Emre etleri ormanda pişirip neanertallere ikram edemezdi. Ormandan duman çıktığını gören vatandaş yangın var telaşıyla ortalığı velveleye verirdi. “En iyisi ormanın dışında dere kenarında kabaca etleri pişirip götürmek.” Diye söylendi.
Irmağa doğru adımını atarken
komşu çocuğu Veysel onu gördü. “Anaa Emre abi ne zaman geldin?” dedi.
Emre “Yeni geldim. Arkadaşlarla
et yemeye gidiyorum. Karnın açsa sende gel.”
Veysel “Peki bende geleyim. Dedi
sordu. Gideceğimiz yer uzak mı?”
Emre “Uzak değil. Hemen burada
ateş yakıp pişireceğim. Akşam oldu mu beraberce yeriz.”
Veysel “Ben akşama kalamam. Annem
babam merak eder. Ben gideyim en iyisi.” Dedi. Yürüyerek Emre’nin yanından
ayrıldı.
Emre içinden bir “Oh” çekti.
“Çocukları idare etmek ne zor. Neandertalleri görseydi ortalık ayağa kalkardı.”
Diye söylendi. Bir iki çalı çırpı buldu. Ateş yaktı. Ateşin yüksekliği Emre’nin
boyunu aştı. Dumanda ona göre çıkıyordu. Yoğun ve uzaklara doğru. Yarım saat
odunların köz olmasını bekledi. Etleri köze atınca geriden bir çıtırtı duydu.
Dönüp bakınca abisi Rıdvan’ı gördü.
Rıdvan “Vay koçum. Burada ne
yapıyorsun böyle. Buraya geldiysen niye eve gelmedin?” dedi.
Emre “Abi söyleyeceklerimi iyi
dinle. Aha şu dağın tepesinde misafirlerim var. Etlerimi pişirip oraya
götüreceğim. Sorduğun soruların cevabını orada göreceksin.”
Rıdvan “İyi peki dediğin gibi
olsun.”
Emre bu sorunu da atlattığına
sevindi. Değilse abisine nasıl izah ederdi. Ona “Zaman kapısı açtım. Neandertal
insan ırkından buraya birkaç kişi getirdim” diyemezdi.
Rıdvan “Az önce komşunun oğlu
Veysel geldi. Bana senin burada olduğunu ne yaptığını bilmediğini söyledi.”
O an Emre annesinin sesini
işitti. İş çatallaşıyordu. Annesine kısaca izah etti Emre.
Annesi “Ne bu telaş evladım. Dur
biraz soluklan. Misafirlerin dağdaysa git getir onları. Size güzel bir sofra
hazırlarım.”
Emre “Anne onlar biraz kalabalık.
Bunca eti o yüzden aldım. Sen şu etleri al. Kısa yoldan kavuruver.” Dedi.
Annesi “Bu kadar çok eti siz mi
yiyeceksiniz. Neyse dediğini yaparım.”
Emre “Anne ben şimdi abimle dağa
çıkıyorum. Misafirleri karanlık olunca eve getiriyorum.”
Annesi “Oğlum niye gündüz gözüyle
gelmiyorsunuz. Gündüzün suyu mu çıktı?”
Emre “Anne misafirlerim utangaç
kişiler. Abacılının içinde görünürlerse hem siz telaşa düşersiniz hem onlar.
Dedi ekledi. Anne sen bizim ahırı iyice temizle. İnekleri yan ahıra sok.
Yerlere saman serp.”
Annesi “Hiçbir şey anlamadım. Ama
dediğini yapacağım.”
Emre “Yürü abi gidiyoruz.” Dedi.
O an Veysel oradaydı.
Veysel “Emre abi bende sizinle
gelebilir miyim?” dedi.
Emre’nin annesi “Ne işin var
orada senin. Anan baban seni merak eder. Yürü hadi dönüyoruz.” Veysel çaresizce
uslu bir çocuk oldu. Emre’nin annesi ile yürüdü gitti.
Rıdvan neandertalleri görünce
“Bunlarda kim böyle?” diye konuştu.
Emre “Çok uzun bir hikaye. İşin
içinde MİT ajanları da var. Buradaki gördüklerini kimseye söyleme. Zamanı
gelince onları önce televizyona sonra polislere bildireceğim.”
Rıdvan “Sen bunları nereden
buldun getirdin?”
Sen her zaman şu bilim adamları
zaman makinesi yaptı. Onu çoğaltsalar da bizde tecrübe etsek diyordun. İşte ben
bunu cihaz kullanmadan başardım. Sonra senin için bir geçiş açarım. Ama şimdi
değil.”
Neeandertaller ve iki kardeş
dağdan inmeye başlayınca ortalık çoktan kararmıştı. İki kardeş ve neandertaller
evin bahçesinden içeriye giriş yaptılar. O an Emre’nin annesi ahırdan
çıkıyordu. Neandertalleri görünce “Kim bunlar oğlum. İnsan desen insan değil.
Her tarafı kıllı bunların. Yoksa bunlar aklı kıt insanlar mı. Çünkü ağız ve
yüzleri yassı hepsinin. Aklıma öyle geliyor.”
Emre “Misafirlerim bunlar anne.
