Söz uçar yazı kalır demişler. İnsan
kaybolur gider yazı kalır. Ancak yazmak çoğu zaman o kadar da kolay bir iş
değildir. Anlatacak çok şeyin olur da çoğu zaman bu anlatılacakları bir araya
getirecek gücü bulmazsın kendinde. Bir de yazmak bazen itiraf etmektir. Yani kendine
bile söyleyemediğin şeyleri kağıda dökmek o kadar da kolay olmasa gerek ki
değildir de zaten. Yani bir de imla hataları, anlatım bozuklukları ile mücadele
etmek var. Bunun dışında yazdıklarını paylaşacaksan beğenilme korkusu var. Velhasıl-ı
kelam var oğlu var. Tüm bunlara ve dahasına göğüs gerip klavyenin başına
oturmak nereden bakarsan bak cesaret isteyen bir iştir. Ben mesela çok oturdum
klavyenin başına ancak çoğu zaman yazının sonunda tüm yazdıklarımı delete
tuşuyla yok etmek oldu işim. Ya yazdıklarımı beğenmedim ya yazdıklarımı
paylaşmak istemedim ya da bu kadar itiraf benim için fazladır diye düşündüm. Bir
de bahane bulma işi var elbette. İnsan bir türlü klavyenin başına oturmak
istemez. Bu öğrenciyken ders çalışmamak için bahaneler uydurmaya benzer. Çalışmasısındır
ama ufak tefek bahaneler dolayısıyla bir türlü çalışamazsın. Yazmalısındır ama
ufak tefek bahanelerle bir türlü yazamazsın. Ama bu cümlelerdeki zorunluluk
eninde sonunda seni bulur ve belki ufak belki büyük bir bedel ödetir. Öğrenciyken
çok sevdiğim bir söz vardı; başlamak bitirmenin yarısıdır diye. İşte bu yüzden
başlamak lazımdır. Başlamaklar çoğu zaman yarım kalsa da yeniden ve yeniden hiç
usanmadan başlamak lazımdır. Başka türlü olmaz çünkü, olamaz. Yani en azından
ben yaşamanın başka türlüsünü bilmiyorum. Ne imla kuralları, ne anlatım
bozuklukları, ne akıştaki çelişkiler ne de beğenme kaygısı bunların hiç birini
düşünmeden ve hepsine sırt çevirerek yazmak isterdim. Tamamen özgür ve tamamen
bağımsız bir biçimde. Bu ruh için bir tür arınma, bir tür rehabilitasyon, bir
tür tedavi olurdu biliyorum. Gerçek şu ki insan kafası çok doluyken de yazmakta
zorlanıyor, tamamiyle boşken de yazmakta zorlanıyor. Bazılarının ilham perisi
dediği şey bu olsa gerek. Elbette doğru zamanı beklemekte fayda var. Ancak bu
doğru zaman hiç gelmiyorsa da harekete geçmekte fayda var. İllaki bir şey
anlatmak mı lazım peki? Yani kelimelerin ruha dokunmasına izin versek ne olur? Aslında
çağımızda yazmak pek o kadar da istenilen, beğenilen, takdir edilen bir iş
değil. Çünkü çağımız insanları okumayı pek sevmiyorlar. Bunda teknolojinin yani
internetin, sosyal medyanın çok büyük etkisi var ki bende burada kendimi hiç
kimseden ayırmak istemem. Teknoloji bizleri hıza alıştırdı ve bu hız
alışkanlığı bizi sabırsızlığa itti. Yani birini dinlerken bile
sabırsızlanıyoruz. Kitap okurken sabırsızlanıyoruz. Yazı yazarken
sabırsızlanıyoruz. Bir an önce sonuca ulaşmak istiyoruz. Sinema filmlerimiz
bile öyle. Eski sinema filmlerine bakın iki saat, iki buçuk saat film süreleri
ile karşılaşırsınız. Şimdi iki saat, iki buçuk saat hiç kimseyi sinemada
tutamazsınız. Eski romanlara bakın iki cilt, üç cilt bir de şimdi ki romanlara
bakın yüz sayfa yüz yirmi sayfa. Klasik müzik bile bu sebepten dinlenmiyor. Artık
insanlar kısa ve net olan şeylerden hoşlanıyor. Çünkü herkesin dilinde şu
bahane var; fazla vaktim yok. Ne oldu Allah aşkına? Yıllar, aylar, günler,
saatler ve dakikalar mı kısaldı? Hayır elbette böyle bir şey olmadı. Yalnızca daha
hızlı yaşadığımız yanılsamasının içerisindeyiz o kadar. Yolculuklarımız bile
öyle değil mi? Önceden 6 ay süren yolculuklar bile şimdi üç dört saat oldu. Bu şöyle
bir çelişki ki mesafeler kısaldıkça insana yetmemeye başladı. Artık kimsenin
durup dinlemeye, durup dinlenmeye vakti yok maalesef. Bir an önce netice
istiyoruz artık. Bu hem iyi hem kötü, bu hem kurtuluş hem felaket insan için. Hayatın
neresinde durduğunuzla da alakalı elbette. Bir gün bir bakacağız yaşlanmışız
hem de hiç farkına varmadan. Yaşadım bile diyemeyeceğiz. Çünkü bu hayat
yolculuğunu o kadar hızlı yapmış olacağız ki yoldaki hiçbir şeyi görmemiş
olacağız. Bir çiçek bile koklamamış, bir şiir bile ezberlememiş, bir roman bile
okumamış, gökyüzüne şöyle doyasıya bakmamış yani yaşamamış gibi hissedeceğiz
kendimizi. Bir yolculuğa çıktığınızı hayal edin. Bu yolcuğa bisiklet ile
çıkmışsınız. Saatte 8-10 km yol kat ediyorsunuz. Bu hızla etrafınızdaki her
şeyin farkına varırsınız. Yolun farkına varırsınız, yol kenarındaki insanların
farkına varırsınız, yoldaki diğer insanların farkına varırsınız, çiçeklerin
böceklerin farkına varırsınız, havanın gökyüzünün güneşin farkına varırsınız. Varacağınız
yere yine varırsınız ancak yolun, yolculuğun farkına varırsınız. Bir de saatte
300 km/sa hızla giden bir hızlı trende yolculuk ettiğini hayal edin. Ne yolun,
ne yoldaki diğerlerinin, ne yol kenarındakilerin farkına varırsınız. Evet ulaşmak
istediğiniz yere bir an önce ulaşırsınız ama yol hakkında hiçbir fikriniz
olmaz. İşte bu yol hayattır, hayatın kendisidir. Hızlı yaşayanlar hayatın
farkına varamazlar maalesef. Varacağımız yer ise eninde sonunda ölümdür. Ölüme ulaşmak
için bu kadar hızlı gitmeye ne gerek var? Durup dinlenmek ve durup hayatı
dinlemek varken.
Mesut ÇİFTCİ
26.07.2018