Sabaha
kavuşmak istemeyen gecenin bünyesinden çekip aldığı uykuyu, şehrin ibibiklerine
aşılamış olduğunun eminliğinde kurcalıyordu pilli radyoyu. Bir süredir aşinası
olduğu yalnızlıkla, kadim dostu efkârın arasını açmaktı art niyeti. İnsanlık
tarihi kadar eski birlikteliklerinin, üzerine birlikte gelme olasılığını göz
ardı etmekti yanılgısı.
Kulak
tırmalayan cızırtıların arasından nefsini doyuracak nağmeleri ararken rast
geldiği dizeler, neden rahmet ismiyle anıldığının açılımıydı sanki yağmurun.
Bir dolu derdin arasında, doluya tutulmakta cabası.
Bir garip
Orhan Veli olmuştu sanki Müşfik Kenter, şiiri resmeden diliyle.
Her şey birdenbire oldu.
Kız birdenbire, oğlan birdenbire;
Yollar, kırlar, kediler, insanlar…
Aşk birdenbire oldu,
Sevinç birdenbire.
Manidardı ki; sıyrıldığı
cızırtıların arasında tekrar kayboldu ses, birdenbire. Sosa bulanan efkârını
paylaşmak için araladı pencerenin perdesini. Ve devasa bir kara bulut perdeledi
mehtabı, birdenbire…
_ Ey mübarek
gece, diye söylendi. Ne seninle oluyor, ne de sensiz. Ama artık kendine başka
dostlarda edin lütfen.
İki gün evvel
keyifle okuduğu yorumu düşürdü bu sözler aklına. Bir gazetenin kitap ekinde,
ondan ve romanlarından bahsedilmişti. Kısa süren bir arama faslından sonra, bir
kere daha gözden geçirdi aynı satırları.
“Güneşin hiç batmadığı ıssız bir adaya
düşeceğini bilse, son ayrıldığı limandan ceplerine ‘gece’ doldurmaya çalışırdı
Osman Ak. Ve bolca mehtap…
İçi geçmiş
zamanın; mişli geçmiş zamanları kıskandıracak masalıydı ilk romanı, ‘Yarısı
Yasal, Kalanı Masal’. Eşini amansız bir hastalığa kurban verdikten sonra,
kendini tamamen suçlularla savaşmaya adayan Müfettiş Cevat karakteri hiç
dinmeyen bir aksiyonla sizi maceradan maceraya sürüklüyor. Türün tarzına aykırı
bir şekilde zaman zaman doruğa çıkan duygusal anlar, gözyaşlarınızı tutamamanıza
sebep oluyor bazen.
‘Kendini
Okuyan Sahifeler’ isimli romanla serileşen eserlerin ikincisi de, birincisini
kesinlikle aratmıyor. Geçmişle gelecek arasındaki med cezirlerle anlatılan hikâyede
yine aksiyona doyacak, yine gözyaşlarına boğulacaksınız.”
Kitaptan kısa
bir alıntıyla devam ediyordu yazı;
“Ve anlatmaya başladı;
_ Kapılar her zaman vardılar. Öncekiler,
aşmaya her çalıştığında, şahabı engelleyici buldular geçişe. Gâib peşinde
koşmaktansa sarılsalardı geçmişe, yakıcı bulmayacaklardı belki kendileri
içinde. Oysa o kadar genişti ki zaman boyutu; sonsuzluğa uzanma cürümünü
gösteren Pi sayısı bile açılabilir pek çok kapı bulundururken bünyesinde,
daldığım deryada geçit verenin olması gerektiğine inandım. Buldum da…
Anlatmaya başlamasını isteyene döndü;
_ Sen, uğultuya ilk güfteyi ekleyen…
Sırrın ilki sendeydi. Ah! Okuyabilseydin kendini… Duymayı beklediğin, olduğun
bedendeydi.”
Yazıdan aldığı
keyif, bir süredir derin uykuda olan ilham perisini dahi uyandırmış olmalıydı.
Günlerdir duyulmayan daktilo sesi, gecenin bir yarısı odanın içinde çınlamaya
başladı.
* * *
Akrep ve yelkovanın başını döndürecek
kadar hızlı, gövdesine kilitlenen bir çift gözün beklentisini tatmin edemeyecek
kadar ağır ilerliyordu duvar saatinin saniyesi. Göz göze gelmekten kaçındığı
bakışlara karşı sığınak vazifesi görüyor olsa da, ağır ilerleyişine kızıyordu
için için.
_ Uyandırmamı ister misin evladım, dedi.
Karşısındaki çift kişilik kanepenin sağında oturan yaşlı kadın…
_ Hayır, gerek yok anne, dedi Cevat. Daha
çok erken…
_ Yine mi görmeden gideceksin?
Cevap vermedi. Geldiğinde, oturduğu
koltuğun kenarına bıraktığı paketi eline alarak ambalajını yırttı. İçinden
çıkan kocaman pelüş ayıyı ihtiyar kadına uzattı.
_ Bunu ona verirsiniz.
Yanında oturan eşi, bir şeyler daha
söylemek isteyen yaşlı kadını, avuçlarına aldığı elini sıkarak susturdu.
_ Tamam, evladım veririz. Sen merak etme.
