TAŞ DUVAR
Yetimhanenin demir kapısından derin
bir rüyanın ortasından uyanırcasına çıktım, yürüyorum. Sırtımdaki çantaya
yurttan gelişigüzel ne bulduysam tıkıştırmışım. Biraz kıyafet, küçük elektrikli
plastik bir cezve, filede bilyeler, birkaç kitap, bir küçük defter,
arkadaşlarımın küçük hediyeleri. On sekiz yaşıma basmış, büyümüştüm, artık
yetimhaneden ayrılık vakti gelmişti. Avlu boyunca kaygılı düşüncelerle
yürürken, gözüm sürekli, yurdun geniş bahçesini çepçevre kuşatan taş
duvarlarda. Ah duvarlar! Dinleyen, duyan düşünen taş duvarlar. Yarık
kirişlerinde bin bir çeşit anı, anılar içinde hüzün, hüzün içinde neşe
barındıran duvarlar, taş duvarlarımız. Üzerlerinde yansıyan gölgeler arasında
yaşanmışlığın ağır yükü, ey taş duvar bakma bana öyle, ruhum öyle kırık ki, sen
de bakma ardın sıra kederle. Hem bıktım artık senden ve senin yüzünden. Sakın
ciddiye alma sana yıllardır ellerimle dokunarak, sevmelerime, gülmelerime,
dertleşmelerime aldanma. Aldanma timsah
gözyaşlarıma hem sen ne de olsa diğer duvarlar gibi bir başka taş duvar, ben
senden bıkmış yorgun yolcu. Bakma bana öyle göz kırparak, inanmayarak. Çek git
yoluna kurtuluyorum senden ve senin gibilerden. Benim için uçmak vaktidir
artık, kuş kafesten uçtu mu taştan kafesini bir daha arar mı sorar mı sanırsın?
Hem sen kimsin ben kimim? Sahi kimim ben, sahi kimsin sen? Kimsin sen
arkadaşım? Bir daha arar sorar mıyım seni, yazar mıyım üzerine yamuk yumuk
yazılar? Sarılır mıyım sana bir ana kucağı arzusuyla? Öpüp koklar mıyım
sanırsın seni, hadi ordan, hadi ordan. Yol boyu burnumun direği sızlaması da
seni yanıltmasın, biraz kızgın, biraz da yorgunum o kadar. Gidiyorum işte ardım
sıra bakmadan. Ah duvarlar! duvarlarımız; sessiz konuşan, dinleyen,düşünen,
hisseden duvarlar.Sen ki güneş ışığıyla solmuş bir duvar, ben duvarlar altında
yorgun bir başka duvar. Bak çocuklar ne güzel oynuyorlar neşeyle kucağında, bak
birisi gökyüzüne uçurtma uçurmuş, gözleri gök kubbede, ağzı açık sanki ağzını
kapatırsa uçurtma uçmayacak. Sen iyisimi iyi bak onlara, sen yine sıkıca bağrına
bas, nedensiz, sorgusuz dinleyerek. Duygulandın mı sen yine seni sulu göz,
ağlayıp dövünüp de ağıt yakma yine. Yüzünde soldu bak, ne bekliyorsun yine
benden, bırak beni gideyim. Ben de mi ağlıyorum, ağlıyorsam sana ne, gözüme toz
kaçtı yine, inanmazsan inanma. Hem sen ne de olsa duvarsın, ne verebilirsin ki
bana ellerinle. Anılar mı kirişlerinde saklı anılardan da sıkıldım senden de.
Sen de basit duvarlardan bir başka yorgun duvar. İkimizin de yorgun olması seni
ümitlendirmesin. Yüreğimi bir daha doğrultmam sana. Hem seninle konuşana deli
demiyorlar mı? Sende kaç kez duydun Kemal hoca bizi kaç kez bastığında
dediklerini; “Oğlum deli misin mal mısın sen duvarlarla konuşulur mu? Senin
gidişat iyi değil iyice zıvanadan çıktın” Adam haklı oğlum seninle konuşana
deli derler mal derler, mal mıyım oğlum ben? Sen kimsin lan sahi sen kimsin
sahi ben kimim? Bir daha uyar mıyım sana, sana uyanın adı iki olsun. Sen
aldanma yüreğimin kabarmasına sen iyisi mi iyi bak onlara, yüreği henüz yosun
tutmamış şu çocuklara. Hem sen de unutursun beni, adımı bile unutur siler
gidersin anılarımla beraber. Sahi unutur gider misin? Unutman mümkün değil mi?
