Köylerin en yükseğinde doğdu. Kışların ortalama beş ay dolu dolu yaşandığı uzak bir köyde. Kışlar beş ay yaşanırken diğer zamanlarda da havalar günlük güneşlik oluyor diye bir şey yoktu bu dağ köyünde. İlkbahar ve sonbahar yağmurları, sisli puslu havalar ve çiftçilik. Ekmek aslanın ağzında değil midesinin derinliklerinde. Ele güne muhtaç olmadan geçinmek için sabahın köründen, akşamın karanlıklarına kadar çalışma zorunluluğu. Ayakta kalmanın yolu; kurallara uyarak işleri aksatmadan çalışmak. Hep çalışmak. Toprak ve çetin doğayla savaşırcasına.

 

         Yoksul anne babanın ilk ve tek çocuğuydu. Karların, çamurların içinde büyüdü. Baba, elinden iş gelmeyen yarı saf bir adamdı; garip Refik. Köyün uzatmalı çobanı. Yaylacılık ayları başlar garip Refik bu kez çoban Refik’liğe terfi eder. Sığır sürüsünü bir arkadaşıyla birlikte bekler. Arkadaşı değişir çoban Refik’in çobanlığı her yıl kadrolu devlet memuru gibi sürer gider. Eline de evinin gaz, tuz… Giderleri için yetesiye kadar üç beş kuruş para geçer. Üç kişilik ailenin ne kadar masrafı olur ki köy yerinde.

 

         Tuhaftır garip Refik sefil, mahzun olmasına karşın eşi Zekiye hanım eli iş tutan becerikli bir kadındı. Güçlü kuvvetli ve sıhhatliydi. Ev içinde temizlik, bulaşık, yemek gibi işleri yapmakta eline su döken olmazdı mahallede. Evin gelir ve giderinin sorumluluğu da ondaydı. Dışarıda er işlerinin de üstesinden de gelirdi cesur bir erkek gibi. Sadece çayırları biçtirmekte konu komşudan yardım alırdı. Çapa yapma, ot ve ekin devşirme benzeri işlerde çalışarak aldığı yardımları karşılardı.

 

         Fikret, bu çekirdek ailenin çocuğu olarak büyüdü. Saf adamın çocuğu saf olacak diye bir kural yok. Evlerinde yağ-peynir, yumurtanın eksikliği çekilmezdi. Zekiye kadın sığırlarla beraber iki adet de manda beslerdi. Kış günlerinde mandalardan birisi muhakkak sağılır. Ailede yaz kış süt eksik olmazdı. Zengin sofralarından farksızdı sofraları. Hayvansal besinlerle beslenerek büyüyen Fikret köyün en gürbüz delikanlısı oldu. Daha askere gitmeden köyün başpehlivanlığı için güreş tuttu uzun yıllar köyün başpehlivanlığı unvanını taşıyan pehlivanla. Kök söktürdü rakibine. Güreş sever büyükler güreşi berabere ilan ettiler. Emektar pehlivanın yeni yetme birine yenilmesine gönülleri razı olmadı. Bu güreş günlerce konuşuldu köyde.

 

         Fikret’in gönlünde bir uhde kaldı geçen yıllar içinde. Yaşıtlarının çoğu ilkokuldan sonra tahsiline devam edip boyunlarında kravat, bacaklarında ütülü pantolonla köye dönüyorlardı tatil zamanlarında. Oysa memur olup kendilerini köy koşullarında çalışmaktan azat olan arkadaşlarından aşağı kalır yanı yoktu ilkokulda. Elinden tutan olmamış, evde söz sahibi olan Zekiye hanımı oğlunun okula kaydına ikna edememişti. Zekiye hanım bağ, bahçe işlerinde komşularıyla yarışırcasına çalışır işlerini çoğu aileden erken bitirirdi. İş yapmada komşularını kıskanan anne oğlunu okula verme konusunda kıskanma duygusuna gem vurmuştu. Biricik evladının okuyup ileride uzak diyarlara gider kaygısı ağır basmıştı.