Sana daha sonra detaylıca açıklarım. Şimdi hepimizin karnı çok aç. Komşular
bizi görmeden hemen içeri girelim.” Dedi Ahıra girdiler.
Saman yığınlarının üzerine
kurulmuş sofraya oturdular. Emre’nin annesi çıkmıştı. Rahatsız etmek
istemiyordu. Kalap önündeki ekmeği aldı. Kokladı. Ağzına götürüp ısırdı. “Alu
yaggel.” Dedi. Bu “Hoşuma gitti.” Demekti.
Emre bıçakla kestiği somun
ekmeklerinin arasına kavurma koydu. Bütün neandertallere aynısından verdi.
Yabancı misafirler yiyeceklerini beğenmiş iştahla yiyordu. Emre ayranları
işaret etti. “Alın bundan için.” Dedi.
Kalap “Bu nedir. Süte benziyor.”
Deyip önündeki ayran dolu tası ağzına götürdü. Ayran hoşuna gitmişti Kalap’ın.
Rıdvan “Şimdi ne yapmayı
düşünüyorsun. Onları böyle besleyip doyuramayız.”
Emre “İyi ki konuştuğumuz dili
bilmiyorlar. Değilse gerçekten ayıp olurdu. Onların barınmalarına gelince
yemekten sonra gizlice tekrar dağa çıkacağız. Ve onları emin bir yerde
tutacağım. Gerisini sorma. Onlarla buranın ilişkisini keseceğim.”
Rıdvan “Nasıl yapacaksın bunu. Ya
yeniden acıkırlarsa. Ne yiyip ne içecekler.”
Emre hep yanında taşıdığı MİT’in
verdiği kriptolu cep telefonunu çıkardı. “İşte sorun halledilmek üzere. Az
sonra buraya MİT ajanları damlayacak.” Dedi. Emre MİT ajanı Vecihi’nin
numarasını tuşladı.
“Alo Vecihi abi. Size danışmadan
bir haltlar karıştırdım. Aklıma önce televizyon kanalı geldi. Sonra polisler.
Sıkışınca da sizi aradım. Şu an evimizin ahırında üç erkek dört dişi ve üç
neandertal çocuk var. Onları zaman kapısından
tekrar geldikleri yere gönderebilirim. Önce size danışayım dedim.” Diye
konuştu Emre.
Vecihi “Şimdi oradayız. Cevdet’le
yanına geleceğiz.” Dedi. Telefon konuşmasını bitirdiler. O an ahırın içinde iki
MİT ajanı belirdi.
Rıdvan “Çağa bayağı hızlı uyum
sağlıyoruz. Dedi ekledi. Hoş geldiniz. Oturun şöyle. Kavurmadan yiyin.”
Vecihi “Vaktimiz yok. Bir an önce
neandertallerin buradan gitmesi gerekiyor. Emre sende bizimle geleceksin.”
Emre “Rıdvan abi anneme bir hafta
sonra yeniden geleceğimi söyle. Bir hafta sonra diplomamı elime alıyorum.”
Rıdvan “Tamam söylerim. Yalnız
abileri buraya ışınlayan cihaz nerede satılıyor onu öğrenmek istiyorum.”
Vecihi “Henüz bu cihazlar
prototip aşamasında. Daha da geliştirilip piyasaya yakın zamanda sunulacak.”
Emre ve neandertaller hazırdı.
Vecihi “Gidiyoruz.” Dedi. Elindeki cihaza dokunur dokunmaz Rıdvan ahırda yalnız
kaldı.
Ankara’da MİT binasının bir
odasında ortaya çıktılar. Vecihi “Ne yaptın sen Emre. Ya zaman akışı tüm dünya
için değişseydi.”
Emre “Korkmayın değişmez. Çünkü
benim yaptığım şey beyin gücü ile. Ortaya sadece kırmızı nurdan ışık çıkıyor.
Nuru düşünceden başka etkileyen bir şey yok. Zaman kapısı açılırken ve
kapanırken hiçbir zararı olmaz.”
Vecihi “Peki dediğin gibi olsun.
Yalnız senin İskenderun’a gidip neandetallerle ailene görünmen hiç iyi olmadı.
Olay kısa zamanda duyulursa hiç şaşmam. Duyulsa bir sorun çıkmaz. Ama bizim
olayı ört bas etmemiz zorlaşır. Artık sorulan soruları biz üstlenip zaman
kapısı projesi değil diyeceğiz.”
Emre “O zaman bütün sorunlar
ortadan kalktı demektir. Ben artık gidebilirim.”
Vecihi müsaadesini verdi. Emre
birden göz önünden kayboldu. Konya’daki Mehmet’in kiralık evinde ortaya çıktı.
İçeride Mehmet yoktu. Emre lavaboya girip elini yüzünü temizledi. Kurulandı.
Şimdi yapması gereken tek şey dışarıya çıkıp üniversitenin yurduna gitmekti.
Binadan çıkıp üniversiteye doğru yol aldı.
Emre yurdun önüne neşe içinde
geldi. Yurt girişinde Tülay’ı gördü. Tülay Emre’yi görünce yerinden kalkıp
yanına yaklaştı. “Hoş geldin.” Diyerek onun elini sıktı. Sonra “Senden
konuşuyorduk. Senin bana öğrettiğin matematik rabıtası ile ilgili. Gel de
arkadaşım Nimet’e sen detaylıca anlat.”