_ Halletmem gereken birkaç acil iş var,
diyerek ayağa kalkan Cevat’ı kapıya kadar geçirdi ihtiyar adam.
Odaya döndüğünde yaşlı gözlerle yüzüne
bakan hanımından gözlerini kaçırdı.
_ Henüz hazır değil.
Yer bulamadığı için, birkaç yüz metre
aşağıya park ettiği aracına doğru yürümeye başladı Cevat. Eşini kaybedişinin
üçüncü yıldönümünde, her sene olduğu gibi kayınpederiyle, kayınvalidesini
ziyarete gelmişti yine… Bilinçli olarak erken bir saatte gelmişti. Acil bir işi
de yoktu aslında. Sadece…
Düşüncelerinden uzaklaşmak istediğinde her
zaman yaptığı gibi, dikkatini başka şeylere yöneltmeye çalıştı. Park yerine
yaklaştığında, geldiği istikamete doğru ilerleyen kalabalığı gördü. Anneler,
babalar, minik hanımlar, küçük beyler… Az önce önünden geçtiği ilkokula gidiyor
olmalıydılar. Yeni eğitim döneminin ilk günü olduğunu hatırladı.
Uzaklaşmalarını izlerken, kendisi gibi onları izleyen ihtiyar bir adamla göz
göze geldi. Gülümsedi ihtiyar adam;
_ Hay mübarekler, dedi. Âmin alayı gibi…
_ Öyle, diyebildi sadece. Acısını sahte bir tebessümle
örtmeye çalışarak.
Aracının yanına geldiğinde çalmaya
başlayan cep telefonu açtı. Karşısındaki kişiyi bir süre dinledikten sonra;
_ Sanırım, ona sizden önce ulaşabilirim.
Sonlanan konuşmanın ardından aracını
olduğu yerde bırakarak koşmaya başladı Cevat. Birkaç dakikalık yürüyüş
mesafesindeki tramvay durağına doğru ilerlerken gözleriyle çevreyi tarıyordu.
İstasyonun karşısında ki elektronik eşya satan küçük mağazayı gördüğünde, bu
saatte açık olmasına şükrederek içeri daldı. Vitrinde duran hoparlörü işaret
etti. Şunlardan bir tane istiyorum.
_ Mükemmel bir seçim, dedi satıcı ürünü
raftan indirirken... Özelliklerini saymaya başladığında Cevat’ın kutuyu
parçalarcasına açtığını gördü.
_ Hey! Dikkat et. Daha kullanmadan
kıracaksın.
_ Amacımda bu zaten, dedikten sonra
hoparlörü yere atarak çiğnemeye başladı.
Müşterinin Vandallığını gören satıcı
telefona sarıldı;
_ Şimdi polis çağırıyorum.
Seri bir hareketle cebinden çıkardığı
cüzdandaki kimliği gösterdi.
_ Zahmet etme.
Hoparlörün mıknatısını çıkartarak
ceketinin cebine koyduktan sonra dışarı fırladı.
Satıcı arkasından bağırıyordu;
_ İyi ama bunun parasını kim ödeyecek?
Koşmaya devam ederken cevap verdi;
_ Hesabıma yaz, dönüşte öderim.
Turnikelere yaklaştığında, geçiş kartı
olmadığını hatırladı. Kimliğini deşifre etmemek için ceplerinden bozuk para
aramaya başladığında, birkaç dakika önce karşılaştığı ihtiyarla tekrar göz göze
geldi. Kendi kartını makineye okuttuktan sonra;
_ Sanırım kartını unuttun evlat. Buyur
geç.
Beraberce merdivenleri çıktıklarında,
tramvayın geliş süresini gösteren ışıklı tabelaya göz attı. İki dakika
kaldığını gösteren bildirimi okuduktan sonra derin bir nefes aldı. Aklından yaptığı
kısa hesaplamadan sonra gelmek üzere olan tramvayın, beklediği tramvay olduğuna
emin oldu.
Avucunda gizlediği kimliğini görmesini
sağladıktan sona, ihtiyar adamı durağın tenha bir köşesine çekti;
_ Kusura bakma bey amca, dedi. Detaylı
açıklama yapacak vaktim yok. Peşinde olduğum bir kaçağın, gelen tramvayda
olduğa inanıyorum.
Cebinden çıkardığı mıknatısı ona
uzattıktan sonra;
_ Şimdi bu mıknatısı almanı ve son vagonun
duracağı hizaya gitmeni istiyorum. İnsanlara fark ettirmeden iki kapının
birleşim noktasının tavanına bunu yapıştır. Anladın mı?
Başını sallayarak anladığını onaylayan
ihtiyar adamın gözlerinin içine çaresizliğini hissettiren bir bakış attı;
_ Ne olursa olsun, ben gelmeden o kapılar
kapanmamalı.
Durağa yanaşan tramvayın bekleme süresi
dolduğunda, kapılar tekrar tekrar açılıp kapanmaya başladı. Seri hareketlerle
vagonları dolaşırken “kapıların kapanmasına engel olmayın” anonsu kulaklarında
çınlıyordu. “Doğru kişiye güvenmişim” diye aklından geçirirken girdiği üçüncü
vagonda, aradığı şahsı belirledi. Ekipler yetiştiğinde, etkisiz hale getirdiği
şahsa kelepçeyi takmıştı bile.