Harbi mi lan doğru söyle yürekten söyle, özler misin beni. Ne özlemesi bırak
şimdi, beni kim ne yapsın, kim ne yapsın oğlum beni, benim gibi kara kuru
kimsesiz birini. Daha nereye gideceğim bile belli değil. Yanımda mısın, benimle
misin, sen ey taş duvar, tamam acıyla inleyip yüreğimi dağlama, gardımı
indirdim, bak yine sen kazandın, seninle kaybetmek ne de güzel. Darılmadın değil
mi bana, ha gönül koymadın dimi? Sen ey şefkat dolu taş duvar, aldırma
şekvalarıma, aldırma dilimin karalığına zira kederim ayrılık acısından. Senden
ayrılmak yanık bağrıma taş gibi oturdu. Şimdi ayrılık elemi içimi dağlayıp
duruyor. Sen ki en iyi arkadaşım, dert ortağım, sen ki sadık dost, yufka
yürekli koca adam, anam babam gardaşım, şimdi dalgaların kıyımı dövüyor. Ah
duvarlar! Dinleyen, duyan düşünen taş duvarlar. Yarık kirişlerinde bin bir
çeşit anılar, anılar içinde hüzün, hüzün içinde neşe barındıran taş duvarlar,
taş duvarlarımız. Ah duvarlar! duvarlarımız; sessiz konuşan, dinleyen,düşünen,
hisseden duvarlar.Sen ki güneş ışığıyla solmuş bir duvar, ben duvarlar altında
yorgun bir başka duvar, elveda dostum, elveda dert ortağım,elveda anam elveda
babam, elveda yufka yürekli koca adam.....
Yurdun bahçesinden de
hışımla kaçarcasına çıktım, karşıdaki denize doğru yöneliyorum. Önümdeki ana
yolda beklemekteyim; arabalar deli danalar gibi vızır vızır geçiyor önümden.
Omuz silkiyorum bana ne ne lan acelenizden basın gidiniz hepiniz de alayınız
basıp gitsin. Arabalara posta koymaktan haz alıyorum derken arabalar basıp
gidiyor korkuyorlar benden. Karşıya bir savaşı kazanmış komutan edasıyla
geçiyorum. Denizin ferah kokusu sahile vurmuş, güneş tepemde beni ısıtıyor,
yanağımda gözyaşlarımın tuzlarıyla yaktığı yerleri siliyorum kolumun kenarıyla.
Deli gibi açıkmışım, yanı başında simitçi olan, deniz kenarındaki bir banka
oturuyorum. Ceplerimi yokluyorum, cebim hayli mangır dolu. İki yıldır yurttan
çıkarılacağımı bildiğimden devlet babanın verdiği aylıklardan ve burslardan
baya para biriktirmişim. Paranın da verdiği bir özgüvenle yandaki simitçiye
sesleniyorum; hışşt kardeşim bana ordan susamı bol bir simit yanına da sıcak
çay getirsene. Adam bana şöyle bir imalıca bakıyor ardından bir simit sarıyor
gazete kağıdına, yanına köpük bir bardak çıkarıyor dolduruyor güzelim çayı.
Alıyorum keyifle oh mis, simit, sıcacıkmış lan böylesi her zaman denk gelmez,
bir elime de çayı, ulan çay gibisi de var mı be. Simitten bir ısırık alıyorum,
öyle susamlı ki ısırırken yanaklarıma dökülüyor, eee meşhur Samsun simidi ne de
olsa diyorum, üstüne çay içiyorum oh kebap, ulan diyorum ulan bu anı dünyaya
değişmem. İçimdeki acıyı saklamak istercesine, hem özgürüm oğlum artık diyorum,
dilediğim yere dilediğim zaman gidebilir, koşabilirim. Kimse de karışamaz bana
kimseye de hesap vermek zorunda değilim. Kafa nereye ben oraya diyorum gülerek.
