Yaralamadan yaşamak zor da olsa
belki mümkün ancak yaralanmadan yaşamak neredeyse imkânsız görünüyor hayat
yolunda. Travma kelimesinin kökeninin yara almak fiilinden geldiğini
öğrendiğimde aslında hiç de şaşırmamıştım. Her travma bir yara ile oluşmaz mı
zaten? Günümüz modern batı biliminin terminolojisi genellikle antik yunandan ve
Latince köklerden gelmektedir. Buradan şöyle bir çıkarım yapmak mümkündür ki
insan her devirde insan. Yani hissedilenler; sevgi, nefret, öfke, acı,
kırgınlık bundan bin yıl önce de aynıydı, iki bin yıl önce de aynıydı ve bin
yıl sonra da aynı olacak. Belki düşünceler değişecek, belki iklimler değişecek,
belki fikirler ve inanışlar değişecek ama hisler en azından temel hisler hiç
değişmeyecek. Günün birinde insanoğlu mars gezegeninde koloni kurup yaşamaya
başladığında da bir insan bir diğer insanı sevecek ya da nefret edecek. Uygarlığımızı
günün birinde yıldızlara taşısak bile bir insan diğerinden nefret edecek, öfke
duyacak, saygı duyacak. İnsanoğlunun yeryüzü macerasının başladığı ilk anda da
böyle oldu, insanoğlunun yeryüzündeki son adımında da durum böyle olacak. Bundan
bin yıl önce bir insan toprak evinden çıkıp güneşin doğuşunu izliyordu ve umuda
kapılıyordu, bundan bin yıl sonra insan aynı güneşin doğuşunu izleyerek umuda
kapılacak. Dünyada değişmeyen tek şey değişimin kendisidir derler ve doğrudur
da. Ancak bana kalırsa hisler de değişmeyecek insanlar için.
Gelgelelim bazı ruhlar oldukça
hassastır. Benzetmek ne kadar doğru olur bilmem ama camdan yapılmış gibilerdir.
Bir söz, bir bakış, bir davranış bu hassas ruhları paramparça etmeye yeter de
artar bile. Aslına bakılırsa bu hastalıklı bir durumdur. İnsan kırıla kırıla
kırılmamayı da öğrenebilir. Ancak bu acı verici bir süreçtir. Bu hassas ruhlar
o kadar çok yara almışlardır ki insanlardan insanlarla aralarına duvarlar
örmeye başlarlar. Ta ki yalnız, bir başına kalana kadar. Peki, bu bir kurtuluş
mudur yoksa bir intihar şekli midir? Sevdiğim bir şair bir şiirinde yaşamak
için şu sözcükleri kullanmıştı; ‘yaşamak hızlı bir ölme biçimidir.’ Sonunda yalnız
kaldıklarında huzura erecekleri yanılmasına kapılan bu hassas ruhlar bir
bakarlar ki duvarları örüp yalnız kalana kadar paramparça olmuşlar. Geriye toplayacak
hiçbir şey kalmamıştır. Peki, ben bu kadar şeyi nasıl biliyorum? Biliyorum işte.
İnsan bir kere kaybetmeye başladı mı ve bunun önünü alamadı mı bataklığa
saplanmış bir kişiye benzer. Bataklıktan kurtulmak için ne kadar çok çırpınırsa
o kadar hızlı batmaya başlar. Ta ki dışarıdan birisi bir kol, tutunacak bir dal
uzatıncaya kadar. Ancak bu kez de etrafına ördüğü duvarlar çıkar karşısına,
kimse onu kurtarmak için dal uzatamaz. Çünkü ördüğü duvarlar arasında
bataklıkta battığını göremez. İşte bu
yüzden insan insana muhtaçtır. İnsan insanın zehrini alır. İnsanı kırıp
paramparça eden de bir insandır, insanı bataklığın içinden çekip kurtaran da
bir insandır. Bunu bilip öyle yaşamak gerekir. Unutulmamalıdır ki ateşle
oynayan ya evini yakar ya da kendini yakar. Ateş eğer kullanmasını bilirsen
seni soğuktan korur, ısıtır, yemeklerini pişirir, evinin tuğlalarını pişirir
ama eğer kullanmasını bilmezsen seni ve hayatını yakar küle çevirir. İşte bu
tür kırılganlık gibi hisler de ateşe benzer. Ateş olmaksızın bir yaşam da
elbette düşünülemez. Yani kırılganlığı meydana getiren hassaslık duygusu
olmaksızın da insanın insan gibi yaşaması düşünülemez. İnsan alınacak, insan
kırılacak ki öğrenebilsin. En kalıcı öğretiler acı ile kazanılan öğretilerdir. Kısaltmak
pek işime gelen bir iş değildir yazarken ancak uzun lafın kısası; yaşamak için
gerekenler oldukça enteresan şeylerdir. Yani yalnızca mutluluk, neşe, sevgi ve
beyaz yaşamaya yetmez. Yaşamak için mutluluk kadar üzüntüye de, neşe kadar
öfkeye de, sevgi kadar nefrete de ve beyaz kadar siyaha da ihtiyaç vardır. Bu enteresan
bir denklem ve bu denklem her zaman muazzam bir eşitlik içinde ise hayat devam
ediyor. Yani ne kadar beyaz var ise o kadar siyah olmalı. Komple beyaz olması
da hastalıklı bir durum, komple siyah olması da hastalıklı bir durum. Kimse
cehennemi gören birisi kadar cennetin kıymetini bilemez. Kimse dünyayı bilen
birisi kadar cennetin kıymetini bilemez. O meşhur hikayeyi duymuşunuzdur
muhakkak; Allah önce bülbülü yaratmış. Ancak insan bülbülün güzel sesinin ve
nağmelerinin ayırdına varamamış, kıymetini bilememiş. Ardından kargayı yaratmış
Allah. İnsan karganın sesini duyunca bülbülün sesinin kıymetini anlamış. İşte bu
anlama denklemi bu şekilde çalışıyor. Beyazı en iyi siyahın içinde görebiliriz.
Sevgiyi en iyi nefretin içinde anlayabiliriz. Bir şeye güzel diyebilmek için
çirkini bilmemiz gereklidir. Birinin uzun olduğunu ancak kısanın yanına
vardığında anlayabiliriz. Durum böyle olunca insan için madalyonun aydınlık
yüzü de, karanlık yüzü de ayrı bir anlam kazanıyor. Bu konuda belki konuya az
ilgili bir örnek olacak ama Roma İmparatoru Sezar’ın şu sözleri geliyor aklıma;
‘Barış isteyen savaşa hazırlansın.’ İşte bu hayat denkleminin ayırtına varanlar
yaşamında şifresini çözmek yolunda kilitli bir kapıyı açmış kimselerdir.
Bu sebeplerden kırılan kişi
kırıldığı için üzülmesin, etrafına yüksek duvarlar örmesin. Yaşamak için
kırılmak da gerekli. Yazının başında da dediğim gibi kırmadan yaşamak zor olsa
da belki mümkün ancak kırılmadan yaşamak maalesef mümkün değil insan için…
Mesut ÇİFTCİ
26.07.2018