Tanıklık yapacağı için koruma altına
alınan şahıs, bir şekilde çevresindeki korumaları atlatarak kaçmayı başarmıştı.
İşadamı kisvesi altında gizlenen büyük bir suç baronunu parmaklıklar ardına
gönderebilecek bilgiye sahipti. Şahsın, kaçarken aklından ne geçtiğini
bilmiyordu Cevat. Ama polisten önce, baronun adamları tarafından ele
geçirilmesi halinde yaşama şansının olmayacağını gayet iyi biliyordu.
“İnsanları anlamak, bazen gerçekten güç
oluyor” diye düşünürken baronla yaptığı görüşmeyi hatırladı. Elindeki
bilgilerle, köşeye sıkıştırıp ağzından laf alabilmek amacıyla ofisine gitmişti
ama istediğini elde edememişti Cevat. Dinlenme odasında, özel berberi
tarafından tıraş edilirken görüşebilmişti onunla ancak. Tüm hamlelerini
ustalıkla savurabiliyordu. Hele, ofisinin penceresinden görünen boğaz manzarasını
işaret ederek söylediği son sözleri kesinlikle unutmuyordu.
_ Senin gibilerin, cehennemde yanışımı
görmek için can attığını biliyorum. Belki; yeterince uzun yaşarsan, vasiyetim
üzerine cesedimin yakıldığını ve küllerimin şu boğazın serin sularına
serpildiğini görebilirsin.
Berberin makas darbeleriyle yerlere
dökülen saç tellerine baktı Cevat;
_ Onları da toplat ki, temizlik tam
olsun.
Biraz soluklanmak için bir banka
oturduğunda, kendisine yardım eden ihtiyar adam bir anlığına aklından çıkmıştı.
Az önce verdiği mıknatısı geri uzatan elin sahibini görünce gülümsedi;
_ Artık buna ihtiyacın kalmadı sanırım?
_ Baksana! Dedi Cevat. Mıknatıs işe
yaramasaydı ne yapacaktın? ‘Beni ilgilendirmez’ diyerek öylece çekip gidecek
miydin?
_ Aslına bakarsan işe yaramadı zaten,
dedi.
Açıklama bekleyen bakışları fazla
bekletmedi ihtiyar adam. İki kolunu bağlama pozisyonuna getirip parmaklarıyla kısa
süreli bir masaj yaptıktan sonra;
_ Verdiğin mıknatısın, kapıların
kapanmasını engelleyebilecek büyüklükte olmadığını fark ettim, takmaya
çalışırken. Kalp krizi geçirerek vagonla peron arasına yığılan ihtiyar bir
adamın, kapıların arasına sıkışmasına insanların gönlü razı olmadı diyelim.
_ Harikasın bey amca. Bu arada, hala
isimlerimizi bilmediğimizi fark ettim. Ben Cevat.
_ Bende Çorali, dedi ihtiyar adam. Bu
acayip şartlar altında da olsa tanıştığımıza memnun oldum.
_ Söyler misin açılımı ne bu ismin?
Çorumlu Ali falan mı?
_ Hayır, dedi ihtiyar adam. Bir zaman
küçük bir çorbacı dükkânım vardı. Çorbacı Ali derlerdi bana. Sonra Çorba Ali
oldu. En sonunda da Çorali.
_ Her şey için teşekkür ederim Çorali. Arabamla
seni gideceğin yere bırakmamı ister misin? Baksana durak bayağı kalabalıklaştı.
Binebilmen oldukça zor olacak.
_ Hiç gerek yok, dedikten sonra gitmesi
gereken yönün zıt tarafına yöneldi Çorali. Bir durak geri gittikten sonra,
yolculuğuna rahat devam etmeyi planlıyor olmalıydı.
Uzaklaşmadan önce son bir kez geri döndü;
_ Bu sözümü yabana atma evlat… Bazen
sorunları çözebilmek için, başlangıç noktasından bir adım geriye dönmen
gerekebilir.
Bakışlarındaki hüznü kastederek;
_Kim bilir? Belki bu yaralı duruşun şifası
orada gizlidir.
_ Sadece kötü bir gün geçiriyorum o kadar,
diyerek konuşmayı sonlandırmak istedi Cevat.
_Kötü günlerin en iyi yanı ne, biliyor
musun evlat?
_ Sanırım. Kötü günlerin en iyi yanı…
Başladığı cümleyi sonlandıracak yüklemi bir
türlü bulamamıştı Osman Ak. Daktilonun bir karış üzerinde, havada duran
ellerinden daha bir yüksekte asılı kalmıştı sanki düşünceleri. Odaklanamıyordu.
Oysa alternatif sonlarla, belki yüzlerce kez zihninde kurgulamıştı anlatmak
istediği hikâyeyi. Belki de seçeneklerin bolluğuydu kararsız kalmasına sebep.