Derken başımı içimde Farid Farjad çalarcasına sağa sola sallıyorum, yurtta bir
hoca nöbetçi olduğunda saatlerce bu adamın kemanı inletmesini dinlerdi. Biz de
alışmış pek sevmiştik. Karşımda engin deniz kıyıyı dövüyor, derken yetimhanenin
taş duvarları geliyor aklıma, sahile vuran suyun ak köpüklerinin silinişini
kayboluşunu seyre dalıyorum bir zaman, hüzünleniyorum.
Çantamın içinden bir
kitap çıkardım, simit üstü çayın üstüne kitap iyi giderdi, kafamı dağıtırdım
biraz. Cahit Zarifoğlu, adı gibi kendide zarif bir adam, kitaplarını okudukça fark ettim zarifliğini,
derinliğini, güzelliğini. Yurtta beş altı kitabını okumuştum. Çok tatlı bir
üslubu var onu okudukça kendimi iyi hissediyor, rahatlıyorum. Hem adam insan
halinden anlıyor tepeden bakmıyor insanlara, gönülden bakıyor. Otuz kırk sayfa
kitap okuduktan sonra tekrar denizi seyre dalıyorum. Çocuklar, arkadaşlarım
geliyor aklıma, Çivi Yaşar, Hödük Kazım, Taş Kafa Emrah, Paçoz Ramazan, Manyak
Cemil, Tilki Fikri, hepsi her biri burnumda tütüyor. Hepsiyle de dün akşam
vedalaşmıştım, Yurtta yiyeceğim bu son akşam yemeğinde menüye şöyle uzunca
bakıp kalmıştım, ne kadar güzel gelmişti gözüme, kapuskayı da bamyayı da
yiyebilirdim. Ve yemekhaneyi dolduran yüz küsur çocuk, ne kadar coşkunlar,
yüzlerinde tebessüm, gırgır şamata, geçmişlerinden geçmişin izine çektikleri
sünger eskimiş doğrusu. Ne de güzel bakıyorlardı bana öyle, her biri üzülme
oğlum biz yine beraberiz sadece yattığımız mekan farklı kalacak, biz yine
gündüzleri buluşacağız, atari oynamaya, sahilde sürtmeye koşacağız,
eğleneceğiz. Bir diğeri oğlum haline şükret senin yerinde olmak için neleri
vermezdim, özgürsün oğlum ne başında nöbetçi hocası, ne de seni engelleyen bir
lavuk, alayından kurtuluyorsun. Senin yerinde olsam kutlama havasında olurdum.
Bir diğeri oğlum konuşması kolay adamın kalacak yeri, gidecek evi mi var?
Uzaktan davulun sesi hoş gelir, açlık nedir bilir misin sen? Açlık adamın
anasını ağlatır, açlık adamı şöyle bir silkeler, muma dönersin. Haydi, pamuk
eller cebe adama para lazım, harçlıklarınızdan verin üç beş kuruş. İtiraz
ettimse nafile yaklaşık yirmi kişi ceplerindeki paranın birçoğunu arkadaşın
avcı şapkasının içine doldurdu. Duygulandım, adamsınız lan siz adamın dibisiniz
deyip ağladım, tek tek vedalaştık, ağladık sarıldık birbirimize. Çay faslında
dedim ki bakın birbirinizi tutun, buranın kıymetini bilin, bir elimiz yağda bir
elimiz balda devlet baba bize iyi bakıyor. Biz bir aileyiz, birbirinizi hor
görmeyin. Bizi bizden başka kim anlar, benim için de rabbimize dua edin sonumuz
hayır olsun kardeşlerim dedim. Beni anlamışçasına gözlerimin içine baktılar. Ah
dostluk, yaralarını saracak bir başka yaralı varsa yanında çektiğin acılar
tesirini yitirmeye başlıyor. İnsan sevdiklerinin kıymetini bilmeli. Yatakhanede
çıkıp bir ton abur cubur yedik, film izledik, güldük, eğlendik. Grup hocası
yasaklasa da cezvede kahve yaptık, keyifle içtik, mutluyduk.
