Karşımda put gibi duruyordu. Yaşama dair hiçbir emare yoktu. Nefes bile
aldığından şüpheliydim. Taş kesilmişti. Gözlerini sabit bir noktaya dikmişti,
gözlerime bakamıyordu. Parmaklarını dahi kıpırdatamıyordu. Suçlu gibi
duruyordu. Yelkenlerini indirmişti. Havlu atmıştı.
Çok sevdiğimi biliyordu. Onun tırnağına dahi zarar gelmesini
istemediğimi… Ağlamasına razı olmadığımı… Acı çekmesine müsaade etmediğimi… Saçının
bir telinin dahi kırılmasına, yüreğinin incinmesine asla ve asla razı
olmayacağımı da biliyordu. Belki de onun canını acıtan buydu. Bana karşı
mahcubiyeti çoktu. Ama her şeyi
düzeltmesi için de vakit artık çok geçti.
Benim ona olan bağlılığımı, onsuz he hale düşmüşlüğümü bizatihi görmüştü.
Beni yaşamıştı ama ben onu yaşayamamıştım. Onun arkasındaki duvardım, sırtını
dayadığı, güvende hissettiği… Ağlayınca mendil olduğumu, hastalanınca ilaç
olduğumu biliyordu. Yalnız kaldığında yanında bir tek benim olduğumu, dara
düştüğünde elini uzatacağı el olduğumu… Belki de aşırı sevilmekten kaybetti. Bitmez
diye düşünmüş olabilirdi. Kalp çantasında sevdalı bir keklik zannetmişti belki
de beni. Ne olursa olsun gitmez! diye akletmiş de olabilirdi. Umursamazlığı bu
yüzdendi. Sevmezliği, özlemezliği…
Başkası ne
kadar kapatabilir boşluğunu? Ne kadar onun gibi olabilir? Nasıl sever fedakârca?
Nasıl özler masumca?
O böyle durunca yanımda dut yemiş bülbül misali ben de sol yanımı
yumruklayıp haykırdım bütün gücümle:
“Şurama batan ağrı neyin nesidir
Şurama saplanan sancı…”
Gözyaşlarım süzülüyordu yanaklarımdan aşağı…
Saçım sakalım hüzün içindeydi.
Kalbim delicesine çarpıyordu.
Aklım almıyordu onca şeyi.
Bir insan bu kadar sevilirken nasıl da kör olurdu?
Nasıl da taşlaşırdı?
Nasıl da başkalaşırdı böyle?
Beni anlamasını beklemiyordum.
Sevmesini de, özlemesini de.
Derdime şifa olmasını…
Teselli i yahut teskin etmesini…
Ağrı da benim, acı da, sancı da…
İlacı da benim, şifası da…
Zehri içinde olan panzehirim.
Kaburgalarımı kırarcasına yumrukluyordum sol yanımı: “Seni yaşattığım yer değil mi burası?”
diye. Suçluymuş gibi yapıyordu. Seviyor gibi. Özlüyor. Gibilerini söküp attığım
ve direkt sevdiğim, harbiden özlediğim kadına acıyarak baktım ilk kez. “Zorla sevmek olmaz” dedim “kadın! Ben seni içimden geldiği gibi
dosdoğru ve dümdüz sevdim. Sen ise beni seviyor
gibi yaptın.”
Gözlerinde yalvarma vardı.
İtiraz vardı, isyan…
Özür dileme.
Hani sökebilseydim yüreğimi göğsümden, kaburgalarımın arasından çekip
alabilseydim inanın bunu yapardım o an. “Kalp taşıyoruz kadın!-” dedim “kalp!”
Çaresizce susuyordu. “Sensiz koyduğum
her güne bin ah ekledim ben. Bana da
günah!” dedim. “Artık özgür
bırakıyorum seni.
Bensizliğini ilan ediyorum senin. Kutlu
olsun.”
Ayrılığın salası veriliyordu.
Bir adam çok sevdiğinden ayrılıyordu.
Bir kadın hiç sevmediği ama çok sevildiği adamı kaybediyordu.
Kadın ellerini uzattı, boşta kaldı. Gözlerini dikti gözlerime, gözlerimsiz kaldı. Bir
şey diyecek oldu bana, arkamı dönüp gittim. Sözlerimsiz kaldı.
Dakikamı saat eyleyen kadın!
Ömrümü zindan…
Sen de sev ama sevilme benim kadar!
Sen de özle ama özlenme benim kadar!