Daha fazla mekân, daha fazla macera arayışlarında zaman zaman girdiği çıkmazlar
gibi…
Eklediği
Çorali karakterinin, hikâyenin bütününe uyum sağlayıp sağlamayacağı konusunda
tereddütlüydü. Gerçek hayattan öykündüğü Müfettiş Cevat karakteri, öykündüğü
kişi tam olarak öyle olmasa da gelenekten beslenen bir yenilikçiydi. Merhum
Mehmet Akif’in sözleriyle tarif edilecek olursa; Kökü mazide olan ati… Bu
bağlamda Çorali, gelenekle olan bağlantıları kuvvetlendirecek bir rabıta
olabilirdi.
Okuyucunun
yeni karakteri nasıl karşılayacağı konusunda endişeleri olsa da; atmadığı bir
adımın, ardında gizlenen kelebek etkisini örtebileceği gerçeği, ön
yargılarından sıyrılmasına vesile oluyordu. Hayal âlemindeki hazine sandığının
anahtarı olabilirdi Çorali. İçinde sakladığı şifreli mesajla, arayanı her
seferinde bir diğerine yönlendiren hazine sandığı… Biraz, hayat gibi…
Devam
edebilmek için, hep daha fazlasına ihtiyaç duyuyordu insanoğlu. Okulumu
bitireyim… Askerliğimi bitireyim… Evleneyim… Emekli olayım… Birinden
vazgeçtiğin an, hazineyi bulma şansını yitirdiğin anla müsaviydi. Asıl hazinenin bu yolculuk olduğunu gözden
kaçırıyordu kimi…
“Neden sorun
ediyorum ki?” Diye mırıldandı birazda sinirlenerek. “Kalem benim elimde değil
mi? Oturmazsa bakarız bir çaresine.” Sağ elinin işaret parmağıyla yaptığı
vuruş, bitmeyen cümlenin ceza noktasıydı sanki. Aynı hareketi daha sert bir
üslupla tekrarladı. Sonra bir daha…
Parmağı
acıyana kadar aynı tuşa tekrar tekrar basmaya devam etti. Hırsını alamamış
olmalıydı ki daktilodan çekerek çıkardığı kâğıdı, buruşturarak yere attı.
Başını ellerinin arasına alarak; uzunluğunun bilincine varamadığı bir zaman
sürecinde, zihnini toplamaya çalıştı.
İşe yaramayan
ölçüsüz bekleyişten sonra koltuğundan kalkarak, odanın diğer köşesindeki yarım
bırakılmış satranç oyununa yöneldi. Siyah fili yerinden kaldırarak hamlesini
yaptıktan sonra ‘şah’ dedi. Özel yapım sehpayı yarım tur çevirdiğinde kendisinin rakibiydi artık. Beyaz vezirle siyah
fili devirdi. ‘Şah ve mat…’
Aklı hala;
cümleyi sonlandıracak, soruyu cevaplandıracak kelimedeydi. “Kimi kandırıyorum”
diye mırıldandı. Kendine bile itiraf etmekten çekindiği sonuçsuzluğu
beraberinde getiren sebep, sonsuz kibrinde saklıydı. Yazdığı kurguyla, hayat
kurgusundaki anların benzerliği, birkaç ay öncesine düşünsel bir geri dönüş
yapmasına sebep oldu;
“Gece yaşadıkları tartışmanın, az önce
tamamladığı oyuna başladığı sabahında ‘bir yanının günü kötü geçiyor olmalı’
diyen eşi Semra’yla göz göze gelmiş. Cevap vermek konusunda tereddüt etmişti. ‘Kötü
günlerin en güzel yanı ne biliyor musun?’ Diye devam etmişti eşi. Osman’ın
tepkisizliğini görünce, sorusunu cevaplamak yerine elindeki tekerlekli valizi
çekerek kapıya doğru ilerlemişti. Çıkmadan önce son bir kez dönerek, çalışma
masasının üzerine ve duvardaki sarkaçlı saate göz atmış;
_ İnsülin iğneni yapmışsın. Ara öğününü de
ihmal etmemişsindir umarım.
Cevap vermek yerine gülümsemekle
yetinmişti Osman. Kapanan kapının ardından bir süre sessizliğe gömülmüştü. Bu
kadar mıydı? On üç yıllık mutlu evliliğin çatırdama sesini, yağsız menteşelerin
gıcırtılı senfonisi bile örtmeye yetmemişti.”
Sönmeye yüz
tutan şömineye odun atarken, son gece yaşadıkları tartışma tekrar canlandı
gözlerinin önünde. “Herkesten, her şeyden
kaçıyorsun” demişti Semra. “Bu hayat
değil.”
İnsanoğlunun,
anlaşılması en güç özelliklerinden biride; hayalleriyle sonsuzluğu kuşatırken,
gerçek hayatta, yaşanması mümkün olana dahi kota koymasıydı. Yazdığı hikâyedeki
karakterleri maceradan maceraya koştururken, kendisini kısa süre önce dekore ettirdiği
bu yazlık eve hapsetmesine çok kızıyordu Semra.
Perdelerin
arasında kalan aralıktan ayırt edilmeye başladığını fark etti, siyah iplikten
beyaz ipliğin. İnadı kırılan gece, uykusuz bıraktığı gözlerini terk etmeye
hazırlanıyordu, umarsızca. Bir Japon efsanesine göre; gece uyuyamıyorsan, başka
birinin rüyasında uyanık olduğun içinmiş. Buruk bir sevinç sardı içini. Öyle
özlüyordu ki onu… Dolaptan çıkardığı İnsülin kalemini ayarladıktan sonra,
koluna sapladı.
