağazasında sevilip sayılıyor, iyi de maaş alıyordu. Yeme ve yatma dükkancıya aitti. Bu yüzden kenarda beş-on lira birikmeye başlamıştı. Köyden gelen bir arkadaşı anasının çok hasta olduğunu, az bir ömrü kaldığını söyleyip duruyordu.
Akrabasının ve köylülerinin ısrarlarına fazla dayanamayıp patronundan izin alarak köyüne geldi. Aslında durum söylenenler gibi değildi. Anası onun hasretine dayanamamış, böyle bir tuzakla Ahmed'ine kavuşmuştu. Aradan bir süre geçtikten sonra pusulası çıkınca her genç gibi o da tertipleriyle beraber askere gitti
Askerliğini bitirdikten sonra köyüne geldi. Anası o askerdeyken ölmüş kendisine duyurmamışlardı. Üç-beş
dönüm tarlayı, inek ve danayı ağabeyi Gırım Osman'a satıp Dalakçı'dan şehre
göç etti. İzmir'de ve askerde biriktirdiği para ile şehirde bir ev kiraya
tuttu. Bir hafta, on gün sağda solda dolaştı. Kendisine uygun yapabileceği iş
aradı. Amelelik, bahçıvanlık, bağ bekçiliği gibi bulduğu işleri de yapmaya
pek yanaşmadı.
Yapısında emir alma gibi
direktiflere alerjisi vardı. "Yaparsam yaparsam ancak kendi işimi yaparım" diye
karar verip soluğu çarşıda aldı.
Yaşlı bir adamın at arabası atların ürkmesiyle devrilmiş taşıdığı sebze, meyve yere saçıldığı için manavdan da bir sürü azar işitiyordu. Olaya şahit olan Ahmet yardıma koşmada gecikmedi. Dökülenleri hep beraber topladılar, ezilenleri ayırdılar. Manav öfkeden neredeyse yaşlı adama Ahmet'ten çekinmese acımadan vuracaktı. Üçü birlikte yükü manava boşalttılar.
Arabacı için için ağlıyor, bunu Ahmed'e göstermemeye çalışıyor, biriken gözyaşlarını sırtındaki eski ceketin yenine siliyordu. Arabayı bir kenara çekip atın yem torbasını boynuna beraberce astılar. Adam üç yetime baktığını, hasta hanımı ve gelininin onun bunun ev temizliğine gittiğini, mağdur ve fakir olduklarını anlattıkça anlatıyor, hıçkırıkları ayyuka çıkıyor, Ahmet de kendisini teselli etmeye çalışıyordu. "Oğul ben yaşlandım artık, bu işi yapamıyorum, evime çekilip yetimlerin başında duracağım, ama ol görüp bu at arabasını elden çıkaramadım. Almak isteyen çok az para veriyor, çok para verende veresiye istiyor elime ne zaman para geçerse o zaman öderim" diyor.
Ahmedin gözleri birden parladı, gençti, güçlü, kuvvetliydi, taşıdığı yükleri kuş gibi kaldırır, manavın ihtiyara yaptığını kimse ona yapamazdı.
Adamla kısa bir pazarlığa oturdular. Alan razı veren razı misali hemen anlaştılar. Ahmet atların dizginlerini eline aldı, adamı evine götürdü. Meğer evleri birbirine yakınmış. At işe gidilmediği zamanlarda ve akşamları adamın ahırında kalıyordu, ihtiyar Ahmed'i çok sevmişti. Onun verdiği ahır kirasını dahi almıyordu.
Ahmet zamanla işini sevmiş, sabah erkenden yeni evlendiği hanımının "hayırlı işler" duasıyla evden ayrılıyor bulduğu işlerde nakliyecilik yaparak geçimlerini temine çalışıyordu.
Yıllar böyle geçip
giderken artık evde çocuk sesleri duyuluyordu. Kimisi yeni olmuş, kimisi
artık ilkokula gidiyordu. Aradan geçen yıllar içerisinde Ahmet artık
yaşlanmaya yüz tutmuştu. Gerek hanımı, gerek çocukları at arabasını satmaya
onu zor ikna etmişlerdi.
Tarran
Ahmet evde boş oturmak istemiyor, sıkılıyor, arada çarşı, pazar dolaşıyor, haliyle ömrü yıllarca çalışmakla geçen adam bundan oldukça rahatsız oluyordu.