 

         Altmışlı yıllarda köyde işler kol kuvvetiyle, hayvan gücüyle yapıldığı gibi Kars köylerinde de aynı koşullarda çiftçilik yapılıyordu. Şavşat köylerinde işlerini hafifleten ve işleyecek toprağı az olan köylüler elde tırpan Göle’nin yolunu tutarlardı. Göle köylerinde güçlerinin yettiği müddetle gündelikle çayır biçip para kazanırlardı.

 

 

         Fikret de bu iş için heveslendi. Köyden Göle’ye giden komşularıyla anlaşarak ilk kez köyünden uzak bir yerde çalışmak için doğup büyüdüğü evinden köyünden ayrıldı. Askere gidecek yirmilikler gibi heyecanlıydı. İki gün tabana kuvvet yürüyerek Göle’nin bir köyüne vardılar. Yolda gördüğü Ardahan köyleri çok ilginç geldi Fikret’e. Tek katlı taşlar örülerek yapılmış evler. Çatıları toprakla örtülü ve çimenler büyümüş üzerlerinde. Köy içlerinde bol bol kaz sürüleri. Evlerin yakınlarına istiflenmiş tezek yığınları. Sadece su kenarlarında bir çak söğüt ağacı. Oysa kendi köyü öyle mi? Mahalle aralarında çeşit çeşit meyve ağaçlarıyla süslü bahçeler, köyün üç tarafı gür ormanlar. Kendini köyünden uzak bu yerlerde çok yalnız hissetti. İlk kez evinden ayrılmış ummadığı garip bir diyara gelmişti.

 

Bu işte tecrübeli olan Hasan ustanın kılavuzluğunda çalışacaklardı. Hasan ustu daha önceki yıllarda bu köyde çalışmış arkadaş edinmişti. Köylülerini tanıştırdı kendilerine iş verecek varsıl Göleli arkadaşına. Akşam yaklaşıyordu. Yeni güne çayırda merhaba diyeceklerdi. Evlerin dış görünüşünün iptidai olmasına karşın yemek yedikleri oda oldukça göz alıcıydı. Çeşitli desenlerle örülmüş renk renk kilimler duvarları süslüyordu. Minderler, yine yün ipliklerle örülmüş yastıklar farklı güzeldi.

 

Sabahleyin gün doğarken iş başı yaptılar. Aynı köyden altı kişiydiler. Fikret bu usta biçicilerin yanında hiç acemilik çekmedi. Yemekleri gönüllerine göreydi. Günde birkaç kez çay molası veriliyordu.  Bir hafta aynı adamın çayırlarını biçtiler. Beş gün de aynı köyde çalışarak cepleri hayli ısınmış olarak köylerine döndüler. Fikret kazandığı parayı annesine takdim etti. Çok mutluydu. İlk kez para kazanmıştı. Köye dönerken Ardahan’da elbiselik aldığı basma ile annesini çok mutlu etti. Gözleri yaşardı, çocuklar gibi ağladı. Zekiye kadın olur olmaz şeye ağlamazdı. Bu olay farklıydı. Canı kadar sevdiği biricik Fikret’i para kazanmıştı.

 

Aynı yaz sonu Fikret asker oldu. Bu kez sıladan aylarca uzak kalacaktı. Olsun. Köyde askerlik yapmayanı adam saymazlardı. Askerlikte şansı yaver gitti. Kısa sürede askerliği sevdi. Çavuş oldu. Köyde edindiği görev bilinci ve çalışkanlığıyla üstlerince sevilen bir askerdi. Aylar çabuk geçti. Bu kutsal vatan görevini bitirip yüksek bir moralle köyüne döndü.

 

Yirmili yaşlarını yaşayan güçlü kuvvetli bir gençti. Sıra evlenmeye geldi. Lakin köydeki kızlar illa memur istiyorlardı. Dillerinde:

 

“Ben yârimi tanırım,

Başı açık bol paça…” sözleri olan türkü düşmüyordu. Fikret hangi kıza yan baksa, gönlünü hoş edecek bir ilgi bulamadı. Mahalleden ağzı söz yapar amcalarını kız evlerine elçiler gönderdi. Kısmeti bir türlü açılmadı. Elçiler güzel bir haber getiremediler. Fikret kendisinin okumasına yeşil ışık yakmayan annesine sitemkârdı. Acı acı söylendi:

 

“Okuyup bir öğretmen çıksaydım kızlar tuz yalağına koşan koyunlar gibi arkam sıra gelirlerdi…” türünden sözler etti. Dünyada sadece ölüme çare yok. Onunda çaresini bulmuş Lokman fakat formülü suya düşürmüş diye rivayet edilir. O halde kendi sorununa bir çözüm yolu elbette bulunmalı. Zekiye kadının aklına makbul çare geliverdi. Süleyman ağadan yardım istemek.