Emre “Benim nereden geldiğimi
merak etmiyor musun?”
Tülay “Senin nerede olduğunu
biliyorum. Dün Mehmet’in evindeymişsin. O söyledi.”
Emre yurdun girişine geldi. Boş
taburenin birine oturdu. Orada Nimet’ten başka birkaç erkek öğrenci de vardı.
“Bak Nimet dedi Emre. Önce
matematiği somut bir şeymiş gibi hayal edeceksin. Ve somut olan matematikten
kalbine mavi alev rengindeki nurun aktığını en az on beş dakika düşüneceksin.
Bunu günde bir defa yapman yeterli. Bak o zaman anlaşılmaz matematik ne kadar
kolay çözülüyor.”
Kendileri ile birlikte oturan
yurdun güvenlik görevlisi araya girdi. “Peki bu rabıtayı çok zengin olmak
içinde kullanabilir miyiz?” dedi.
Emre “Zor kavuşulacak şeyler için
elbet rabıta yaparsın. Zihin, ulaşılması zor şeylere girdi mi ve bunu nur yolu
ile elde etmeye çalıştı mı isyan eder. O zaman maneviyatın sana küser ve sana
cephe alır.”
Görevli “Anlıyorum seni. Yani
hakkımız olamayan şeyde nur bizi çarpar diyorsun.”
Emre “Aynen öyle.” dedi.
Sohbetin konusu değişti. Erkek
öğrenciler futbol maçı konuşmaya başladı. Biraz şaka biraz ciddiyet ile zaman
ilerliyor, gecenin ayazı üzerlerine vuruyordu. Bu soğukta iki kız Nimet ve Tülay
üşümüşlerdi. Kızlar müsaade alıp hemen ilerideki kendi yurtlarına hızla
yürüyerek gittiler.
Çuki hala kararsızdı. Kaçak avcıları bulamamış ve yeniden aramak ona külfetli gelecekti. Çünkü ava çıkmaları gerekiyordu. Avcılarını tekrar kaçakların peşine taksa kampta yalnız kendi kalacak av yeteneği az olan dişilerle de bir şey yapamayacağı için klan açlık çekecekti.
Çuki son kararını verdi. Ve
konuştu. “Siz avcılarım benim esas neyin peşinde olduğumu bilmiyorsunuz. Büyük
avcının bana öğrettiği güneş rabıtasını ilerlettim. Ve Curindi büyük avcının
yaşadığı yere geçen ışıklı kapısını açmayı başardım. Sizlerden tek istediğim
ben ışığın içinden geçtiğimde meraklanmamanız. Işığın içine nasıl gireceksem
aynı şekilde geri çıkacağım. Sizin söylediğiniz gibi kaçakların izi birden bire
kesiliyorsa onlarında Curindi büyük avcının yaşadığı yere geçmiş olması
gerekiyor. Güneş rabıtasını onlarda biliyor.”
Cimden “Biz hiç bir zaman senin
sözünden çıkmayız. Eğer Curindi’nin yaşadığı yere gidersen bize de içimizi dans
ettiren içeceklerden getir. Belki bilmediğimiz yiyecekler de vardır. Onlardan
da getir.”
Çuki o an gözleri açık rabıtaya
başladı. “Destur ya büyük avcının yaşadığı yere açılan geçit.” Dedi. O an klan
kampında ışık huzmesi görüldü. Işık huzmesi zayıftı ama Çuki bunun içinden
geçebildi. Ardından ışık ve Çuki görünmez oldu.
Cimden şaşkınlıkla “Gitti, gitti.
Geçidi açmayı başardı.” Diyerek ellerini birbirine çarptı birkaç kez.
Pucul “Biz de artık ava çıkmalıyız. Yiyeceklerimiz
azaldı. Ne varsa ormanın içinde var. Hazırlanın.”
Üç avcı mızraklarının uçlarını
kontrol etti. Parlak aletlerin mızrakla bağlanışlarının sağlamlığını test
ettiler. Ava Uniste ve Bullado’da dahil oldu.
Ormanın içine daldılar. Gözden kayboldular.
Çuki karşı tarafa geçince önce
şaşırdı. Sonra dikkatle çevresini gözetledi. Karşıda uçsuz bucaksız su yığını
deniz vardı. Çuki “Galiba Curindi büyük avcının yeri burası. Dur bakalım. Hele
dağdan aşağıya ineyim.” Diye söylendi.
Çuki aşağıda Curindi’ye benzeyen
insanlar gördü. Onlara görünmek istemedi. Ağaçların arasına gizlendi. Bir büyük
avcı dişisi onu gördü. “Hey sen kimsin öyle. Kimi gözetliyorsun?” dedi.
Çuki ağacın arkasından kendini
gösterince kadın çığlık attı. Sonra bayıldı. Çuki oradan hızla uzaklaştı.
İnsanlar Çuki’yi görüyor ama onun kostüm giymiş bir tiyatrocu olduğunu
zannediyordu. Çuki’ye ilişmediler. Çuki küçüklü büyüklü tepeleri, düzlükleri
aşarak denize kadar geldi.
Yoldan arabalar geçip gidiyordu.
