Pencerenin önü inanılmaz kalabalık.
Mertçe gülümseyen bir şakayık dilleniyor. Taziyelerini sunduğu küçük kuşa çok
öfkeli Tanrı. Ne de olsa ona armağan ettiği hayata sığdıramadı küçük bedenini.
Öfkesini yüklenip terk ediyor kuş
sürüsünü.
En mazlum olan zaten yaşamıyor artık.
En çok onu sevmişti Tanrı.
Dillendiriyorum mazeretlerimi peşinen
hani olur da hanın arka kapısından çıkanların ardı arkası kesilir.
Lanetin ufkunda gölgeli bir bulut. Ne
ilginç: gövdesi olmayan ama gölgesine sahip çıkan.
Tadımlık bir aşk benimki. Sadece
saniyelere denk düşen bir aşk.
Arkasından perdenin ışıkları
söndürüyorum hani olur da gölgem oynaşır kaldırımda tül perdeden yansıyıp.
Ayıp olduğunu söylemişti annem
tarihini unuttuğum ama yanaklarımın pembeliğini hala hatırımda tuttuğum.
Bir de kadın kısmının yüksek sesle
gülmediğini söylemişti zaten ben en çok yüksek sesle ağlarken belli ki bir hata
payım yok… diyemiyorum ki ne de olsa tanık olanlar pek bir neşeyi hakim
kılıyorlar.
Dün gördüm onu. Aslında o da bilmiyor
kim olduğunu.
Sanırım enkazının dibe vurduğu bir
heykel kadar yakışıklı ve mağdur imiş bir zamanlar. Sol elindeki alyans saklı
demek ki unutamamış rahmetli eşini.
Kim mi o? Ben de bilmiyorum: ne adını
ne sanını lakin sokakların piri olduğunu biliyorum.
Mesken tutmuş bir kez kaldırımdaki
bankları.
Çok da heybetli bir çantası var ve
içinde kitapları. Ama evinin anahtarı yok işte yine de evsizliğine pek aldırış
etmiyor hani nerede ise ben oturup ağlayacağım onun yerine.
Yüksek perdeden ağlamayacağım ama ne
de olsa… günah olduğunu bile bile nasıl oluyor da benim hıçkırıklarıma yüksek
sesle gülüyorlar?
En son geçen hafta yüksek perdeden
ağladım perde arasından gördüğüm o manzara karşısında. İşin aslı köpek sürüsüne
bir kediyi parçalarlarken tanık oldum. Bir de Tanrı yanımızdaydı ve tüm sokak
kim bilir hangi gıybetin rüyalarını görüyordu?
O kadın… adı olmayan kadın. Adı olsa
bile hak etmiyor adını. Bir de o, penceredeydi. Kan gölüne dönen sokağı
günlerce yağan yağmur bile temizlemedi.
Şafağa yakındı zaman.
Şafağı atan Tanrı’nın da çok endişeli
olduğunu hissettim. Ben çöktüm; O sustu; köpekler doymuştu bir de kadının
nefsi.
Gözlemlerimden çıkan sonuçları ne
zamanki paylaşsam… biliyorum hüzün manyağı diyorlar bana ve haklılar da sanırım
hayatın güneş alan cephesinde pek yolculuk yapamıyorum son zamanlarda.
Biliyorum ki; bu yazıyı yazmamalıydım
hatta ve hatta alın yazım da asla yazılmamalıydı.
Göğün haşmetine düşkünüm bir de
Tanrı’nın sessizliğine ne zamanki denk düşüyorum acilen bir nefese ve yardıma,
koşuyor imdadıma lakin bunu da fazla paylaşmıyorum.
Aslında neyi paylaşıp paylaşmamak
gerektiğini bilmiyorum bir de iyi bir insan olup olmadığımı.
Kedinin cenazesine tanıklık eden tek
parça kalmamışken… benimki de laf mı şimdi?
An geliyor; memleket yangın yeri.
An geliyor; sel götürüyor cihanı ve
afetlerde insanlar can veriyor ben bir kedinin derdindeyim. Dahası da var ama
lav ettiler beni söylemekten.
Mutlu hikâyelerim olmadığını da
sanmayın hani lakin onları fazla pişirdim ve soğumalarını bekliyorum. Soğuduğu
vakit de buzluğa koyacağım canım ne zamanki bir yazı çekse alacağım ve
ısıtacağım ve bir fincan şiir ile nasipleneceğim.
Zamanım var ya da yok. Aklıma
mukayyet olduğum kadar zamansız gidişlerim var yine de benden gidemiyorum.
Benlik gayem filan da yok hani öyle abartılacak. Neşemi payidar kılan ne ise
çok derinimde saklı: söyleyemem: nazar değer.