Birkaç ay
önce, çalıştığı gazetede fenalaşınca iş arkadaşları tarafından hastaneye
kaldırılmıştı Osman. Yapılan tetkikler sonucu diyabet hastası olduğu ortaya
çıkmıştı. Teşhisi duyduğu an hayatının dönüm noktası, yeniden şekillendirmeye karar verdiği an
olmuştu.
Diyetine,
uykusuna dikkat ediyor, yorucu olabilecek işlerden kaçınıyordu artık. Gazeteye
gidip gelmeyi kesmişti. Yazılarını mail atarak gönderiyordu. Yeterince birikimi
ve iyi bir kira geliri olduğu için bir nevi erken emeklilik sayılabilecek bu
durumu kısa sürede kanıksamıştı. Birer sene aralıklarla yayımlanan ve iyi bir
okuyucu kitlesi yakalayan iki polisiye romandan sonra, üçüncüsünü yazmak için
belki de iyi bir fırsattı bu.
Yıllardır adım
atmadığı bahçeli, iki katlı şirin bir yazlığı vardı Mürefte’de. İstanbul’a üç
dört saat araç mesafesi olan bu sakin sahil kasabadaki evi, eşinin de “olur”
vermesiyle restore ettirmişti. İlk tartışmalarını da, Semra evin son halini
görmeye geldiğinde yaşamışlardı. Giriş katının salonuna özenle yapılmış
şömineyi gördüğünde sinirlenmişti Semra.
“Adı üstünde yazlık ev” demişti burası. “Yazlık evde yazın kalınır.”
Osman’ın İstanbul’da ki evlerine bir daha geri dönme niyeti olmadığını
anlamıştı içten içe.
Yinede çoğu
zaman mutlu görünüyordu Semra. Bütün zamanlarını birlikte geçirebiliyor
olmaları hoşuna gidiyordu belli ki. Tek eksikleri, yuvalarını şenlendirecek bir
çocuklarının olmayışıydı. Evliliklerinin ilk yıllarında düşükle sonuçlanan bir
dış gebelik sonrası, Semra’nın tekrar hamile kalmasını riskli bulmuştu
doktorlar. Böylece konu Osman için bir daha açılmamak üzere kapanmıştı. Ölesiye
sevdiği eşinin zarar görmemesi için, çocuk sahibi olma hayalinden dahi
vazgeçebilmişti.
Eşinin de
gözlerinde aynı sevginin yansımalarını gördüğü halde çekip gitmesine bir anlam
verememişti Osman. Son zamanlarda sık sık yaşadıkları tartışmaları, onu tekrar
hayatın içine çekmek için zorlama çıkardığını biliyordu Semra’nın. Yanılmış
olduğunu düşündü. Kitap çalışmasını tamamlar tamamlamaz İstanbul’a geri
döneceklerine söz verdiği halde gitmişti çünkü.
Düşüncelerinden sıyrıldığında tekrar çalışma masasına doğru yöneldi.
Yerdeki buruşturularak atılmış kâğıtlardan birini eline aldı. Düzelterek
okumaya çalışırken itaatsiz bir damla gözünden kâğıda damladı. Yazıyla birlikte
aklıda bulanıklaşıyordu şimdi. Nefesinin kesildiğini hissetti. Odadaki bütün
oksijen bir anda vakumlanmıştı sanki. Hızlı adımlarla kendini evden bahçeye
attı.
Semra’nın
ektiği bembeyaz kasımpatılar, el sallar gibi çağırıyorlardı zaten. Belki
birazda rüzgârın etkisiyle…
Ve sanki kar yağmışçasına beyaza bürünmüştü
yalnızlığı…
* * *
Geçen her
saniyede şiddetini artıran tedirginlik hissi, taksicinin sözleriyle tavan
yaptı.
_ Geldik
hanımefendi. Adresini verdiğiniz hastane burası.
Sarı taksinin
camından, önünde durdukları binaya kısa bir bakış attı genç kadın. Bulunduğu
açıdan, bitiş noktasını göstermeyen yükseklik garip bir mide bulantısı
hissetmesine sebep oldu. Teşekkür ederek ücretini ödedikten sonra araçtan indi.
Az sonra binanın içindeydi. “Danışma” yazısını gördüğü bölgeye doğru ilerledi.
Görevli,
görünümünden Rus olduğunu düşündüğü bir adama pekte akıcı olmayan
İngilizcesiyle gitmesi gereken bölümü tarif etmeye çalışıyordu. Turistin
“hiçbir şey anlamadım” der gibi duran yüz ifadesi kadının tebessüm etmesine
sebep oldu. Odaların birinden çıkan Arap turistin, koridorda yankılanan
sözlerini anlamak için dil bilmeye dahi gerek yoktu.
_ La hastane…
Şifahane…
Arkasından
beliren ihtiyar adamın “binalar yükseldi, diller karıştı” ifadesine ikinci bir
tebessümle karşılık verdi.
