Geceye içini döken bir adam tanıdım.
Karanlığı karanlık eden…
Hüznü daha bir hüzünlü kılan…
Acıya acı katan…
‘Her
şey yalan’ der’di.
Buydu derdi.
-
Ey ay!
Karanlığın imparatorluğuna karşı çıkan ve aydınlığın bayrağını karanlığın tam
da ortasına diken ay! Duyuyor musun beni? Kaybedecek hiçbir şeyim yok.
Sevildiğimi zannediyordum aslında hiç sevilmediğimi anladım. Bunları zorla
söylüyordu. Sesi ağlamaklıydı. Gözleri dolu dolu olmuştu. Ellerini gözlerine götürdü. Yaşlarını sildi.
-
Ey
gecenin şehinşahı! Yanık yüreğimin bitmeyen ve dinmeyen ah’ı! Biliyor musun? Ona
baktığımda gözlerinin karalığında ortaya çıkan bir ay’ı görürdüm. Ve o ay
ışığında onun varlığına teslim ederdim canımı. Aslında karanlığım oymuş. Beni
sevdiğini, bana değer verdiğini sanmıştım. Çok safmışım. Şu an bir kağıt mendil
gibi kullanılıp atıldığımı, bozuk bir para gibi harcandığımı görüyorum.
Bir kalp nasıl kırılmış; nasıl incitilmiş
bu can, nasıl ihmal edilmiş, nasıl kandırılmış? Onun sarf ettiği her bir
kelimenin ve döktüğü her damla gözyaşının nasıl samimi olduğunu görebiliyordum.
Bu sözler içten gelen bir hayal kırıklığının mürekkep bulmuş hali, döktüğü
gözyaşları da çektiği acının ifrazatlarıydı.
Bir
insan daha ne ister?
Belasını mı?
-
Ey
gecenin ve yalnızların dostu! Beni hiç sevmemiş! bunu defaten
tekrarlıyordu. Hiçbir şey diyemiyordu kimse ona. Çünkü cayır cayır yanıyordu ve
bu ateşi söndürebilecek su yoktu. ‘Başka birisini sevebilir illaki, bu
olabilir de. Lakin bilmeliydim. Sırf o gülsün ve mutlu olsun diye bunu da
sineye çekerdim. Çekilirdim aradan. Bana yalanlar söylememeliydi. İnsan değer
verdiğini söylediği birisini böyle vurabilir miydi? Kırabilir miydi böyle
ucuzca? Kim için ve ne uğruna? En zor gününde, en karanlık anında yanında
olmayanlar bu iyi günlerinde gecende ve gündüzünde yanı başında.’
Onun bu haline üzüldüm. İçten içe ağladım. Bir
insan hele ki seviyorsa sevdiğini iddia ediyorsa nasıl kırar böyle bir adamı?
-
Ey mah! O
benim ömrümü çalmadı. Doğruluğumu çaldı. Dürüstlüğümü… Merhametimi… Sevgimi… İyi
niyetliliğimi… Daha nice güzelliğimi… Bundan sonra benden kimse iyi niyet
beklemesin. Yazdığım binlerce satırın, dizelerimin bir anlamı olmalıydı onun
için. Çünkü onlar kalpten gelip dökülen gözyaşlarıyla yazıldı. İçinde hiçbir
kötülük yoktu. Hiçbir art niyet… Zarafet vardı. Nezaket… Letafet ve her daim
hislerde hazır olan taravet. Lanet olsun bu kadar sevmişliğime! Bu kadar
güvenmişliğime… İnanmışlığıma… Ne yazık ki kendimi kandırılmış hissediyorum.
Boşluğuna karanlığın bir küfür yolladı. Bahtsızlığına
oturup ağladı. Diyemedim: ‘Aslanım,
böyle olur harbiden sevenin ahiri! Kıracaksın severken, hırpalayacaksın.
Değerinin üstünde değer vermeyeceksin. Ederi kadar bileceksin. Gideri olursa da
yol vereceksin. Üzülme, kaybeden sen değilsin. Ve acıyorum ona, elindeki
mücevherin kıymetini bilmeyene… Kaybettiğinin bir dosttan daha öte olduğunu
anlayamayana…’
Onu en iyi ben anlıyordum. Damdan düşenin
halini damdan düşenin anladığı gibi. ‘Sen
de sevildiğini zannettin benim gibi ve bir vakit geldi ki aslında hiç
sevilmediğini anladın.’ diye mırıldandım. Beni duymuştu.
-
Düzelteyim.
dedi. ‘Onun beni sevmediğini bile bile
sevdim. Bana yalanlar söylediğini bile bile… Aslında onu olduğu gibi
seviyordum. İlgi çekmek için hiçbir çaba sarf etmesine gerek kalmadan…
Başkalarının gözünün içine sokarcasına yaptığı işlerle değil safi haliyle,
yanlışıyla, hatasıyla ve günahıyla… ’ O böyle deyince daha bir hüzünlendim içimden
de: ‘Allah seni bildiği gibi yapsın
kadın! Bu adamı kaybedenin aklından şüphem duyarım.’ dedim. Daha fazla
dayanamadım onu karanlığıyla baş başa bıraktım. Çünkü aynı iklimde iki karanlık olamazdı.