Zannımca nazarında önemli olmadığım
çok sayıda da insan var hatta bir adım ötesi: benden haz etmeyen hem de durduk
yere yine de edebiyata ihanet edip tek saçma cümle yazmaktan kalemimi tensiye
ediyorum: ne onlardan çekindiğim için ne de yalan olduğu için. Sadece hüznün
türevi duygulara ve ilahi aşka hiç biri denk düşmez.
Zamanın tozlu yolları filan da yok
hani: varsa yoksa uçuşan yapraklar var ne de olsa her sabah yollar
süpürüldükten sonra mızıkçılık yapıyor ağaçlar. Sevmiyorlar düzeni kez ben de
ve rahmetli Leo Buscaglia. Neden derseniz, açın kitaplarını okuyun ya da kısaca
özetini geçeyim.
Hain komşusu Leo’nun tüm dökülen
yaprakları tek tek süpürüp o doğal atmosferi sıradanlaştırıyor. Hain dememe de
bakmayın hani sanırım içimde yer eden bir söylemden çıktım yola aslında sayısız
söylemden… es geçiyorum ve Leo’yu anlatmaya devam ediyorum:
Adam iş dönüşü bu yolu böylesine
çıplak ve doğayı da suni gördüğü için gidiyor çöp kutusuna sokağın ve tüm
yaprakları alıp evinin salonuna döküyor ve üzerinde yürümeye başlıyor.
Düşünsenize çıkan o sesi: muazzam bir hışırtı adeta doğanın insan ile olan
flörtü gerçi gecikmiş gerçi farklılaşmış ama…
Böylesine sevgi dolu bir yazar hatta
psikolojide kariyer yapmış ve gün geliyor; hayatına kendi elleriyle son
veriyor.
Bunu çok yeni öğrendim ve adeta
geçmişteki ilk gölgemi kaybettim. Başka gölgelerim de yok değil hani. Aslında
onlar kaybolmadı lakin soldu her biri ve iyi ki de soldu.
Ekim pek bir ihtişamla geldi. Amma
laf ettik rahmetli eylül’ün ardından bakalım ekim için ne gibi tezahüratlarda
bulunup nasıl çekiştireceğiz yeni ayı?
Zamandan kopamıyor insan aslında bu
da çok bilinmeyenli bir denklem: zaman kimine göre dördüncü boyut kimine göre
bir bileşke kimine göre de kör kuyu. Benim zamanla asla aram iyi olmadı zaten
fiziksel yaşıma pek sirayet edemiyorum.
Şimdi beylik bir cümle kurup; içimdeki
çocuğu övmeyeceğim gelin görün ki yaptığım çocukça şeyler ve nazlandığım
sayısız zaman ve elbette mızmızlandığım… Geçen hafta çok sevdiğim bir dostum
tarafından öylesine incitildim ki ve benden yaşça küçük olmasına rağmen beni
payladı neredeyse: çocuk gibi hiçbir şeyden memnun olmuyormuşum. Olmayım da en
azından bir arkadaşımın hatta tanımadığım bir insanın kalbini kırmayı aklımdan
geçirmiyorum ve hakkaniyet ararken mağdur duruma düşüyorsam elbette çocuk gibi
mızmızlanırım gerçi hayatta neye gücüm yetiyor ki? En azından Yaratan ile
aramda perde yok özellikle de son zamanlarda. Ve ben direkt gönül teması
kuruyorum ne zamanki başım sıkışsa üstelik perde arkasından kimseyi gözetleyip
hakkında ileri geri konuşmuyorum.
Leo… o da gitti. Gerçi çok yakın bir
tanıdığım gibi dertlendim ama… bırakın da dertleneyim: lise yıllarımda onun
kitapları en yakın arkadaşımdı ve ona taziyelerimi sunmakta geciktim bile.
Kitaplar ve kitapların gerçek sahipleri…
sahi, biz okuyucular mıyız kitapları sahiplenen yoksa yine biz yazanlar mı
tekil sahibi?
Ne fark eder ki hele ki paylaşıp
çoğalmak iken en büyük getirisi sevginin ve mutluluğun.
Çok rüzgârlı bir geceydi dün gece ve
ben sadece yumup gözlerimi içimden geçirdim tüm iyi dileklerimi bir de mazluma
yapan kim ise daha beterine nail olsun diye: hangi mazlum mu ya da hangi ruhsuz
canlı mı buna sebebiyet veren? Fark eder mi sizce? Sizin ya da benim arkamdan
konuşan ötesinde kimin kime gücü yetiyorsa.
Tanrı’nın sessizliği bana öylesine
güç veriyor ki hele ki ardından kopan o fırtına: taşlar yerinden oynarken ve
gereken her şey ve herkes layığını bulurken.