Her birimizin bir başka
hikayesi vardı. Kimisinin ana babası ayrılmış çocuk ortada yük olarak
kalakalmıştı. Kimisi daha doğduğunda hayatın sillesini yemiş göbek bağını
kesilir kesilmez kendini cami avlusunda buluvermişti. Kimisinin anasını, babası
gözünü kırpmadan öldürmüştü, ana mezara, baba cezaevine çocuk yetimhaneye
verilmişti. Kimisi kendini çöp konteynırında buluvermişti, bebek haliyle
ağlayıp sesini duyuramasa çöplerin arasında ölüp gidivermişti. Kimisi babasını
kaybetmişti, ana şizofren hastasıydı akıl hastanelerinde yatıyordu. Kimisi
gayrı meşru çocuktu, ona katlanılamazdı biran önce ortadan kaybolmalıydı.
Kimisi en büyük zulüm ve işkenceleri ana ve babasından görmüştü. Aralarında
babası tarafından pazarlanıp ilk fırsatta kendini kurtarıp yurda sığınanları
kızlar da. Yetişkinlerin ceremesini, onların sorumsuzluklarını,
dengesizliklerini, puştluklarını da biz çekiyorduk. Kızgındık, kızgın olmakta
haklıydık da. Aralarında çaresizliklerinden çocuklarını yetimhaneye bırakan nur
yüzlü anneler de vardı, onlar çocuklarını unutmuyorlar sürekli ziyarete
geliyorlar, şefkatle evlatlarını kollarına sarıyorlardı, gözyaşı döküyor,
unutmuyorlardı. Onlara kızmıyorduk bilakis hak veriyorduk.
Yurttan gece yarısı
gizlice kaçışlarımız geliyor aklıma, duvarların üstünden kameraların görmediği
o bir metre yeri keşfettiğimde hepsi nasıl da mutlu olmuşlardı. Ertesi gece
kimsenin ruhu duymadan yurttan kaçmıştık. Soluğu yine sahilde almıştık, peşine abur
cubur yiyip tenha sokaklarda dilediğimizce gezmiştik. Bir de o gece nöbetçi
hoca pinpirikli cemil değil miydi? Kaçmadan önce güzellikle bakkala gitmek için
izin istediğimizde biz daha hocam iiii demeden telaşlı yüzüyle hayır çocuklar
olmaz olmaz mümkün değil demişti. Yaşar ise hocam biz de zaten izin
istemeyecektik, hocam i-yi-mi-siniz diyecektik diye makaraya sarmıştı,
gülmekten kırılmıştık. Biz sana izin vermemek nasılmış gösteririz dercesine pis
pis sırıtarak katımıza çıktığımızda hoca arkamızdan bakakalmıştı.
Denizi seyre dalıyor,
dalgalar önüne geleni şiddetle kıyıya savuruyordu. Denizin bu öfkesi bana
yurttan arkadaşım Yusuf’u hatırlatmıştı. Deniz Yusuf’u da böyle şiddetle kıyıya
savurmuştu, hepimiz çaresiz bakakalmıştık, ruhumuzun her köşesi donup kalmış
irkilmiş, çırpınıp durmuştuk. Çırpınmak nafileydi, Yusuf’un o temiz yüzü ölümün
soğukluğunu içine çekmişti bir kere. Karadeniz’in sularında boğulduğunda henüz
on beş yaşındaydı. Yetimhaneye verildiğinde dokuz yaşındaydı. Annesi vefat
ettikten sonra babası çocuğu boş verip karıyla kızla gönül eğlendirmeye
dalmıştı. Amcaları teyzeleri el atmıştı Yusuf’a, onlarda sığdıramadılar koca
dünyada dumanı tüten ocaklarına. Yurda getirdikleri günü hatırlıyorum ne
vaatlerle çocuğu teselli edip basıp gitmişlerdi. Bir daha da ne gelen vardı ne
giden, unutmuşlardı. Sara hastasıydı Yusuf, bunaldığı vakitlerde kriz
geçiriyordu; yere yığılıp kendinden geçiyor, yerde ayaları elleri çırpınıp
debelenip duruyor, dilini ısırıyor yutmaya kalkıyordu. Biz ne olduğunda önceleri
anlam veremiyor hocaları çağırıyor, elimizden geleni yapmaya çalışıyorduk. Kriz
bittiğinde hiçbir şey hatırlamıyordu. İçine kapanık bir çocuktu bize uyum
sağlamakta çok zorluk çekti ancak zamanla alıştı. Yanımızdan ayrılmaz olmuştu
sıkı dost olmuştuk kendisiyle. Ailesi, babası onu terk edip gittiğinde anlam
verememişti. Niye ki diyordu hayat bu kadar zor olmamalı diyordu ulan diyordu
yazıklar olsun size sığdıramadınız beni diyordu, kendi kendine dertleşiyordu.
