Gecenin geç bir saatine kadar sokakları, caddeleri dolaştım. Aslında bu bir dolaşma değildi. Caddelerde, sokaklarda sürtmeydi.  Karanlığın şehrin üzerine çöküşü beni heyecanlandırdı. Karanlığı yok etmeye çalışan sokak lambaları, evlerin camlarından sızan ışıklar ve araba farları da vardı; ama onların varlığı karanlığın umrunda değildi. Gecenin tek yenilmezi belliydi: Karanlık. 
Eve geldim, odamdayım, sessizliğime kavuştum, sandalyemi camın kenarına çekip, pencereyi açtım. Bu dinginliğin sonsuza kadar sürmesini istiyorum, mümkün mü?  Işıkları yakmadım. Karanlığın içinden dışarıyı gözleyecektim. Etraf giderek ıssızlaştı, kala kala bir kedi iki de köpek kaldı. Birazdan onlar da giderdi. Rüzgar hafiften esiyor, ağaç yapraklarını hışırdatıyordu. Başımı biraz yukarı kaldırınca hilal şeklinde ayı gördüm. Elime bir kement alıp aya atmak isterdim, sonra da oraya çıkmak... Becerebilir miydim? Aya gidebilseydim, orada ne yapardım? Her tarafını gezerdim, oradan dünyayı, şu sefil gezegeni seyrederdim. Onun perişanlığına, zavallılığına üzülmez, aksine sevinirdim; hatta daha beter olmasını bile dileyebilirdim. Tekrar dünyaya dönmek mi? Hayır; bu sadece gidişi olan bir yolculuk olurdu.
Birden aklıma Aynadaki bunak geldi. Tabii böylece az önceki dinginlik yerini öfkeye bıraktı. Bana “çapulcu manyak” dediğini hatırladıkça  elim ayağım titriyor sinirden. Ben çapulcu yani yağmacıyım öyle mi? Yağmayı kim yapar? Eşkiya. Benim eşkiyaya benzeyen bir tarafım var mı? Kimin neyini ve ne zaman yağmaladım? Yalnız çapulcu değil, aynı zamanda manyakmışım. Çılgın, dengesiz, deli, acayip yani şaşırtıcı davranışlarım mı var benim? Aynadaki bunaktan intikam alacağım. Söylediklerini ona yalatacağım, benden binlerce kere özür dileteceğim. 
Bu düşünceler kafamın içinde dönüp duruyor, beynimi tırmalayan düşünceler... Hem manen hem de maddeten acıtan düşünceler. Bunları unutmak için çaba harcıyorum; unutamıyorum. Bir aklım diyor ki “Al çekici, param parça et şu aynayı!”, ama öteki aklım da bu davranışın pek bir işe yaramayacağını, intikam almak için yeterli olmayacağını söylüyor. Sabaha kadar bu düşünceyle uğraştım; hep aynı konu kafamın içinde döndü durdu. 
Ortalık ağardı, onu güneşin ilk ışıkları izledi. İyisi mi, şimdi dışarı çıkıp başka şeylerle uğraşayım ve bu acıtan düşünceleri unutmaya çalışayım. 
Dışardayım. Hem yürüyorum hem de gökyüzünü seyrediyorum. Hayatımda ilk defa bu kadar büyük tek bir bulut gördüm, ona bakıyorum. Gökyüzünün yarısından fazlasını kaplamış, bembeyaz bir bulut. Her tarafı aynı renk ve tonda. Bu bulut çok büyük olduğu halde oldukça hızlı hareket ediyor. Büyülenmiş gibiyim, gelen geçenler bana çarpıyor, içlerinde söylenenler de var. Belki de onlar bana değil de ben onlara tosluyorum!
Bulut gitti, mavi gökyüzü ve güneş ortaya çıktı. İleride yirmi-otuz kadar kişi toplu halde konuşuyorlar. Onlara doğru yaklaşıyorum. Ne konuştuklarını merak ettim, dinleyeceğim. Dinleyemiyorum, çünkü beni gördüler ve konuşmayı kestiler; hepsi tek sıra oldu. En öndeki tokalaşmak için sağ elini uzattı, beni birine benzetmiş ve o nedenle “hoş geldin” demek istiyorlar galiba. Kırmamak için ben de elimi uzatıp tokalaşıyorum. Ama o da ne? Adamın eli koluyla beraber benim elimde kaldı. Korkudan bu kollu eli yere attım, onun arkasındaki elini uzattı, ben de... Onun kollu eli de bende kaldı, tabii hemen attım. Diğerleri de aynı davranışta bulundular. Yer kopmuş kollu elle doldu. Son el de yere düşünce adamların hepsi kayboldu. Benim aklıma buradan gitmek geldi, düşündüğümü yaptım. Biraz gidince arkama dönüp baktığımda kopan kollu ellerin hepsinin bir ayçiçek tarlasındakine benzer görüntü verdiklerini gördüm. Hani rüzgârda ayçiçekler kafalarını sallarlar ya; işte öyle. Hepsi birden bana “güle güle” mi demek istiyorlar? Bir ara sokağa sapıp arkama baktım, peşimden gelen yoktu.
Yürüdüm, yürüdüm... Yüksek duvarlar çıktı karşıma, burası futbol sahasıydı. Kapısı açık, içine girdim, tribünler boş ama sahanın içi insan doluydu. Kalabalığa yaklaştım, hepsi başını havaya kaldırmış, bir şeye bakıyordu. O kadar kalabalıktan nefes alışlarının dışında hiç ses çıkmıyordu. Kalabalığı aralayıp ileriye doğru gittim ve ben de onlar gibi yaptım, başımı yukarı kaldırdım. Neye baktıklarını o zaman anladım. Beş insan havada asılı duruyordu. Bu bir sihirbazlık numarası olabilir miydi? Olamazdı, çünkü dördü erkek biri kadın olan bu beş kişi idam edilmişlerdi. Boyunlarında ilmekli urgan vardı. Tuhaf olan taraf, urganların uzunluğu iki metre civarında ama ucları herhangi bir yere bağlı değildi. Boşlukta idam edilmiş beş kişi... Hani yer çekimi vardı?  Demek ki yokmuş, yalanmış. Yerçekimi olsaydı bu insanların cesetlerinin yere düşmesi gerekirdi. Fizikçiler, öyleyse siz de yalan söyleyip asırlardır kandımışsınız insanları!
Daha yakından incelemek için birkaç kişiyi kabaca iteledim. Hiç biri bu davranışıma tepki vermedi. Başka zaman olsa en azından bir küfür işitirdim. Ölülerin ayakları yerden iki-üç metre kadar yüksekteydi. Ortadaki ceset bir bayana aitti ve göğsünde bir yafta asılıydı. Yaftadaki yazıyı okudum: Yargılandılar, suçlu bulundular ve idamlarına karar verildi. Suçlarının ne olduğu daha sonra açıklanacaktır. İmza ve mühür. Günümüzdeki modaya uygun bir infaz olmuş. Pratik. Önce cezasını ver, sonra suçunu açıkla...

                                                     ● ● ●
(Devam edecek...)
( Dönemeyen Bir Dönme Dolap-18 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 4.12.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.