Çuki akıllıydı. Hiçbir arabaya iltifat edip bakmıyordu. Bunları öğrenmişti. Bu hareket
edenler büyük avcıya benzeyen insanların hareket eden çadırlarıydı. Yürümeye
başladı. Akçay köprüsünü geçti. Ve yarım saatlik yolu da geçerek İskenderun’a
çarşıya giriş yaptı. İnsanlar Çuki’ye aldırış etmedi. Çuki yine bir tiyatrocu
zannedildi. Ama elindeki mızrakla çok ilginç bir görünüşü vardı.
Çuki çarşıda ilerlerken burnuna
güzel kokular geldi. İç gıcıklayıcı ve tahrik edici kokular. Bu kokular
yanından dişiler geçerken oluşuyordu. O an bir dükkanın önünde durdu. Aynı
kokular buradan da geliyordu. Dükkan sahibi Çuki’yi görünce içeriden bir parfüm
şişesi alıp Çuki’ye verdi.
Dükkan sahibi “Al bakalım koca
ayıcık. Siz tiyatrocu musunuz?” dedi.
Çuki “Ben büyük avcıyı arıyorum.
Nerede yaşıyor o?”
Dükkan sahibi “Az ileride tiyatro
binası var. Köşeyi dönünce ileride. Senin aradığın yer orası.”
Çuki “Tamam. Oraya gidiyorum.”
Dedi ve yürüdü. Az sonra burnuna iştah açıcı kokular gelmeye başladı. Kokuyu
takip etti. Kaynağını buldu. Bir dönerci bıçağı ile pişmiş et kesiyordu.
Çuki yaklaştı. “Karnım çok aç. Bana
et verebilir misin?” dedi.
Döner ustası “Tabi gel otur
içeriye. Karnını doyurur gidersin.”
Çuki içeriye girdi. Usta hemen üç
adet döner dürümü hazırladı. Yanında ayran ile Çuki’ye verdi. Çuki yiyeceğini
yavaş yemeye çalıştı. Çünkü şimdiye kadar gördüğü tüm büyük avcılar hep nazik
ve kibardı. Onlar gibi olmak istiyordu.
Dürümü ısırırken ayranı alıp
içti. Çuki kibarlığı elinden bırakmadı. Yemeğini bitirdikten sonra yerinden
kalkarken avucunda üzeri resimli bir kağıt hissetti. Çuki onu döner ustasına
verdi. “Al senin olsun.” Dedi Çuki.
Usta “Dur paranın üstünü
vereyim.” Dedi. Çuki uzatılan parayı aldı. Şimdi yavaş yavaş anlıyordu. “Bu
para denen şey yiyeceğe karşılık verdiği hediye” dedi içinden. Ardından sordu
kendine. “Peki bir anda para avucuma nasıl geldi?”
Bunu Curindi’nin bir yardımı
olarak algıladı. Ve oradan uzaklaştı. Sahile kadar geldi. Genç bir çift onu
gördü. Cebinden cep telefonunu çıkartıp onunla fotoğraf çekinme isteğinde
bulundu. Çuki hem erkekle hem dişisi ile poz verdi. Ardından dişi cebinden yine
para denen resimli kağıttan çıkartıp Çuki’ye verdi. Yanından ayrıldılar.
Çuki insanların masa kenarında
sandalyelerde oturduğu bir yere geldi. O da boş bir sandalyeye oturdu. Garson
yanına geldi. Bir bardak çay verdi ona. Çuki “İçince dans ettiren sıvılarınızdan
var mı sizde?” dedi.
Garson “Hemen getiriyorum.” Dedi.
Uzaklaştı. Garson ocağa girip bir şişe bira ve bardağı ile geri geldi. Çuki’nin
masasının üzerine koydu. Çuki “Sana para vereyim.” Dedi. Elinde ne kadar para
varsa garsona verdi.
Garson “Sende iki ellilik var.
Birini bozup getiriyorum.” Dedi. Ocağa girdi. Garson geldiğinde Çuki’nin eline
yine para verdi.
Çuki içkisini yudumluyordu. O ara
bir kamera ve bir spiker göründü. Çuki’yi filme alıyorlardı. Spiker
konuşuyordu. “Bazı vatandaşlarımız bu tuhaf görünen kişiyi tiyatrocu zannetmiş.
Ama konuşunca onun üzerindeki tüylü kıllı şeyin kostüm değil kedisinin gerçek
bedeni olduğunu görmüşler. Şimdi bizde bu olayın peşindeyiz. Kişimiz gördüğünüz
gibi bizden habersiz bize arkası dönük.” Dedi.
Spiker yürüdü. Çuki’nin yanına
geldi. “Bize nereden geldiğini söyler misin arkadaşı?” dedi.
Çuki spikere baktı. “Ben dağda
yaşayan yalnız biriyim. Ben canavar değilim. Ben büyük avcıyı arıyorum.” Dedi.
Spiker yeniden konuştu. “Büyük
avcı dediğin kimdir necidir?”
O an polis arabası sireni
duyuldu. Polis arabası çay bahçesinin önünde durdu. Polisler aşağıya indi.
Spiker ve kameraman dönüp polislere baktı.
Polislerden biri “Dikkat çeken
kişi bu mu?” dedi.
