Makale / Araştırma

Eklenme Tarihi : 29.12.2018
Okunma Sayısı : 1403
Yorum Sayısı : 10

ESKİDEN SANATA,SANATÇIYA, BASINA  ÖYLESİNE  BİR  SAYGI  VARDI,  ÖYLESİNE  BİR  HÜRRİYET VARDI  Kİ (!) NE  SİZ  SORUN  NE  BEN  ANLATAYIM.

Mehmet  Akif'in  ''Şark ''  Şiirini  okudunuz  mu  bilmem.

Şöyle  bir  şeydir:

Musallat, hiç göz açtırmaz da Garb’ın kanlı kâbusu,
Asırlar var ki, İslam’ın muattal, beyni, bâzusu,
"Ne gördün, Şark’ı çok gezdin? " diyorlar. Gördüğüm yer yer
Harap iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler,
Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar,
Buruşmuş  çehreler, tersiz alınlar, işlemez kollar;
Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar.
Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar;


Şiir  uzundur  aslında...

Bu  şiir,  Mehmet  Akif'in  tüm  şiirlerini  topladığı  Safahat  adlı  kitabının  7. Bölümünde  yer  alır. 

Edebiyatla  az  da  olsa  ilgisi  olan  herkes  Safahatın  ''Gölgeler ''  bölümünü  de, bahsettiğim  ''Şark ''  şiirini  de  bilir.  Peki  Safahatın  '' Gölgeler ''  bölümünün,  dolayısıyla  da  bu  şiirin  bir  dönem  Türkiye'ye  sokulmadığını,  bu  bölümü ihtiva  eden  2175  adet  kitabın bir  kısmının  imha  edildiğini,  bir  kısmının  geldikleri  yere,  yani  Mısır'a  geri  gönderildiğini   kaç  kişi  bilir?

Evet  1925  yılında  Türkiye'den  ayrılıp  Mısır'a  giden  Mehmet  Akif, on  bir  yıl  süren  bir  gurbet  ve  hasret  döneminden  sonra  siroz  hastalığına tutulmuş,  artık  son  günlerini  yaşadığını hissedince  de  vatanında ölmek  üzere  16  Haziran  1936  da  Türkiye'ye  dönmüştür.

Dönmesine  dönmüştür  ama  1925  den  beri -  yurt  dışında  olduğu  halde-  attığı  her  adım  takip  edilen  Mehmet  Akif  bu  son  günlerinde  de  takipten  kurtulamamıştır.  Hatta  öldüğünde  ve  hatta  öldükten  sonra  bile...Türk  istihbaratına  göre  o  İstiklal  Marşı  Şairi  Mehmet  Akif  Ersoy  değil  ''  İrtica-906''  dır. Mehmet Akif  ile ilgili  yazışmalarda  ondan  ''İrtica 906''  diye  bahsedilmektedir.

Akif'in Türkiye'ye  gelişinden  hemen  sonra  25  Ağustos  1936  da  Mısır'da  yayınladığı  '' Gölgeler  ''  adlı  kitabın  2175  adedi  İskenderiye  limanından  İstanbul'a  gönderildi  ama  bu kitaplar  ''“Arap harfleri ile basıldığı, muhteviyatı irticaî propagandalarla dolu olduğu  ve zararlı yazılar ihtiva ettiği” gerekçesi  ile  on  kadarı delil  olarak  alıkonuldu, geri  kalanın  bir  kısmı  imha  edildi,  bir  kısmı  ise  Mısır'a  gerisin  geri  gönderildi. (  4. RESİM  ) 

Ancak  hemen  belirtmekte  yarar  var: Bu  sansür  veya  engelleme  ilk  kez ve  sadece  Mehmet  Akif'e  karşı  yapılmış  bir  şey  değildi.  1934  yılında  Cumhuriyet  Gazetesi  de Yunus  Nadi'nin  bir  yazısı  sebebiyle 27  Ekim 1934 - 5  Kasım  1934  tarihleri  arasında  kapatıldı.  Yunus  Nadi  Mustafa  Kemal'in  TBMM  de  söylediği  ''  "Bugün dinletilmeye yeltenilen musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır" cümlesini "Bugün acuna dinletilmeye yeltenilen musikî bizim değildir" şeklinde  yayınlayınca   "Hükümetin genel politikasına aykırı yayınlar yapmak", suçu ile kapatıldı.

Evet,  hükumetin  genel  politikasına  aykırı  yayın  yapmak  suçtu. ( II.  Abdülhamit  dönemine  İstibdat  Devri  diyenlerin  kulakları  çınlasın. )

Peki  o  dönemin  sansürleri  sadece  bu  iki  örnek  miydi?

Değildi  elbette.

Mesela 

1925  de  çıkarılan  Takrir-i  Sükun  kanunu  sebebiyle (  Türkiye'deki  ilk  sıkıyönetim  kanunu  budur. )  Kazım  Karabekir  Paşaya  sansür  konmuş  ve  Anadolu  Ajansına ''  Kazım  Karabekir'in beyanları dikkate alınmayacak ve ondan asla bahsedilmeyecektir.''  Diye  talimat  gönderilmiştir.