Üççeyrek saat
sonra işini bitirmiş olarak hastaneden ayrıldığında; içindeki tedirginlik hissi
yerini, kararsızlıkla bezeli bir üzüntüye bırakmıştı. Dalgındı. Attığı
adımların varmak istediği bir hedef varmış gibi görünmüyordu. Duyduğu ani fren
sesiyle kendine geldiğinde, gözlerinin önünde cereyan ettiği halde algıları
kapalı olduğu için fark etmediği olay zihninde tekrarlandı.
İki adam,
tadilat halindeki bir mağazanın önüne çapraz park edilmiş açık kasa kamyonetten
içeriye cam taşıyordu. Aracın üzerindeki, üçgen stanttan çıkardığı camları
aşağıdakine uzatıyordu. Diğeri, içeri götürdüğü camı boş bir duvara yasladıktan
sonra yenisini almak üzere geri dönüyordu. Birkaç tur sonra yorulmuş olmalıydı
ki aracın yanında mola verdi. Kupadan aldığı kolayı birkaç yudumda içtikten
sonra, kaldırımda etrafı koklayarak ilerleyen kediye doğru fırlattı. Kuyruk
sokumuna çarpan teneke kutudan ürken kedi, caddeye fırladı. O sırada yoldan
geçen aracın altında kalmaktan şoförün ani freniyle kurtulabildi.
Yaptıkları işe
devam eden iki adamım kahkahası, kırılan camın çıkardığı sesle birdenbire
kesildi. Az önce hastanede gördüğü ihtiyar adam, aynı kola kutusunu
tekmeleyerek adamın elindeki raf camının kırılmasına sebep olmuştu.
_ Hey ihtiyar, diye bağırdı. Biraz dikkat
etsene… Cam taşıdığımı görmüyor musun?
_ Ya sen! Dedi ihtiyar adam. Şu zavallı mahlûkatında
can taşıdığını görmüyor musun?
* * *
Evine birkaç
yüz metre mesafedeki bir tramvay istasyonunda, bankta oturmuş gökyüzünü
izlerken bulmuştu kendini Osman Ak. Ayakları, ne zaman ve hangi amaçla
bulunduğu yere getirmişti? Hatırlamıyordu. Dahası; kısa yürüyüşlerde bile
canını yakan serçe parmak yarasındaki sızı yokluğu, ayaklarının bu yolculukta
aktif rol aldığını lisanı hal ile inkâr ediyordu.
Rüzgârın
bedenine taşıdığı ılığa yakın serinlik, üşümekten ziyade tatlı bir ürperti
verdi içine. Bir kere daha gözleriyle taradı gökyüzünü. Çizgi romanlardaki
okuma balonları gibi şekil almıştı bulutlar. İçleri, hafızası gibi bomboş...
Çizerin nisyanı mevzu bahis olamayacağına göre; yoksunluğu, hafızasındaki kara
delikle sınırlı değildi.
İstasyonu
dolduran kalabalık “perde” komutunu almış oyuncular gibi hareketlenince,
tramvayın gelmek üzere olduğunu anladı. En azından, yüzünün dönük olduğu
taraftaki hattın. Sırtının seyirliğinde, aksi yöne giden bir hat var mıydı? Pek
emin değildi. Dönüp bakacak cesareti yüreğinde bulamadı. Bilinmeyenin Arafına,
tarafını yeğledi.
Yanılmamıştı.
Hızı sıfırlandıktan sonra kapıları açıldı tramvayın. Binmeli miydi? Hangi
sebeple orada olduğuna emin değilken, hangi yöne gideceğini nereden bilecekti.
Kalabalık, vagonlara doğru hamle yaparken yerinden kalkmamayı seçti.
İnen üç beş
kişinin ardından tramvaya doluşan onlarca kişi, kendilerini bekleyen
kaderlerine doğru yola çıktı. Peki ya inenlerin kaderi… Onlarınki bu istasyonda
yeniden mi şekillenecekti?
“Sorular” diye
mırıldandı. “Sadece sorular.” Cevap üretmiyordu aklı. Sadece soru soruyordu.
İçinde bir yerlerde bütün cevapları biliyordu belki. Ortaya çıkmak için doğru
zamanı bekliyorlardı belki de…
Aklının
düşünmekten kaçındığı sorunun cevabı, dudaklarından istemsizce dökülünce doğru
soruyu sormadığını kendine itiraf etmek zorunda kaldı.
_ Yazmadığım
kelimeleri, nasıl değiştirebilirim?
Tramvaydan
inen yaşlıca bir adam oturduğu bankın boşta kalan köşesine yerleşti. Önce göz
ucuyla süzdü ihtiyar adamı. Sonra şaşkınlıktan irileşen gözleriyle tepeden
tırnağa tekrar inceledi. Tamda hayalinde canlandırdığı gibiydi ihtiyar adam.
Beyaz kasımpatılar düştü aklına.