Spiker bayan “Evet bu. Onu nereye
götüreceksiniz?”
Polis “Tabi ki karakola. Kılık
kıyafet kanununa aykırı davranıyor.” Dedi. Çuki’nin kolunu tuttu. “Kalk
bakalım. Gidiyoruz.” Dedi. Çuki kalktı. Polislerle yürüdü. Polis aracına bindi.
Polis arabası acı çığlıklar atan sireni ile oradan uzaklaştı.
Polisler Çuki’nin tuhaflığını
sezmede geç kalmadılar. Onun bir neandertal insan ırkından olduğunu fark
ettiler. Polisler gün boyu birbirlerine bu neandertalin nereden geldiğine dair
sorular sordu. İşin ehemmiyeti MİT’e kadar uzandı. MİT ajanları haberi alır
almaz aniden polis merkezine geldiler. Çuki’yi İskenderun’da gizli bir eve
götürdüler.
Geceye kadar Çuki evde tek
başınaydı. Evde istediğini yiyor istediğini içiyordu.
Çuki’nin dikkati evdeki
televizyondaydı. İç güdüleri ile televizyonu açmayı başardı. Televizyon da bir
dişi şarkı söylüyordu. “Ankara’nın büklüm büklüm yolları” diye. Çuki hemen
yanındaki koltuğa oturdu. Televizyona adeta içine düşecekmiş gibi daldı gitti.
Gece yarısı kapıdan sesler geldi.
İçeriye yine tanıdık yüzlü polisler
girdi. Biri “Ne yapıyorsun bakalım Çuki. Keyfin yerinde mi?” dedi.
Çuki “Keyfim gayet yerinde. Bana
bundan sonra ne yapacaksınız?”
Aynı polis “Senin neandertal
olduğun ortaya çıktı. Ve sen bizim dilimizi nasıl öğrendin?”
Çuki “Gayet kolay. Güneş
rabıtasını geliştirdim. Ve sizin konuştuğunuz dile rabıta yaptım.”
Elbet polisler bir şey anlamadı.
Bunu anlamayı gereksiz gördüler.
Zaman gece yarısını geçmişti.
Çuki’ye polisler ‘İkinci bir emre kadar buradasın’ demişti. Çuki yatak odasına
girip dinlenmeye çekilince polisler kısa zamanda çekilip gitti. Evde yalnız bir
polis kaldı. Polisin Çuki’ye göz kulak olması gerekiyordu. Polis evin kapısını
kilitleyip o da kendi odasına çekildi.
Çuki uyumuyordu. Plan kuruyordu.
“Ben rabıtam esnasında büyük avcının yaşadığı yer diye destur çektim. Şimdi
anlaşılıyor. Destur ya Curindi’nin dizinin dibi desem her şey yoluna girecek
bende bu kargaşayı yaşamayacaktım.” Diyordu. Yattığı yerden çıktı. Ayağa
kalktı.
“Destur ya Curindi’nin dizinin
dibi.” Dedi. Gözleri açık rabıtaya durdu. Emre’nin bulunduğu yeri rabıta ile
kendine çekti. Odanın içinden büyük bir çember şeklinde ışık huzmesi oluştu.
Sonra Çuki ışığın içine girip ortadan kayboldu.
Karşı tarafa geçince yine bir
odanın içindeydi. Bu sefer oda küçüktü. Emre’yi yatağında uyur vaziyette buldu.
Çuki eliyle Emre’nin omuzunu dürtükledi.
Emre gözlerini kırpıştırarak
açtı. “Çuki sen misin?” diye heyecanla yerinden doğruldu.
Çuki “Senin bana öğrettiğin güneş
rabıtasını geliştirdim. Ve senin yanına gelmeyi başardım. Asıl peşinde olduğum
şey kaçak avcılarımdı. Ama artık öğrendiğim rabıta ile onlara ihtiyacım da
kalmadı. Seni görmek ve yaşadığın yeri öğrenmek istedim.”
Emre “Peki tepkin nedir. Yani
burası sizin yaşadığınız yere benzemiyor.”
Çuki “Elbette sizin yaşadığınız
yerde yaşamayacağım. Daha doğrusu yaşayamam. Çünkü siz burada para ile karın
doyuruyorsunuz. Sizin yaşantınız oldukça nazik. Daha doğrusu buradaki her şey
nazik. Biz sizlere göre kaba kaçarız. Görüntümüz sizleri rahatsız eder. Sanma
ki buraya bir daha hiç gelmeyeceğim. Avımı kendi ormanımda yakalayacağım.
Karnımı orada doyurup burada keyif çatacağım. Ormanlarınız bunun için birebir.”
Emre şaştı kaldı Çuki’ye.
Çuki’nin zihin doğasında yalnızca av, dişiler ve yabancılarla kapışma olduğunu
zannediyordu. Ama şimdiki kurduğu cümleler adeta edebi bir zevkin ürünüydüler.
O yüzden Çuki’ye sordu. “Sen Çuki söyle bana. Böyle güzel cümleleri, ağdalı
sözleri nereden öğrendin?” dedi.
