Doktorun söyledikleri beni tatmin etmemişti, rahatlatmamıştı; aksine huzusuz yapmıştı. Söylene söylene yürüyordum. Nereye gidecektim, bir karar vermemiştim. Ayaklarım nereye götürürse oraya. Gittim, gittim; geldiğim yer daha önce hiç bilmediğim bir yerdi. Sokaktı. Bu sokak metruk ev dolu. Bakımsız, yıkıldı yıkılacak evler. Bir fırtına çıksa hepsini uçurur. Buna rağmen boş değiller; kapılarının önünde oturan kadınlar ve pencerelerinden bakanlar var. Çocuklar da ortasından küçük, kirli bir derecik akan -kanalizasyon patlamış olabilir- sokakta birbirlerini kovalıyorlar. Kedi var bir tane, üç de köpek. Kedi tedbirli davranıyor, köpeklerden oldukça uzakta onların hareketlerini izliyor.
Bir an önce buradan gitmeye çalışıyorum. Gidemiyorum. Bir evin önünden geçerken kapısı açılıyor, bir el beni içeri çekiyor. Kim bu? İçerisi loş, gözlerim iyi görmüyor. Tuhaf kokular geliyor burnuma: Leş, turşu, tuvalet kokuları. 
O kişi elimi daha kuvvetli çekerek beni bir odanın içine sokuyor. Burası aydınlık. Görüyorum. Yaşlı bir kadın, üstü başı dökülüyor, yere kadar bir entari giymiş. Saçları bembeyaz ve dağınık. Küçük suratlı, elmacık kemikleri çıkmış, avurtları çökük. Çünkü ağzında sadece üç tane üstte iki tane de altta dişi var. Üsttekilerin ortasındaki diş altın kaplama. Hayret. Cam kenarında bir sedir var, oraya oturmamı işaret ediyor. Nasıl oturabilirim, sedirin üzeri eski püskü giyecek hatta cam ve metal parçalarıyla dolu. Tereddütümü anlıyor, sedirin bir kısmındaki eşyaları eliyle iteleyip boşaltıyor. Oturuyorum.
-Senin üzerinde büyü var, bunu bozacağım. Diyor.
-Büyü müyü yok bende. Büyü olduğunu nasıl bildin?
-Ben bilirim; işim bu. Oturduğun yerden kıpırdama, şimdi geliyorum, deyip odadan çıktı, bir dakika sonra, içinde macuna benzeyen madde bulunan  bir bakır sahan ve büyük bir kuşa ait beyaz-siyah karışık renkli uzun bit telekle geldi. Yanıma oturdu. Telekle sahanın içindeki maddeyi karıştırdı. Bir yandan da ne dediğini anlamasam da dudaklarının oynamasından bir şeyler mırıldandığı belliydi. Çukura kaçmış gözlerini bir kapatıp bir açıyor, şiş damarlı eli hızla sağanın içini karıştırıyordu. Karıştırma bitti, ağzını kapattı, gözlerini yumdu. Tam tepemde dikiliyordu, boğazına sarılıp boğmak geçti içimden. Yapmadım. 
Gözlerini açtı, pis bir gülüş attı  bana doğru; altın dişinden parıldıyan bir ışık gözümü rahatsız etti. Çok derin bir nefes aldıktan sonra, tıpkı bir yılan tıslaması gibi bana üfürdü. İğrenç kokuyordu nefesi. Başımı çevirdim, eliyle düzeltti, tekrar tısladı yani üfledi. Defalarca... Elimle burnumu kapattım, elime vurdu. Telekle sahanın içindeki maddeden alıp bana yedirmek istedi. Bu iğrenç şeyi nasıl yerdim? Kafamı “Hayır” anlamında salladım. Umursamadı, gene yedirmeye uğraştı. Bu kadarı da fazlaydı! Pis büyücünün bir sıkımlık canı var, buna rağmen bana kabarıyor. 
Yerimden fırlayıp ayağa kalktım. Elindeki sahana vurdum, sahan yere düştü, üzerime içindeki maddeden bulaştı. Büyücünün elindeki teleği çekip aldım, önce sol gözüne sonra sağdakine sapladım. Bağırmadı. İteleyip sedirin üzerine düşürdüm. En sonunda da boğazını bütün gücümle sıktım.
Kçmalıydım, kaçamadım; odadan adımımı atar atmaz bir adam karşıladı beni. Kadının yalnız yaşamadığı  anlaşılmıştı. Adam, kadından daha da korkunçtu. Gözlerinden akan kırmızı kan çenesinden aşağıya süzülüyordu. Yüzündeki deri değil de sanki köseleydi. Konuşurken ağzından çıkan köpükler etrafa saçılıyordu.
-Öldürebildin mi? Diye sordu bana.
-Evet, dedim. İşi tamam, öldü.
-Sen öyle zannet,  deyip önüme dikildi, kıs kıs gülüyordu. Öfkeyle iteledim onu, kıç üstü yere düştü. Acaba adamı da öldürsem mi diye sordum kendime. Öyle ya geride bir tanık bırakmak benim kolayca yakalanmama neden olabilirdi. Buna rağmen adamı öldürmek içimden gelmiyordu. Acıdığımdan mı? Hayır. Tembelliğimden olabilir. 
Evden sokağa çıktığımda kapıdan girmeden önceki gördüklerim aynen vardı. Sokağı aceleyle terk ettim. Çarşıya geldim, fırından iki ekmek aldım. Bana en az iki gün yeterdi bunlar. Çarşıyı elimdeki ekmek poşetiyle dolaştım. Huzursuzdum, sebebi belli. O büyücüyü keşke öldürmeseydim. Belki de ölmemiştir. Adamı öldürmemekle iyi yaptığıma inandım. Gidip bakacaktım. Gitmek riskliydi, öldüyse cinayeti benim işlediğim hemen anlaşılırdı. Belki de adam, kadını  öldürdüğümü herkese duyurmuştu! Buna rağmen gittim.
Sokakta her şey aynı. Sanki sabitlenmiş. Burada zamanı dondurmuşlar. Büyücünün evinin önündeyim. Kapı açıldı, bir el gene beni içeri çekti. Bu saferki el o adama aitti.
-Ben sana demiştim, deyip gülerek öteki odaya kaçtı. 
Adam haklıydı, işte büyücü kadın yanımda bitmişti. Hem de sapasağlam. Elimi tutup beni, odadaki  sedire kadar sürükledi. Lanet büyücü kadın! Ölmemiş. Ama nedense sevinmek gelmiyor içimden.
-Ekmeğin birini bana ver.  Dedi.
-Neden verecekmişim sana?
-Yaptığım büyünün karşılığı olarak.
-Nasıl bir büyü yaptın?
-Üzerindeki bütün kötülüklerin günahını defettim. 
-Para vereyim.
-Para istemem. Ekmek ver.
Ekmeklerin ikisini de vermek istedim, kabul etmedi. Birini aldı ve dedi ki:
-Git artık, gider gitmez yat uyu. Uyandığında gördüğün rüyayı hatırla. Rüyandakilerin hepsi olmasa da çoğu gerçekleşecek. Kötülükleri derin kuyuların içine gönderdim; şimdilik çıkamazlar. Sonsuza kadar da orada kalamazlar. Çıktıklarında bana gel; bakarız çaresine.
(Devam edecek...)
( Çapulcu Manyak-23 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 10.08.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.