Kelimeleriyle
tasvir ettiği mekânın, kelimeleri kendisine ait olmayan kurgusundaydı
şimdi. Çok kısa bir zaman süreci önce
kaderi, kaleminden dökülecek kelimelere bağlı olan karakterin kılavuzluğunda
çıkacaktı son yolculuğuna. Artık anlıyordu ki; kendisine ait sandığı kelimeler
bile, yüce bir kalem tarafından
bahşedilmişti. Kaderin üstünde bir kader, kalemin üstünde bir kalem vardı…
Sonsuzluğa
gidecek olan kişi iyilerdense, bir dostunun görünümünde karşısına çıktığını
duymuştu ölüm meleğinin. Değilse tam tersi… Hayalinde canlandırdığı kurgusal
bir karakterin, onu götüreceği yer hakkında endişeleri vardı. Dayanamadı;
_ Söylesene,
kimsin sen? Azrail’im mi?
Tebessüm
ettikten sonra cevap verdi ihtiyar adam;
_ Bana Çorali
diyordun unuttun mu?
_ Tabi ki
unutmadım. Yani gerçekte kim olduğunu soruyorum. Beşeri aklımla yapıştırdığım
yaftayı değil.
_
Sadeleştirilmiş baskısında ilk törpülenecek yan karakteriyim belki bir romanın…
_ Nasıl?
_ Albüme
sığmadığı için küçültülecek toplu çekilmiş fotoğrafın, kör makasla biçilecek
köşe sonu önemsizi belki de…
Osman’ın
şaşkın bakışlarına aldırmadan devam etti;
_ Ya da;
varlığıyla yokluğu kefeleri titretmeyen, bir ibre oynatmaz. Henüz karar
verememiştin, hatırladıysan.
_ Anlıyorum,
dedi Osman. Çaresizliğin beraberinde sürüklediği teslimiyet halinde… Ama neden sen? Neden Cevat değil?
Asla gelmeyecek
cevabı bekledi bir süre. Raylardan gelen sesler, tramvayın gelmek üzere
olduğunu haber veriyordu. Ama bir öncekinden farklı olarak, aksi yöne giden
taraftaydı bu sefer. Aklından geçen düşünceler doğrultusunda ayağa kalkarak,
başından beri bakmaya korktuğu tarafa yöneldi.
“Bazen sorunları çözebilmek için,
başlangıç noktasından bir adım geriye dönmen gerekebilir.”
Peşinden gelen Çorali’ye
manalı bir bakış attı.
_ Çünkü Müfettiş Cevat, kimden öykünürsem
öyküneyim birazda benim değil mi?
İçinde başka
kimsenin olmadığı vagona bindiklerinde, kapıları kapanan tramvay harekete
geçti. Şimdi tüm görüntü, geri sarılan film şeridi gibi hareketleniyordu
beyninde.
Karlı bir kış
günüydü. Okul yolunda arkadaşlarıyla oyuna daldığı için oldukça üşümüştü Osman.
Eve geldiğinde, minik ellerini kömür sobasının üzerine uzatmış, sıcaklık dalga
dalga tüm vücudunu sararken anneannesine sormuştu;
_ Anne
sıcaklığı, bu sobanın sıcaklığından farklı bir şey mi?
Belki
gözyaşlarını saklamak için, Osman’a sımsıkı sarılmıştı yaşlı kadın.
_ Çok farklı
evladım, çok. Bu sobanın sıcaklığını, yanına gelince anlarsın. Oysa annenin
sıcaklığını, yanında değilken bile hissedersin.
Anne kokusunu,
anne sıcaklığını hiçbir zaman tadamamıştı Osman. Onu doğururken hayata
gözlerini yummuştu annesi. Anneannesi ve dedesi tarafından büyütülmüştü.
Babasıyla ilgili çok fazla hatırası yoktu. Polis Cemal diyorlardı ona. Bayramlarda
anneannesiyle, dedesini ziyarete gelen sıradan bir tanıdık…
Bir bayram
sabahı uyandığında, dev bir pelüş ayı bulmuştu başucunda. Babasının getirdiğini söylemişlerdi. Öylesine
sevinmişti ki… Sonra bir kapı aralığından dedesinin anlattıklarını duymuştu;
“Berberde
tıraş olduğunu söylediler. Yanına gittim. Daha fazla ziyarete gelmelisin,
dedim. Yaşananları silmek mümkün olsaydı, kapının önünde yatardım, dedi.”
Ve o zaman,
annesinin ölümünden kendisini sorumlu tuttuğunu anlamıştı babasının. Yinede
kızamamıştı ona. Belki de haklıydı. Onu doğururken hayatını kaybetmiş
olmasaydı, hala yaşıyor olacaktı annesi.
Hiçbir zaman
suçlamamıştı babasını. Sevgisi bu kadar güçlü olan biri, suçlu olamazdı.
Acılarıyla başa çıkamıyordu sadece. Cevat ismini verdiği pelüş ayısıyla
oynadığı oyunlarda hep bir kahraman olarak tasvir ediyordu onu. Biraz olduğu,
birazda olmasını istediği gibi… Geceye âşık olmasının sebebi, hüzünle yoğrulmuş
geçmişinde saklıydı aslında…
İşte böyle
doğmuştu Müfettiş Cevat karakteri. İlk kitabında, Cevat’ın eşinin amansız bir
hastalık sebebiyle vefat ettiğini yazmış, detaylara girmemişti Osman. Serinin
üçüncü kitabında açıklayacaktı ki; gerçekte doğum yaptıktan kısa bir süre sonra
yaşam savaşını kaybetmişti kadın. Eşini hatırlattığı için görmeye dayanamadığı
oğluna, kayınvalidesiyle kayınpederi bakıyordu. İleride, oğluyla olan
ilişkilerinin düzelmesine yardım edecek bilge kişilik olarak bir anda
kurgulamıştı Çorali’yi.