Çuki “Tabi ki senin öğrettiğin rabıtayı
geliştirerek. Rabıtamı siz insanların konuştuğu dile yapınca kolayca karmaşık
cümlelerinizi öğreniyorum. Dedi ekledi. Artık seni görmüş ve konuşmuş oldum. Ve
o kaçak avcılarımı görürsen benden kaçmasınlar. Onlara zarar vermeyeceğim. Eğer
onlara da geliştirdiğim rabıtayı öğretebilirsem yaşadığımız yerde daha güçlü ve
refah içinde olacağız. Seni de arada bir yanımıza bekleriz.”
Rabıtaya durdu Çuki. Birden göz
önünden kayboldu.
Çuki kendi zamanına gelince aşırı bir yağmur başlamıştı. Çuki ne yapacağını şaşırmıştı. Aklına hemen bir ağaç altına sığınmak geldi. Ağaç altında beklerken deri giysisinin kuşağındaki küçük parfüm şişesini çıkardı. Kokladı. Çok güzel kokuyordu hala. “Kim bilir kamptakiler ne çok tepki verecekler. Şaşıracaklar. ‘Bunu nereden buldun Çuki’ diyecekler.” Diye söylendi.
Yağmur damlaları ağaç
yapraklarını geçiyor Çuki’yi yine ıslatıyordu. Delice bir fikirdi ama yürümeye
karar verdi. Ama hızlı bir şekilde. Sonra ormanın içinde koşmaya başladı. Bir
süre sonra kampa ulaştı. “O da ne kaçak avcıları geri dönmüş, ellerindeki yeni
bir aletle uğraşıyorlardı.
Aletten ışık çıkıyordu. Çuki’yi
gördüler. Aletin ışığını Çuki’ye tuttular öylece. Korkmuşlardı Çuki’den. Çuki
onların yanına gelince “Benden kaçmanız gereksizdi. Sizi arattım ama bulamadım.
Söyleyin bakalım neredeydiniz?” dedi.
Kalap “Biz Curindi büyük avcının
yaşadığı yere gittik. Öyle şeyler gördük ki şaşar kalırsın. Büyük avcının halkından
biri bize bu el feneri denen şeyi verdi.”
Çuki “Benden kaçmasaydınız
Curindi’nin yaşadığı yere benimle sizler de gelecektiniz. Çünkü Curindi’nin
açtığı geçidi ben de açtım. İçine girdim. Curindi’nin yaşadığı yere gittim.
Neyse çadırlarınıza girin. Değilse ıslanmaktan başınız ağrıyacak. Sonra birkaç
gün bunun ıstırabını çekersiniz.”
Çuki’nin sözünü dinlediler.
Çadırlarına girdiler. Kulip Çadırdan Çuki’ye bakıyordu. Çuki içeriye girdi.
“Kulip ışık geçidinden girince öyle şeyler yaşadım ki. Sen oraya gitsen bir
daha geri dönmek istemezsin. Ama bir sorun var. Büyük avcının halkı bizi
sevmiyor. Beni orada yaka paça yürüyen çadıra bindirip kendi yaşadıkları adına
ev dedikleri yere götürdüler. Orada ne dışarı çıkabildim ne de beni rahat bıraktılar. Sürekli sorular sordular bana.”
Dedi.
Kulip “Ne yapmayı planlıyorsun
bundan sonra. Biz dişileri de Curindi’nin yaşadığı yere götürür müsün. Biz
dişiler de orayı görmek istiyoruz.”
Çuki “İlk fırsatta sizi de
götüreceğim. Ama bak bende ne var?” dedi. Çuki deri kuşağından parfüm şişeni
çıkardı. Fıskiyesinden Kulip’in üzerine fışkırttı.
Kulip “Ne güzel kokuyormuş bu.
Kırmızı gül gibi güzel kokuyor. Acaba hangi çiçeğin sıvısı bu?”
Çuki “Bende çözemedim bunu.
Şimdiye kadar kokladığım hiçbir çiçeğin kokusuna benzemiyor. Curindi’nin halkı
bu. Akıllarını çalıştırarak böyle bir şey yapmışlar. Orada bundan daha bir sürü
var. Ama para denen şeyi onlara veriyorsun. Onlar da senin istediğini
veriyorlar dedi. Ekledi. Bak bende para denen şeyden bir tane var.”
Çuki kuşağından parayı çıkardı.
Kulip’e verdi. Kulip parayı evirdi çevirdi. Üzerindeki resimlere baktı. Çuki
“Şu resme Atatürk deniyor. Bana polisler söyledi. Ve Curindi diye bildiğimiz
kişinin büyük avcı olmadığını öğrendim. Ama büyük avcıdan daha büyüğünü
keşfettim. Curindi’nin halkı Allah diye bir ilaha tapıyorlar. Artık bundan
sonra biz de Allah’a tapacağız. Onlar bizden üstün olduğuna göre ilah olarak
taptıkları Allah onlardan daha da üstün olması gerek. Ve Allah’ın diyarına da
cennet diyorlar.”
Kulip “Allah, Allah.” Dedi kendi
kendine. Ekledi. “Kulağa hoş geliyor. Peki söyle bakalım. Allah’tan nasıl bir
şey istiyorlar onlar. Bizim gibi en güzel eşyalarını istekleri olunca Allah’a
kurban edip parçalıyorlar mı?”