Ben de ilerde görmicem sizi tanımam artık, beni mumla arayacaksınız diyordu
ancak sonra özlüyor yana yakıla babasını arıyordu. Adamın umurunda değildi bir
türlü iletişime geçmiyordu. Sonunda onlardan ümidini kesti. Ümidini kesince
kendini eğlenmeye verdi umursamaz bir yapıya büründü. Daha sonra durgunlaştı
namaza falan başladı, sürekli kitap okumaya ibadete verdi kendini. Çok güzel
bir yapıya bürünmüştü, o kadar sakinleşmişti ki hiçbir şey onu sanki şaşırtamaz
üzemezdi artık. Sanki büyümüşte küçülmüştü, güzel ahlaklıydı, bizden küçük
olduğu halde bize abilik yapmaya başlamıştı. Yirmi otuz kişiye namaz kılmayı o
öğretmişti. Sabah namazına kaldırıyordu bizi bir kılıp bir bıraksak da tekrar
başlıyor ne yapsak o kar diyorduk. Elindekini avucundakini bizimle paylaşırdı.
Bir keresinde paradan nefret ettiğini söyledi devletin verdiği aylığını bize
dağıtmaya kalktı, ben yok artık dedim oğlum iyi misin kendine gel falan dedim.
Umurumda değil lan dedi parasız daha özgür hissediyorum falan dedi. Anlamakta
güçlük çekmiştik yumulmuştuk paraya. Sana lazım olduğunda bizden iste verelim
falan dedik ki huzurla harcayalım. İyi ıslık çalardı, biz hayran kalırdık;
dilini ağzında öyle kavisli hareket ettiriyordu ki neşelenmemek elde değildi.
Çaldığı ıslığa bu çığırtkan Yusuf ıslığı derdi. Öldüğü gün hava çok güzeldi,
yazın en tatlı havalarından biriydi. Gökyüzü masmaviydi, umut doluydu, neşe
doluydu. Beş arkadaş denize gidecektik. Sabah güzel bir kahvaltı yaptık her şey
iyi gidiyordu. Yusuf’a denize gelmemesini söyledim sara krizi geçirmesinden
korktuğumu belli etmeden onu engellemeye çalıştım dinlemedi. Bizimle eğlenip
zaman geçirip kafasını dağıtmak istiyordu. Bir de sanki bir güç bizi denize
çekiyordu, o kadar istekliydik ki fazla düşünmeden denize gittik denizin tuzlu
suyuna daldık hep beraber. Yüzdük yüzdük, yarış falan yaptık, deve güreşi
oynadık. Deniz kenarında karpuz ekmek yedik, tekrar denize daldık, çok
eğleniyorduk. Yusuf karpuz ekmek yerken iyi ki geldim çok eğlendim, deniz çok
güzel yatak gibi dedi. Dediği gibiydi deniz yatak gibi pürüzsüzdü, sıcacıktı.
