Bakmak ve görmek, orta/lise çağlarında münazara konusu olabilen bir konudur. Bakan görmeyebilir. Kayseri’de herkes Erciyes’e bakar ama kimi kar görür kimi yar. Benim balkonum da Erciyes’in soluna bakar. Şeytanın kulağıma işemediği günler, günün ilk ışıklarını doruğunda görebiliyorum. Görüntü, Ağustos sabahları gayet net. Ama orada ne yazdığını, ilahiyatçı bir arkadaşım kolumdan çekerek gösterdi. Falan gazete haber yapmış. Sonra alıcı gözüyle baktım ki doğru. Bu anlamda görmek, psikolojik bir hadisedir. Tasavvuf erleri bazı sesleri de farklı yorumlarlar. Bu psikolojiyi açıklamak açısından “Oduncunun gözü omucada.” atasözü ipucu vermektedir. Herkes, ilgi alanına giren konularda önce gören ve yorumlayan olma açısından başkalarına fark atar. Buna "algıda seçicilik" denilmektedir.

Cumhuriyet Döneminde Said-i Nursî’nin yazıp çizdikleri, onun ardından giden, liyakatli veya liyakatsiz- şakirdleri tarafından, zındıklığın moda olduğu dönemlerde, “eserden müessire / yaratılandan Yaratan’a hareketle; Allah’ın varlığı kavratabilme konusunda birtakım gayretler sarf etmişlerdir. Basın hayatına atılan dergileriyle, Allah lafzının kalpte, çekirdekte, petekte yazdığını görüntüleyerek bu gayretlerini farklı biçimde perçinlemişlerdir. Aynı kafa yapısına sahip bir gazete de bir yenisini ekleyerek Erciyes’in doruğunda karla Arapça “ALLAH” lafzının yazdığını görüntüleyerek Kayseri’de halkı etkilemiş; alıcı gözüyle bakma nedeni olmuştur. Halkı Müslüman olan diğer ülkelerde de bu tip şeyler oluyor. Mesela, 1988 yılı Cezayir’de, sırtında Arapça “Muhammed” yazan bir kuzunun resmi yayınlanmıştı. Duysalardı, sanırım, güzel bir ambalaj içinde sunarlardı.

70’li yıllarda, bu kafa yapısınca “Tevafuklu Kur’an” meselesi ortaya atılmış; değişik vakıflar tarafından basılmıştır. Ancak Hasan Rıza(ö:1920) hattı baskısı Kur’an-ı Kerimlerin “Allah” lafızlarının altını çizerseniz bunu açıkça göreceksiniz. Eğer, edebiyattaki “imâle, zihaf sanatlarını da kullanırsanız…” sıklaşma ve seyrekleşmelerle, önünüze ortadaki kompozisyon çıkacaktır.

Yapılanları küçümsemiyorum ama şişirmiyorum da. Hadis kokusu hissedilen “Kendini bilen Rabbini bilir.” sözüyle ifade edilen, yaratılan yani bizzat kendinden hareket ederek Yaratan’a gitmek için Erciyes’in karının Arapça Allah yazması gerekmiyor. Nitekim bu sızıntıların kaynağı Üstad diyor ki: “Eğer serahaten zikretse sırr-ı teklif bozulur. Adeta gökyüzündeki yıldızlarla vadıhan/ açıkça “Lailahe illallah” yazmak misüllü bir bedahate girecek. O zaman ister istemez herkes tasdik edecek. Müsabaka olmaz. İmtihan fevt olur. Kömür gibi kirli ruh ile elmas gibi bir ruh beraber kalacaklar. Yani Ebubekir’le Ebucehil eşit olacaklar.”  Dünya imtihan sahası ise, bu da soruları çalınmış bir imtihan.

Allah, göğün yerin ve ikisi arasındakilerin, görünen ve görünmeyenlerin, bilinen ve bilinmeyenlerin Rabbidir. Hepsi de “mecburen mecburiyeten” Allah’ı zikrederler. Fakat insanın durumu başka. Allah’ın insandan istediği farklı. Rabbi insanla bir sözleşme yapmış; onu yeryüzünde halife yaratmış, hükmünü hayata hâkim kılmasını istemiştir. Yıllar yılı, Müslümanları Erciyes’in eriyen karı kadar geçici heyecanlarla oyalayan bu ekol, yaprağı eline alarak yapısından, fotosentezinden, damarlarından; ne kadar biyolojik ve fizyolojik mesele varsa, hepsinden yürüyerek bir yere varıyor: “Küçük bir yaratıktan büyük bir eser.” Bu büyük eseri Allah yarattı diyor. Sonra? “Zikredecek, fikredecek, şükredeceksin.” Ama nasıl? Nasıl ki tıka basa yiyip “Elhamdülillah” deyip çekilmek Üstad’ın ifadesiyle şükür değilse, Allah’ın varlığını isbatlayıp her şey yolundaymış gibi rahat hareket etmek de şükür değildir.

Yahudi’si de Hristiyan'ı da şöyle böyle bir Allah’a inanıyor. A. C. Morrison Allah’ın varlığını birliğini bizden daha iyi isbatlıyor. Zaman bunların zamanı değildir. Zaman, ondan sonra ne geldiğini söylemek zamanıdır. “Kimsenin görmediği bir şeyi gördük” diyenler, “Allah” lafzı yazdığı yetmiyormuş gibi +Kerim’i de önünde yazıyormuş diyenler, “Kerim olan Allah’ın kuyusunun da derin olduğunu” görüp/göstermedikçe 3-4 bin km.den celî yazı gibi okunan bu yazıyı gösterenler “ondan sonra onbir geldiğini” 30–40 cm.den okunan yazılarla yazmadıkça, Müslümanların heyecanlarını harcayarak oyalamayı sürdüreceklerdir.

Zaman sadece Allah’ın varlığını birliğini isbatlamak zamanı değildir. O’nun büyük olduğunu söyleyip de başka büyüklere sarılmak zamanı değildir. Zaman her şeye, bu arada düzene şükrediyor gözükmek zamanı değildir.  Zaman onbir ay Müslümanları kucaklıyor gözüküp “onikiye on kala” kıvırmak zamanı değildir. Zaman, ondan sonra ne geldiğini anlamak, anlatmak ve gereğini yapmak zamanıdır. Bu yapılmadıktan sonra, Erciyes’in doruğunda Allah yazsa ne yazar yazmasa ne yazar?!. Seneye Ağustos’ta tekrar yazacağını söylesek keramet olur mu?!.

Ama insanoğlu anlamadan anlatamaz ki!

(38 KAYSERİ YAZILARI, KAYSERİ-2007, s. 119-122)

( Ne Yazar başlıklı yazı Mustafa IŞIK tarafından 17.07.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.