Dünyayı sevmek istiyorum, olmuyor. Gerçi, dünya da beni sevmiyor ya! Pislik içinde, her türlü kötülüğün kol gezdiği, bu yalan dünyayı nasıl sevebilirim? Belki bunda dünyanın bir kabahati de yok; her ne kadar suçu onun üstüne atsam da. O değil mi bize sahip olduklarını cömertçe sunan? Güzellik duygusunu ondan öğrenip sanat eserleri yarattık, bizi besledi, ısıttı, barınak edinmemize yardım etti, temiz havasını ciğerlerimize doldurdu, bizi giydirdi. Buna karşılık her olumsuz durumla karşılaştığımızda, suçu onun üzerine atmak nankörlük değil mi?
Ben, dünyayı sadece yorumlarım. Değiştirmek benim işim değildir. Başkaları bunu yaparbilir. Eğer dünya değiştirildi ise bu sefer bunu da yorumlarım. Bu düşüncelerim farklı bulunabilir. Farklı düşünen insanlar hor görülebilir, kınanabilir, hapsedilebilir, hatta öldürülebilir. Ancak dünyadaki değişikliklerin gerisinde farklı düşünen insanların alınteri yok mu?
Kölelerin efendi olmasını istemiyorum; tabii efendilerin de köle olmasını… Efendilerin ve kölelerin olmadığı bir dünya istiyorum. Dünyada sefalete mahkûm edilmiş milyarlarca insan varken, kimse bana insanlıktan, uygarlıktan bahsetmesin! Bazıları daha iyi bir dünya kurma vaadi ile geldiler, dünyanın canına okudular. Şimdi birçok insan “Daha iyisini değil bana eski dünyamı verin…” diye bağırıyor. 
Dünya, ölü düşünce mezarlarıyla dolu. Bu ölüler bir gün neden canlanmasın? Gücü elinde tutanlar, düşünenlerden ve düşüncelerden korkuyorlar. Haksız da sayılmazlar. Çünkü sonlarını getirecek olan o düşünenlerin düşünceleridir. 
Acayip düşünceler geliyor aklıma. Acaba ben acayip miyim? Acayip ve karanlık düşünceler içindeki bir zihin, yakında çürüyecek ve etrafına iğrenç kokular(!) mı yayacaktır? Çünkü, düşünce canlı bir organizma gibidir. Görür, duyar, dokunur, acı çeker, mutlu olur, tat ve koku alır.
Bu dünyada her şey boş ve geçici, hatta önemsiz, gereksiz; bunu biliyorum. Bildiğim halde olaylardan neden etkilendiğimi bir türlü anlamıyorum. Bir taraftan böyle düşünürken öte taraftan şöyle düşünüyorum. Tutarsızlık. Sanki tek değil de iki “ben” var; hatta ikiden de fazla. Biri boş ver diyor, öteki boş vermek olmaz diye diretiyor. Bir başkası boş da verilebilir, verilemez de diye ikisinin ortasını bulmaya çalışıyor.  Of be of! Bu “ben”lerin her biri beynimin bir köşesine gizlenmiş, oradan davranışlarımı yönlendiriyorlar. Bunlardan kurtulmanın bir yolu var mı? Kaçsam, peşimden geliyorlar, bir yere çakılı kalsam “Şöyle yap, böyle yap, yok hem şöyle yap hem de böyle yap!” diye bana emir verip harekete geçirmeye çalışıyorlar.