 

Süleyman ağa yaşı kemale ermiş, güzel söz söyleyen nurlu bir ihtiyardı. Kız evine dünür giden köylüler ondan yardım alırlardı. Hiç olmaz denilen evlilikler Süleyman ağanın ilgisiyle oluverirdi. Dünür gittiği kapıdan boş döndüğü vaki değildi.

 

 Fikret, babası, dayısı ve Süleyman ağayı köyün en üst başında oturan nalbant Zeynel ağanın kızı Yurdanur’a elçi gönderdi. Yurdanur Fikret’ten iki yaş büyük tarla, çayırda erkekler gibi çalışabilen güçlü kuvvetli bir kızdı. Nasibi öğretmenlerden açılmadı. Evlenme zamanı da gelmiş geçiyordu. Köylerde yirmi beş yaşına gelen kızlar evde kalmış diye addedilir. Garip çoban Refik’in gülmeyen yüzü ilk kez güldü. İstekleri olmuştu. Oğlunu evlendirebilecekti nihayet. Kız tarafı olur demişti. Süleyman ağa diplomatlığını konuşturup Fikret’i mutlu edecek neticeyi almıştı.

 

İki ay gibi kısa bir sürede nişan, düğün yapıldı. Zekiye kadın hiçbir masraftan kaçınmadı. Kesenin ağzını sonuna kadar açtı. Köyün zenginleri gibi davullu –zurnalı bir düğün yaptılar. Fikret, yaşlı öküzleri ve bir ineğini götürüp Ardahan hayvan pazarında sattı. Düğünden kalan borçlarını ödedi. Okulun başöğretmeninin açtığı köy kütüphanesinden okuduğu Âşık Garip gibi mutluydu. Gönlünün sultanını bulmuştu. Gül gibi yaşayıp gidiyorlardı.

 

Gökteki melekler kıskandı belkide Yurdanur’la Fikret’in mutluluğunu. Düğünün senesi gelmeden Yurdanur’un karnı büyüdü. Bir bebek bekliyorlardı.  Günler rüzgâr gibi geçti. Doğum günü gelip çattı. Gelinin sancıları başladı. Köyde ebelik görevi yapan yaşlı Emine nineye başvuruldu. Emine nine tüm hünerini kullanarak doğum yaptırma çabasına girdi. Bir türlü başarı sağlayamadı. Yurdanur’un feryadı dayanılacak gibi değildi. Fikret saçını, başını yoluyordu. Çaresizdi. Köyde motorlu taşıt yoktu.

 

Bir at bulup ilçeye sürdü. İlçeden doktor çağıracaktı. Saatler sonra eski bir jeeple köye döndüler. Doktorun ve ebenin yapacağı bir şey kalmamıştı. Taze gelin Fikret’i kara kaderiyle baş başa bırakıp dönüşü olmayan bir yola çıkmıştı. Hemde bebeği ile birlikte. Yaşlı Emine nine ilk kez üzgün ve mahcuptu. Gözlerinin önünde genç bir kadın ve dünyaya gözlerini açamadan bir bebek ölmüştü.

 

Fikret’in dünyası karardı. Eşini çok sevmişti. Mutluluğu böyle mi bitmeliydi. Eşinin mezarı başında sabahladı kaç gece! Çocuklar gibi ağladı günlerce. Köyde uygarlıktan çok uzaklarda yaşamanın dayanılmaz acısını ruhunun en derinliklerinde hissetti. Yıl dokuz yüz altmış üç. Köylere güneş doğması için derelerin altından çok suların akması gerekecekti daha…

 

 

 

 

 

        

 

 

( Kısa Süren Mutluluk başlıklı yazı sahara tarafından 30.11.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.