Derken denize daldık ileri açılmaya başladık, keyifle yüzüyorduk. Bir ara Yusuf
bizden ayrıldı tek başına ayrı yöne doğru açılmaya başladı. Biz oyun oynarken
pek fark edemedik. Az zaman sonra baktım Yusuf yanımızda değildi, çok fazla
açılmıştı. Bağırdık çağırdık korktuk, uzaktan seslendi; geliyorum merak
etmeyin, siz devam edin dedi. Onu denizin içinde dikkatli gözlerle izlemeye
başladım içime bir kurt düşmüştü. Uzaktan bize doğru yüzüyordu sonra birdenbire
bir şey oldu, ilerlemiyor olduğu yerde çırpınmaya başlamıştı. Denizin içine bir
diriyor hışımla geri çıkıyor tekrar denizin içinde görünmez oluyordu. Hemen ona
doğru yüzmeye başladım kulaçlarımı elimden geldiğince geniş atıyor hızlı hızlı
Yusuf’a doğru yüzüyordum. Yüreğimde kederin ve korkunun tarif edilmesi ateşi vardı.
Yanına varmama yakın gördüm ki Yusuf denizin ortasında sara krizi geçiriyordu,
o anki acımı ve telaşımı tarif edemiyorum çılgına dönmüştük. Yanına
yaklaştığımda denizde hareketsiz yatıyordu. Derken aramıza kocaman bir dalga
girdi bizi kuvvetlice savurdu, Yusuf’u içine aldı götürdü, görünmez oldu. Ne
kadar çabaladıysam da onu bulamadım. Ayaklarıma kramplar giriyordu güçlükle
karaya vardım. Hıçkıra hıçkıra ağlıyorduk insanlar çığlıklarımıza
toplanmışlardı. Arkadaşlar yurda haber vermişler yurdun müdürü ve hocalar
sahilde bizimleydi. Olanları onlara anlattık sonra dalgıçlar geldi Yusuf’u
aramaya başladı, bulamadılar. Deniz Yusuf’u ancak bir gün sonra kıyıya savurdu.
Sahile ölüsünü almaya geldiğimizde sanki onu yeniden kazanacağımıza dair bir
umut vardı içimizde. Yusuf ölmemiş bize geri dönecek, güzel yüzüyle bize
şakalar yapıp güldürecekti. Bizi yine sabah namazlarına kaldıracaktı, aynı
safta namaza duracaktık. Sahile vardığımızda avunmak istediğimiz hayallerden
ölümün soğuk yüzüyle uyandık. Ölüm nasıl da değiştirmişti bu genç çocuğu. Sanki
bir başkasının cesediydi kıyıya vuran. Umudumuzu yitirmiştik o gün ailemizi
kaybetmiştik. Yusuf’un babası ve diğer aile üyeleri ölümünden sonra ziyarete
geldiler, pişmanlık gözyaşları döktüler. Babasının maddi durumu da çok iyiydi
ancak Yusuf ona yüktü ayak bağıydı, istediği oldu Yusuf’u tamamen kaybetti
artık dilediğince kadınla gezip tozabilir yiyip içip keyfedebilirdi. Yusuf’u
aldı kucağına sarıldı ağladı beni affet beni affet diye bağırarak ağlamaya
başladı. Ağlamanın dövünmenin bir faydası yoktu artık o artık başka bir
âlemdeydi. Döktüğümüz gözyaşları onu geri getiremezdi. Yusuf’um dostum, kader
arkadaşım ne çok özledik seni, senin ayrılığın bizi ne denli dönüştürdü bir
bilsen. Rabbim mekanını cennet etsin, seni çok sevdik, yüreğimiz seni çok sevdi
ve sen rabbini de çok severdin. Bu dünyada gün yüzü görmedin ahirette gün yüzü
göreceğine bütün ruhumla inanıyorum.
Denizin hoyrat
dalgaları arasından dostumu kaybetmenin hüznüyle uyandım, gözyaşlarımı sildim,
sahil boyunca yürümeye başladım. Nereye gideceğimi bilmiyordum nereye
varacağımı da. Mevla görelim neyler neylerse güzel eyler diyorum, derken
unutuyorum derdi kederi yüreğimde bir başka umut, ağzımda Yusuf’un çaldığı
çığırtkan ıslığı, ruhumda taş duvarlar. Ah duvarlar! Dinleyen, duyan, düşünen
sessiz duvarlar, taş duvarlarımız...
SON
Yazarın
Önceki Yazısı