Öylesine  sansürler  vardır  ki  aklınız  durur.  Mesela  Meteoroloji  tahminlerinin  yasaklanması,tren  kazası  haberlerinin  yasaklanması, un,  şeker  vesair  maddelere  yapılan  zamlarla  ilgili  haberlerin  yasaklanması  hatta siyah  kareler  ile  gamalı  haç  yapıldığı  için  gazetelerin bulmaca  köşelerinin  yasaklanması  gibi...( 1940  lı  yılların sansürleri  bunlar ) 

Tekrar  Mehmet  Akif'e  dönecek  olursak:

27  Aralık  1936  da  hayata  gözlerini  yuman  Mehmet  Akif'in  dirisinden  korkulduğu  kadar  ölüsünden  de  korkuldu  ve  bu  korku  sebebiyle  cenazesine  devlet  erkanından  hiç  kimse  katılmadığı  gibi  bir kaç  üniversite  hocası  ve  300-  400  üniversite  öğrencisi olmasa  neredeyse  tamamen  yalnız  bir  şekilde  defnedilecekti  istiklal  Marşı  şairimiz.

Neden  böyle  olmuştu  peki?  Çünkü  Mehmet  Akif'in  cenazesine  katılmak  ''  Mürteci ''  olarak  damgalanmaya  sebep  olacaktı  ve  bu  damgayı  yiyen  de  o  dönemlerde  kolay  kolay  iflah  olmuyordu. 

Nitekim  İstanbul  Valiliği  Mehmet  Akif'in  cenazesine  katılanları  tek  tek  tespit  etmiş  ve  İçişleri  bakanlığına  rapor  olarak sunmuştu. Cenazeye  katılanlar: Saylavlardan ( Milletvekili ) Fadıl  Ahmet, Şair  Yahya  Kemal  Beyatlı, Profesör  Muhittin, General  Deli  Fuat'ın  oğlu  Esat Fuat, Çolak  Sekahattin, Tüccar  Emin  Vasfi,  Kuleli  Askeri  Lisesi  Edebiyat  Muallimi  Tahirü'l  Mevlevi, Suudu'l  Mevlevi, Fuad  Şemsi, Gazeteci  Feridun, Üniversite  ve  Askeri  Tıbbiye talebeleri.( 5. Resim tam  olarak  okunursa  daha  teferruatlı  bilgi  edinilecektir. ) 

Ölümünün  üzerinden  tam olarak  yirmi  altı  sene  geçtikten  sonra  bile  (27  Aralık  1962  de  yani)  Mehmet  Akif'i  anmak  hatta  bu  anma  esnasında  ezan  okumak  '' İrticai  davranış ''  olarak kabul  edilmiş ve  bu  ezanı  okuyan Sami  Canatan  adlı  şahıs  Cumhuriyet  Savcılığına tevdi  edilmiştir. ( 6. Resim tam  okunursa  daha  teferruatlı  bilgi  edinilecektir ) 

Bu  arada  hemen  belirtelim  ki  Mehmet  Akif   hiç  bir  zaman  mürteci (  gerici  )  olduğunu  inkar  etmemiştir. Ancak  o  çok  farklı bir  mürtecidir  ve bu  farkını  aynen  şöyle  dile  getirir: (İlginçtir  ki  bu  şiirin  son  üç  dizesi  de  sansüre  uğramıştır. O  üç  dize  okunmaz.  Bu  şiiri  arayacak  olursanız  o  son  üç  dizeye pek  çok  yerde  rastlayamazsınız. ) 

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; 
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. 
Biri ecdadıma saldırdımı, hatta boğarım! ...
-Boğamazsın ki! 
-Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam; 
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale; 
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale! 
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? 
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum! 
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! 
Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! 
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticâın şu sizin lehçede ma'nâsı bu mu?
------------
--Sansürlenen  üç  mısra--

İşte ben mürteciyim gelsin işitsin dünya 
Hem de baş mürteciyim çatlasanız patlasanız
Hadi assın beni kanununuz yahut yasanız.

Şiir  bir  sanat,  şair  bir  sanatçı  ise  Mehmet  Akif'e  reva  görülenler,  diğer  sansürler  sanata  ve  sanatçıya  saygı  ile  nasıl  izah  edilebilir  okuyucunun  takdirine  bırakıyorum.

Bir  başka  önemli  husus  da  şu:

Yazılan  bir  yazı  ya  da  söylenen  bir  söz,  bir  sanatçının  kaleminden  ya  da  ağzından  çıkmış  ise - yazılan  veya  söylenen  her  ne  olursa  olsun-  ''  Sanatçıdır,  söyler.  Ona  itiraz  edilemez.'' Diyerek  sineye  çekmemiz  mi  gerekiyor?  Ya  da  da  eleştirir,  tepki  koyarsak  ''Mizahtan  anlamayan  dinozorlar''  mı  oluyoruz?

Eğer  öyleyse 7. Resimdeki  karikatür  neden  yerden  yere  vuruldu?  Neden  ''Alt  tarafı  bir  mizah ''  denmedi?  