Tekerrürler
silsilesi olan tarih, Osman’ı da benzer bir kaderin içine itmişti. Düşükle
sonuçlanan bir gebelik yaşamıştı Semra. Tekrar gebe kalmasının hayati bir risk
taşıyabileceği söylenmişti, doktorlar tarafından. Ne eşini kaybetmeye
dayanabilirdi Osman, ne de olası bir durumda kendi yaşadığı acıların evladı tarafından
yaşanmasına dayanabilirdi. Bu sebeple, çok istediği halde bir çocuk sahibi olma
hayalinden dahi feragat etmişti. Babasının yaşadığı kaderin tekrarını yaşamak
istemiyordu.
Artık bir
önemi kalmamıştı zaten. Kimsenin, nasılını bilemeyeceği bir tramvayın içinde
ebediyete vardığında, insanlar beyaz kasımpatıların üzerine yığılmış cesedini
bulacaklardı. Terk edilmiş, bir başına…
Tramvay fren
yapmaya başladığında vaktin geldiğini anladı. ‘Artık hazırım’ dercesine yüzüne
baktı Çorali’nin. Bir siluete dönüşen
görüntüsünün gittikçe netliğini kaybetmeye başladığını gördü. ‘Görevi buraya
kadardı herhalde’, diye düşündü. Açılan kapılardan başını öne eğerek dışarı
çıktı. Karşılaşacaklarına hazır olduğundan, o kadar da emin değildi. Duyduğu
ses, aklından geçenlere uymuyordu.
_ Glukagon
iğnesi yapıldı. Kendine gelmek üzeredir.
Biranda
bulanıklaşan görüntü tekrar netleşmeye başladığında, duyduğu ikinci ses tanıdık
geldi bu sefer. “İyi misin hayatım”
diyen Semra, sevgi dolu gözlerle ona bakıyordu. Bir hastane odasında olduğuna
inanamadı önce. Sonra, “ne oldu”
diyebildi?
_ Komşular
seni bahçede baygın bulunca hastaneye kaldırmışlar. Ağır bir hipoglisemi atağı
geçirmişsin. Sanırım iğneni vurulduktan sonra yemeğini yemedin.
Bilinci tam
anlamıyla yerine geldiğinde, yüzünü okşayan eşinin önce elini tuttu Osman.
Sonra, büyüdüğü belirginleşen karnını sıvazlayarak gözlerinin içine baktı. Ne
demek istediğini anlayan Semra;
_ Çok şükür.
Şimdilik hiçbir sorun yok.
Aklındaki
soruların pek çoğunu cevaplıyordu bu durum.
_ Biliyor
musun, dedi. Artık o sorunun cevabını biliyorum.
Biraz şaşkın,
yüzüne baktı Semra.
_ Kötü
günlerin en güzel yanı, geçiyor olmaları. Yavaş yavaşta olsa sindire sindire de
olsa geçiyor olmaları.
Oğulları
Ali’nin ikinci yaş gününü yazlık evlerinde büyük bir keyifle kutluyordu karı
koca. Allah’ın en büyük lütfüydü evlatları onlara. “Ol” emri uyarınca hayali
bir karakter Hızır rolüne bürünüp yardıma koşabiliyordu bazen.
İki yıl dokuz
ay kadar önce hamile olduğunu anlamıştı Semra. Kendisine zarar gelebileceği
endişesiyle, Osman’ın bu doğuma asla izin vermeyeceğini biliyordu. Aslında
kendiside tam olarak ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Suni tartışmalar
çıkararak Osman’dan uzaklaşma yolunu seçmişti. Böylece, ne yapacağına karar
vermek için zaman kazanacaktı. Muayene için gittiği hastanenin dışında yaşadığı
olay, yol gösterici olmuştu ona.
Osman’ın düşük
şeker komasında gördüğü hayaller kadar gerçekti, kedinin yaşama hakkına saygı
gösterilmesini isteyerek Semra’ya yol gösterici olan ihtiyar adam. Nasıl
olduğunu açıklayamasa da, onun da Çorali olduğuna inanıyordu Osman.
Yaşıyorsak bir
yaşatan, yazıyorsak bir yazdıran vardı. İçine düştüğümüz çıkmazlarda O’nun
gönderdiği yol gösterici bir Çorali herkesin hayatına bir şekilde var olmuştu
ve olmalıydı. Üstelik Çorali, Müfettiş Cevat’ın yarı resmi iş ortağıydı artık.
Pastasından
hiç tattıramadığı Ali bebeğe şirin bir kaş çatışı yaptı Semra.
_ Mamalarını
bile yemiyorsun. Varsa yoksa çorba. Bu çocuk sonunda çorbacı olacak galiba…
Kollarının
arasına alarak öptüğü oğlunu şefkatle bağrına basarken mırıldandı Osman;
_ Demek her
şey senin içindi…