Çuki “Orasını bilmiyorum. Ama
Allah Curindi gibi görünmezmiş. Bir isteğin oldu mu Allah’a şükretmen
yeterliymiş. Bizim gibi eşyalarımızı kırıp dökmek gereksizmiş.”
Çuki’nin karnı açtı. Çadırın
içindeki kuru etlerden birini aldı. Isırıp yemeye başladı. Az sonra yağmur
hafifledi. Sonra durdu. Ormanın şimdiye kadar hiç ötmeyen kuşları ötmeye
başladı.
Kamptakiler çadırlarından çıktı.
Dişiler Kulip’ten gelen kokuyu alınca hemen onun yanına geldiler. Ondaki şişeyi
ellerine aldılar. Burunlarına götürüp kokladılar. Kulip Çuki’den gördüğü
şekilde parfümü onların üzerine sıktı.
Koku avcı erkekleri de cezbetti.
Kulip onların üzerine de parfüm sıktı. Çuki “Şimdi beni dinleyin.
Çadırlarımızdaki yiyecekler sorun olacağı için hepinizi Curindi’nin diyarına
götüremem. Aklımda siz dişileri oraya götürmek var. Ama yalnızca dişileri. Siz
avcı erkekler yiyeceklerimizi ve çadırlarımızı bekleyeceksiniz. Biz bir müddet
buraya dönmeyeceğiz. Bir dahaki sefere siz avcıları da götüreceğim.” Dedi.
Dişiler heyecanlandı. Gidecekleri
yeri merak ettiler. Kendi aralarında “Curindi’nin evini mi göreceğiz acaba?”
diye söylendiler.
Çuki devam etti konuşmasına.
“Oraya gittiğimizde birbirimizden ayrılmayacağız. Ve Curindi halkının arasına
karışmayacağız. Gideceğimiz yerin ismi yeni öğrendiğim İzmir kenti. Çiğli’nin
dağlarından ortaya çıkacağız. Ve oraya gittiğimizde Curindi halkı olan hiçbir
insana görünmeyeceğiz. Ağaçların arkasına saklanacağız. Onların evlerine,
yürüyen çadırlarına bakacağız. Sonra sizi insanların olmadığı bir deniz
kenarına götüreceğim. Deniz kenarını bende merak ediyorum. Bakarsınız denize de
gireriz. Hazır mıyız?” dedi.
Dişiler Çuki’nin arkasına
dizilmişti. Çocuklarda onların yanındaydı. Çuki gözü açık rabıtaya durdu.
“İzmir Çiğli Ormanları. Biz neandertal klanı. Destur ya Curindi’nin zamanı.”
Dedi. Ve Çiğli denen yerden önüne güneş
batarken ki kızıllıkta kırmızı nurun aktığını düşündü. Işık huzmeleri oluşmaya
başladı. Huzme büyüdü büyüdü. Neandertallerin boyunu aştı. Çuki önce dişileri
ve çocukları ışık geçidine kattı. Sonra kendi girdi. Işık huzmesi de geçide
girenler de kayboldu.
Geride kalan avcı erkelerden
Kalap söylendi. “Çuki bunu yapıyorsa biz de yapabiliriz. Çuki sadece düşündü.
Ve geçit açıldı.”
Lamdap “Curindi bize güneş
rabıtasını öğretirken Çuki’nin kulağına bir şeyler fısıldamıştı. Eğer o
sözcükleri öğrenirsek güneş rabıtasını daha iyi anlayacağız. Dedi. Ekledi.
Güneşin kalbimize aktığını düşünüyorduk. Evet böyleydi. Ben birkaç kez bunu
denedim. Ama olağan üstü bir şey yaşamadım. Ne varsa Çuki’nin kulağına
fısıldanan sözler de var. Şimdi Çuki’ye bu sözleri sorsak bize söylemez.
Liderliğini devam ettirmek için bu sözleri bize söylememesi icap ediyor. Ama
bir gün bunu mutlaka öğreneceğiz. Dedi ekledi. Gelin bir ateş yakalım. Et
kızartalım. Karnım çok aç. Açlıktan midem ağrıyor.”
Lamdap’ın sözünü tuttular. Bir
ateş yaktılar.
Çuki ışığın içinden karşı tarafa
geçince kendilerini ormanın içinde buldular. Burası farklıydı. Çuki bunun
ayırdına vardı sevindi.
Aşağıda evler görünüyordu. Yürüyen
arabalar dişilerin dikkatini çekti. Dişiler memnun oldu bu gördüklerine.
Birbirilerine söylenip durdular. Çuki ile beraber dağdan aşağıya inmeye
başladılar. İnerlerken hep ağaçların arkasına gizleniyorlardı. Bir süre sonra dağdan
inmeyi bıraktılar.
Çuki “Akşam olunca dağdan tamamen
ineceğiz. Ve Çiğli’nin deniz kenarına kadar durmadan ilerleyeceğiz. Karanlığın
çökmesi bizim için çok önemli. Bizi insanlar fark ederse hem panik yaparlar hem
polis denen görevliler bizi alır götürür. Dedi ekledi. Eğer aranızda acıkan
varsa gideceğimiz yere kadar dişini sıksın. Denize vardığımızda orada balık
avlayacağız. Hiç endişe etmeyin. Denizin içinde balıkların yaşadığını da
öğrendim.”