Pencerenin yanına gittim; dışarıya bakıyorum. Değişen bir şey yok, ya da bana öyle görünüyor; veyahut da ben hiçbir şey görmüyorum. Bu evdeki hayatımın çoğu şu üçgen içinde geçiyor: Yatağım, masam ve pencere. Arada sırada mutfağa gidiyorum ve binde bir de salona. Burası tek katlı bahçeli bir ev; babamdan miras kaldı.  Annemin bu evde çok emeği var. Rahatına eremeden öldü gitti. Babam uzun yıllar burada tek başına yaşadı, ben o sırada evliydim ve başka bir şehirde oturuyordum. Babamdan sonra  eşimi de kaybedince gelip buraya yerleştim. İki odası bir salonu var. Salonun kapısı genellikle kapalı durur ve çok az girerim oraya. Salondaki eşyalar ilk alındıkları gibidirler neredeyse. Çünkü annem buraya “misafir odası” derdi ve misafirden başka da kimseyi bu odaya sokmazdı. Misafir ise ayda yılda bir gelirdi. İşte eskiden kalma bir geleneğin mirası bu salon-misafir odası. Odanın birini depo gibi kullanıyorum, diğerinde de hem yatıyorum, hem televizyon seyrediyorum, hem de bilgisayarla ilgileniyorum. Bina çok eski; en az kırk yıllık. Isınma soba ile. İstesem çok daha konforlu bir ev tutabilirdim; tutmadım. Paramı idareli harcamalıyım. Emekli ikramiyem bankada olduğu gibi duruyor, hiç el sürmedim, babamdan kalan mirası da nakite dönüştürüp bankaya yatırdım, gerektikçe buradan çekip harcıyorum. Param bittikçe hırsızlık yapıyorum; yani bankaya gidip babamdan kalan mirasın parasından çekiyorum. Kendim kazanmadığım için bu parayı harcamak bana hırsızlık gibi geliyor.
Bir çocukluk arkadaşım var; yılda iki ya da üç defa görüşürüz. Geçen buluşmamızda laf çalışmaktan açıldı. Ne yaptığımı, nasıl vakit geçirdiğimi sordu. Ben de ona:
-Bilinmeyeni, bilmek için uğraşıyorum. Dedim.
-Bildin mi buldun mu bilinmeyeni? Bulduysan nedir? Diye sordu.
-Hayır, bulamadım, bilmiyorum. Bilsem de kimseye söylemem. Hazıra konmak yok; herkes kendi arayıp bulsun. O yüzden bu yaşımda ben, en ağır işte çalışıyorum, deyince gözlerini açtı, suratını gerdi:
-Nasıl yani? Dedi.
-Nasıl olacak? Gece gündüz düşünüyorum; bundan daha ağır başka bir iş olabilir mi? Diye sorusunu cevapladım; sinirlendi, alaycı bir gülüş attı; belki de küfür etti ve kalkıp gitti. Onun o sinir bozucu gülüş sesi uzun süre kulaklarımda çınladı, ruhumu tırmaladı. Bu onunla son görüşmemiz olur mu?
Pencereden bakmaktan bıkınca yüzümü masama doğru çevirdim. Etraf çerçöp dolu. Bu kadar süprüntü nereden gelmiş? Benden başka bu odada yaşayan da olmadığına göre! Gözlerimi çerçöpten ayırıyorum, rahatsız ettiği için aslında bakışlarımı kaçırıyorum. İyi ki öyle yapmışım. Güzel bir şey görüyorum: Masamın üzerine bir kuş konmuş. Yakından incelemeye karar veriyorum. Evet, bu bir güvercin. Besili. Tüyleri bembeyaz. Ayakları ve gagası açık penbe, tırnakları kirli beyaz.  Gagasıyla katlanmış bir kâğıt parçası tutuyor; bunu bana vermek için bir iki adım atıp masanın kenarına iyice yaklaşıyor. Almak için sağ elimi uzatıyorum.
Ve... Kuş kayboluyor. Elime bakıyorum, kâğıdı parmaklarımın sımsıkı tuttuğunu görüyorum. Bu kuş gerçek miydi, hayal miydi? Kuş hayal ise bu kâğıt neyin nesi o zaman? Acayip bir ürperti geldi; bütün vücudum titriyordu. Oysa korktuğumu sanmıyorum, nedense heyecanlanmıştım işte! Ortada müthiş bir muamma vardı; ben çözemezdim bunu. Yardım alabileceğim kimse de yoktu. Çaresizdim ve yapmam gerekeni yapmalıydım. Yaptım. Kâğıdı açtım, bir not yazılı:
“Sen beni bulamazsın, ama ben seni istediğim zaman bulurum. Ben bir kuş gibi uçuyorum, seviyorum uçmayı. Dilersen birlikte uçalım ve bu uçuş hiç bitmesin.”
Uçmaktan bahsediyor; kim bu ve nereye uçacağız? Tanıdığım bir hostes ya da pilot yok ki birlikte uçalım? Hem ben uçağa binmekten korkarım. Bu olsa olsa densiz bir tanıdığın şakasıdır.

                                                     ● ● ●
(Devam edecek...)
( Dönemeyen Bir Dönme Dolap-6 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 19.11.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.