Vakit geçirmek için uğradığı birkaç dükkanda "ahbabım" dediği iş yeri sahipleri hoşgörüyü ondan
esirgemese de adamların müşterisi gelip, gidiyor, saklısı, gizlisi oluyor, oraları fazla işgal etmek gereksizdi. Bir gün pazar yerinde dolaşırken gözüne yazma
boncuğu satan birisi ilişti. Rengarenk boncuklarını kadınlar özene bezene
seçiyor, satıcı keyfinden arada sırada iştahla sigarasından bir nefes çekiyordu. Adamın bir ara başının boşaldığını gören Ahmet Ağa ondan boncuklar hakkında gerekli bilgileri aldı. Ahmet ertesi günü otobüse atladığı gibi soluğu Ankara'da bu tür şeylerin satıldığı Çıkrıkçılar
yokuşunda aldı.
Adamlara vebal verip kendisini kandırmamalarını, boncuğun en iyisini vermelerini "sizi size, sizi Allah'a" diyerek sıkı sıkı tembihledi.
Tarran Ahmet elinde taşıdığı sepete boncukları sabahtan evinde diziyor, ev ev, mahalle mahalle geziyor, 'ağzı her Dalakçılı gibi iyi laf ebesi olduğundan' başına toplanan kadınlara bol bol boncuk satıyordu. Zamanla bu işini de sever olmuştu. Arda sırada köylere de boncuk satmaya gidiyor, misafir olduğu odalarda gelmişten geçmişten dem vuruyor, sabahleyin de boncuğunu satmaya başlıyordu. Artık Tarran Ahmet köylerde ve Kırşehir'de "BONCUKÇU AHMET AĞA" diye anılmaya başlamıştı.
Boş zamanlarında uğradığı köylüsü berber Şık Mehmed'in yanına biriken gerek dükkan komşuları, gerekse oraya oturmaya ve laflamaya gelen köylüleriyle hoşça vakit geçiriyordu.
Aylardan Ekim ayı, havalar gün geçtikçe soğuyor, çiftçi kısmı tarlasını ekiyor, evlerde kışlık yiyecek ve giyecekler hazırlanıyor, odun, kömür satanlar müşteriden başını kaldıramıyordu. Berberin dükkanı Ünal Çarşısı arka cephesinde olduğundan öğle sonları bayağı gölge ve serin olur, o cadde de bu yüzden (Eski Ankara caddesi) bayağı müşteri ve gezginci ayağı çeker, oldukça kalabalık olurdu.
Ahmet Ağa o gün sabah erken kalkmış sepetindeki eksik boncukları tamamlamış, öğleye kadar sokaklarda dolaşarak boncuğunu satmıştı. Cuma namazını kıldıktan sonra her zamanki gibi berberin dükkanına gelmişti. o gün berberin başı müşteri ve oturanlardan dolayı bayağı kalabalıktı. Berberin komşularından bir sandalye temin ederek oturdu. Her zamankine göre bedeni çok yorgun, hemde morali biraz bozuk duruyordu. Bu durum yakın köylüsü ve ahbabı İpçi Erdoğan'ın dikkatini çekmiş, ipçi hal-hatır sorma bahanesiyle işin aslını öğrenmeye çalışma kurnazlığı içindeydi. Bir sandalyeyle varıp selam vererek Ahmet ağasının yanına oturdu. Bir sigara yaktıktan sonra hal hatır sorarak asıl mevzuya girip bunların nedenini sormada gecikmedi.
Boncukçu Ahmet Ağa sağı solu ağırdan ağıra şöyle bir süzdü, şapkasını dizinin üstüne koyup o saçı az, yarı kel kırmızı kafasını hafiften kaşır gibi yaptı. "Ula iplikçi, kışın yakmaya odun aldın mı" "Evet Ahmet Ağa". "Kömür aldın mı" "Evet Ahmet Ağa". Başını tekrar sağa sola çevirdi, üzüntülü bir ses tonuyla, "Ya sen aldın mı diye sorsane". “Ben alamadım, guzum evladım”. Birden mahsunlaştı, dokunsan ağlayacak gibiydi. Derin bir bir iç geçirdi. İpçinin almasına sonradan sevinir gibi oldu. O kara yüzü hafiften pembeleşti. "Peki, iplikçi, kışın satacağın ipleri şimdiden depoya attın mı?" "Evet Ahmet Ağa". "ULA İPLİKÇİ, PEYGAMBER ARAMAYA HİÇ GEREK YOK, DİSANE SEN PEYGAMBERMİŞSİN". İşte o anda etraflarına toplanıp onları dinleyenlerin gülüşmeleri ortalığı çınlattı.
ERDOĞAN ÇALIŞKAN KIRŞEHİR 03 12 2011 GERÇEK YAŞANMIŞLIKLARDAN
NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek,
mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.