Varlık manzumesi içinde “insana
beşik kılınmış” tek mekân olan yeryüzünde, fail, meful; müşahit, mütekellim
sıfatları ile “halife” olarak bir zamana kadar bulunacağız.
Mürsel
Ağaç üstadın, Akıl Fikir Yayınları’ndan çıkan “Efendinin Ölümü” isimli romanını
okumaya başladığımda; ilk bölümde yer alan yukarıdaki cümlenin etrafında uzun
bir süre dolanmıştım. Yeryüzü yani dünya ve insan ilişkisine eşsiz bir giriş
yapan cümlenin, bendeki evvel zaman açılımına göz atmam zaruri olmuştu.
- Dünya ve insan… Nedir ikisini bu denli
benzer kılan?
- İnsan bedenini canlı tutan,
damarlarında dolaşan kan denizi. Dünyayı sarmalayan ley hattı, bu denizin
ikizi.
Soru ve cevap
cümleleriyle benzerliğe dikkat çekmiş olsam da; bağı açık eden bir devam
cümlesi kurmamıştım ardından.
“Sizi ondan yarattık, yine ona döndüreceğiz
ve sonra ondan tekrar çıkaracağız” denilerek, kaderimizin yeryüzüne ve toprağa
bağlı nirengi noktalarına dikkat çekilmiştir.
Cümlesiyle,
eksiğimi tamamlamıştı üstat, üstelik yazdıklarımı dahi okumadan. Ve tevafuk
eseri, ziyarete gittiğim Kitap Fuarından, bu eseriyle dönmüştüm Mürsel Bey’in.
Çok şey bilmiyorum belki ama bu âlemde tesadüfe yer olmadığını ve sebep
kümelerinin, her zaman bizim sandığımız noktalardan kesişmediğini biliyorum az
çok.
“Efendi’nin
Ölümü”; Ağacık Ailesinin, istila korkusuyla Bayburt- Köse arasında uzanan
Mormuç Ovası’nın kuzey yakasında bulunan Örenşehir köyünden ayrılarak; ücra bir
dağ köyü olan Yukarı Hur’a sığınmasıyla başlayan bir muhacirlik hikâyesi.
“Ağa emmi, biz Örenşehirliyiz. Muhacir
çıktık. Sebebini sorarsanız, Urus Bayburd’u, Hart’ı almış. Mormuc’a da
yayılacak diye, herkes bir tarafa kaçtı. Bize kısmet de bu taraflarmış.”
Efendinin
Ölümü; toprağın ve topraktan yaratılmış insanoğlunun yine toprakla bütünleşen
hikâyesi.
Bu haliyle, bir çift öküzün çektiği tapan,
bu ıslak harmanda saatlerce çekilerek ebem ekmeklerinin başı iyice ezilir ve bu
çamur deryasına gömülürdü. Kurumaya terk edilen harman takır takır kuru balçık
haline gelince, ebem ekmeğinin kökünün kesildiğini zannedebilirsiniz.
Efendinin
Ölümü; dört nesillik bir süreçte yaşanan değişimin, gelişimin, sevginin ve en
çokta köy yaşamının; zihinlerde bıraktığı izler derlenerek yazılmış hikâyesi.
“Geliyorlar” dedi ve soluk ışıklı feneri
kaptığı gibi fırladı. Koşar gibi köyün girişindeki harmanlara doğru giderken, o
iki köpek de peşindeydi. Babam onları fark edince, atın ürkebileceğini düşündü.
Yavaşlayıp dizgini kısalttı.
Efendinin
Ölümü; aynı ailenin, farklı kuşaklarını anlatan ve her kuşakta okuyucuya o
dönemi yaşatan; köy hayatında yaşananları ve yaşanabilecekleri okuyucuyu
sıkmadan, ana hikâyeyi destekleyen yan hikâyelerle besleyerek anlatan sıra dışı
bir hikâye.
Şimdi bu lakapla yâd edilen delikanlı, o
sene gurbetten başı açık olarak köye dönen bir akrabamızdı. Ona verilen lakap
hemen tutmuş ve süratle tedavüle konmuştu ama ben böyle şeylere değer verdiğim
için, aklımda tutmasam ve yazmasam unutulup gidecek bir hikâyecik vardı
arkasında.
Efendi’nin
Ölümü; yoksunluk dönemlerinde mum ışığına yıldız diye sarılan; çaresizlikten,
çare üretmeye çalışan ve trajik bir şekilde sonlanan Ağacık Ailesi’nin son
fertlerinden birinin elim hikâyesi.
Halamın oğlu Mustafa’nın bozgun alametleri
ile dolu bir yüzle ve telaşla sınıfımızın kapısını çalıp içeri girişi, bugün
bile gözümün önündedir. O benden iki yaş büyüktü. Ben ise beşinci sınıftaydım.
Haline bakınca her şeyi anlamıştım.
“Öğretmenim, Efendi ağabeyim çok hasta, dayım seni çağırıyor” dedi.
Efendinin Ölümü;
Anadolu köyünün, köylüsünün, toprağının ve onların kopmaz bağının yüzyılı aşan
hikâyesi. Bu toprağın insanlarının hikâyesi…
Mürsel Bey’in yüreğine kalemine sağlık. Bu kesinlikle okunması gereken
eseri bizlere kazandıran Akıl Fikir Yayınları’da ayrıca bir teşekkürü hak
ediyor.
Dünya
ise; “âlem içinde âlem” denmeye kayık tek mekândır. Çünkü orası, “ varlığın
gözbebeği” olan insanın evi olarak halk edilmiştir.