Dişiler aç olmadığını söylediler.
Klanın çocukları da aynı şey söyledi. Aşağıdan araba kornası sesleri geliyordu.
Bu sesler klan çocuklarının çok hoşuna gitti. Kendi aralarında sesleri taklit
etmeye başladılar. Sonra Çuki’nin
uyarısı ile sustular.
Akşam olmuştu. Çuki ve dişiler
dağdan aşağıya inişe geçtiler. Bazı insanlar onları gördü. Korkarak kaçtılar
onlardan. Çuki ve klanı asfalt yola gelince hızlı geçip giden arabalardan
ürktüler. Çuki bile böyle hızlı giden arabaları ilk kez bu yolun kenarında
görüyordu. Nihayet yol bir müddet arabasız boş kalınca koşarak karşıya
geçtiler. Karanlıkta düz ovanın içinde görünmez oldular.
Yürüyerek deniz kenarına varmak
bir hayli uzun sürmüştü. Etraflarında insan emaresi olacak hiçbir şey yoktu.
Çuki klanının karnını doyurmak için mızrağı ile denize girdi. Balık avlamaya
çalıştı. Mızrağının denizde bir işe yaramadığını gördü. Balıklar hiçbir yerde
yoktu. Ve karanlık balıkları görmeye en büyük engeldi.
Çuki umutsuzca çıktı denizden.
Hemen ilerideki ağaçları fark etti. “Gelin ileride meyve bulabiliriz.” Dedi.
Ağaçlara doğru yürüdüler. Oraya ulaştıklarında Çuki ağaçları tanıdı. Bunlar
incir ağacıydı. Meyveleri olgunlaşmış koparılmayı bekliyordu. Klan tıka basa
karnını bu incirlerle doyurdu. Keyifleri yerine gelmişti artık.
Geceye doğruydu. Klanın uykusu
geldi. Sahilde kumların üzerine kıvrıldılar. Uykuya daldılar.
Sabah güneşinin ışığıyla
uyandılar. Çocuklar denize girmişti. Çuki onları uyardı. “Fazla açılmayın. Bana
bu deniz hileli geliyor. Bu deniz ırmaklara benzemez. Belki ırmağı deniz altından
akıyordur.” Dedi. Sonra deri postundan olan giysisini çıkardı. Çırılçıplak
denize girdi. Dişiler hiç oralı değildi. Avcı erkeklerin çıplaklığını çok
görmüşlerdi. Alışkındılar buna. Dişiler Çuki’yi seyretmekle yetindi.
Çuki bir an siren sesi duydu. İlerden
kendilerine doğru araba yaklaşıyordu. Çuki bunun bir polis arabası olduğunu
kısa zamanda fark etti. Çuki çocuklara
“Hemen denizden çıkın. Siz dişiler hemen
başınızı eğin. Polisler geliyor.” Dedi.
Çocuklar ve dişiler başlarını
eğdiler. Polis arabası bir siren daha çalarak oradan geçti gitti. Çuki “Oh be
kurtulduk. Şu insanlar ne çok soru sorarlar bir bilseniz. Onlara cevap vermek
için biz neandertallerin dibi düşer. Neyse bundan sonra daha dikkatli olalım.
Dedi ekledi. Burnuma et kokusu geliyor. Ama bu et insanların yiyeceğinden
geliyor olmalı. Onlarla yüz göz olmak istemeyiz. Karnımız acıkınca insanların
dünyasında geyik avlayamayız. Çünkü bu dünyada hiç geyiklerle karşılaşmadık. O
yüzden biraz daha burada kalıp geri döneceğiz.”
Kulip “Peki insanlar avlanmadan
nasıl karnını doyuruyor. Hiç mi bir şey yemiyorlar?”
Çuki “Zannedersem onlar iş denen
bir şey ile avlanıyorlar. Ama avladıkları hayvan değil. Avladıkları para denen
resimli kağıtlardan. İnsanlar önce birbirilerinin ihtiyacını gideriyorlar.
Sonra onların ellerine para veriyorlar. İnsanlar avladıkları o paralarla
yiyeceklerle takas yapıyorlar.”
Kulip anlamıştı söylenenleri.
“Tıpkı birbirimize karşılıklı verdiğimiz hediyeler gibi. Ama onların birbirine
verdikleri para.” Dedi. Sordu dişi aklıyla “Peki Çuki neden biz neandertaller
de insanlar gibi para kullanmıyoruz?”
Çuki “Bende bir gün para
kullanmanın yolunu bulacağımdan eminim. Tıpkı güneş rabıtasını geliştirip bu
zamana geldiğimizin başarısı gibi, aklımızı çalıştırıp kendi aramızda ki
hediyelerin para ile değiş tokuşunun yolu bulacağım bir gün..”
Dişilerden biri söylendi.
“Çuki’nin sözleri ne kadar akıllıca şeyler. Ama para kullanmaya başlarsak
insanlara benzemeye başlayacağız. Ve insanların
sıkıcı yaşantısı bize de bulaşacak.” Dedi.
Kulip karşılık verdi. “Sahiden
bunu düşünememiştim. Avımız bizim her şeyimiz.” Dedi.
SON
Tuna M. Yaşar