Ya  da  10. Resimdeki  kitap  Türkiye'de  neden  basılamadı?  Eğer  basılsaydı  ve  dağıtılsaydı  yazarının  başına  neler  gelirdi? 

O karikatürün  de  kitabın  da  Necip  Fazıl  Kısakürek'e  ait  olduğu  söyleniyor. ( Karikatürün  ona  ait  olduğu  neredeyse kesindir. Kitabın  ona  ait  olduğunu  ise  Mustafa  Armağan  söylemiş...) 

Karikatürdeki  figür  Atatürk... Böyle  bir  karikatüre  verilen  tepkiyi  de  gazete haberinde  görüyor  ve okuyorsunuz sanırım...Yani öyle  ''  Alt  tarafı  mizah ''  denmemiş. Hükumeti,  savcıyı  hatta  gençliği vazifeye  çağırmış  bir  gazete ( 8. Resim ) 

  Kitaba  gelince:  Adı  ''Racilü's  Sanem''  Yani: '' Put  Adam ''  Kitap rivayete göre  1975 de Necip  Fazıl  tarafından yazılmış  ama basılamamış. Basım  işi  Arapça  olarak  Lübnan'da  1978 yılında  yapılmış.   İçinde  Rıza  Nur'un hatıraları  da  dahil  Atatürk  aleyhine  pek  çok  şey  var.

Mesela  Almanya'da  Cemalettin  Kaplan  ve  oğlu Metin  Kaplan bu  kitabı  çok  tutmuş. Kitapta “Honhavari” (kana doymayan) “Put Adam” olan, yalnız Türkiye’nin değil, İslam âleminin deccali bulunan “M. Kemal”i nesl-i cedide( Yeni  nesile ) tanıtabilirsek herhalde, Rabbi’mizin huzuruna çıkarken elimizde bir belge olur inşaallah!''  deniliyor.

Kitap  hakkında  verilen  bilgi  de  şöyle: 

''Bu kitap; önce Osmanlıca olarak,  “Sabık Türk Zabıtı” olan bir asker tarafından yazılmış, kendi nesillerine bir zarar gelmesin diye ismini de gizli tutup, müsammasına uygun olsun diye ismine de “Put Adam” koyarak kitabı neşretmiştir.''  Deniliyor. 

Şimdi  bu  kitap  Türkiye'de  Türkçe  olarak  basılsa  ve dağıtılsa ve  gerçekten  de  Necip  Fazıl'a  aitse  ''Hımmm.  Madem  Necip  Fazıl  yazmış  o  halde  sanatçıya  ve  sanata  saygı  gösterip  sesimizi  kısalım. Alt tarafı  biraz  mizah  yapmış. Fikir  özgürlüğü  denen  bir  şey  var  hem...''  Diyebilecek  kaç  tane  demokrat(!)  ve  aydın(!)  vatandaşımız  vardır  acaba?

Mesela  9.  Resimde  Atatürk'ü  bir  horoz  gibi  ve  oldukça  çirkin  çizen  karikatüre  hiç  tepki  gösterilmemiş.  Çünkü  o  karikatürde Atatürk, kendisine  muhalefet  eden  Yunus  Nadi'yi  kaçırtırken  onun  avukatı Haydar  Rıfat'ı  pençelerinin  altına  almış.  Ama  7.  Resimdeki karikatürde Atatürk'ün  başında  silindir  şapka  ve  elinde  bir  bardak  var  diye Hükumet, Cumhuriyet  Savcıları,  Gençlik  göreve  çağrılıyor. 

İşte bazılarının  ahlaya  oflaya,  hatta  ağlayarak  ''  Eskiden  hoş  görü  vardı.  Sanata  ve  sanatçıya  saygı  vardı  '' dediği  günlerde  sanat  ve  sanatçıya, basına  böylesine  bir  saygı,  sevgi, hoşgörü ve hürriyet vardı. Ama  yine  de ''  Sanatçı,  sanatçılığını  bilmeli,  o  ağır  yükün  sorumluluğunu  taşımalıdır''  deyince  ''Dinozor''  oluruz. 

Velhasılıkelam  şu  ''  Dinozor''  kavramını  da  enine  boyuna  masaya  yatırmak  gerekiyor  sanırım. Fikir  özgürlüğü  nedir,  mizah  nasıl  bir  şeydir  anlayalım  ki  yanılıp  da  dinozorlaşmayalım  değil  mi? 

Yazılan  ve  söylenen  her  şey -  ne olursa  olsun- fikir  özgürlüğü  ise  hiç  bir  şeye  ağzımızı  açmayalım.  Yok  ''Hiç  kimse  bir devletin  başkanına  hakaret  edemez'' Diyorsak  ''  Sanatçıdır.  O  söyler. Saygı  duymak  gerekir. Hoşgörü  ile  karşılamak  gerekir. ''  diye  savunmaya geçmeyelim. 

Daha  da  özet  olarak:  Çifte  standartlı  olmayalım  hiç  bir  zaman.

( Eskiden Sanata,sanatçıya, Basına Öylesine Bir Saygı Vardı, Öylesine Bir H başlıklı yazı Sami Biber tarafından 29.12.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.