2. Bir Aksilik Vardı Ama…
Metinle göz göze gelmek bütün hayatını değiştirmişti. Bütün
gün bir durgunluk çökmüştü üzerine. Korkuyor muydu, pişman mıydı ya da hoşuna
mı gitmişti. Özellikle son söz üzerine irkildi. ‘Allah yazdıysa bozsun!’ diye
mırıldandı. Sonra kendi salaklığına güldü bir süre. Birkaç gündür hep böyleydi
işte. Kendi kendine gülüyor, söyleniyor sonra hiçbir şey olmamış gibi işine
dalıyordu.
Ne
kadar gizlemeye çalışsa da beceremedi. Arkadaşlarının dikkatini çekmeyi başardı
sonunda. Bütün ümidi en kısa zamanda bu halden kurtulmaktı. Bu şekilde devam edemezdi. Bunun söylendiği
kadar kolay olmadığını, olmayacağını çok iyi bildiği halde başaracaktı bu
badireden çıkmayı. Başka yolu yoktu. Hem Esra neyi bu kadar ciddiye almış, uzun
uzadıya kafa yormuştu ki bugüne kadar…
Bütün gün hep aynı şeyle meşgul olmuştu zihni. O kadar ki
kendisi bile fark etmişti, üzerine çöken durgunluğu. Bir bakış bu kadar etki
edebilir miydi insana? Nazar dedikleri bakışlardan kaynaklanan bir şey değil
miydi zaten? Demek o kadar etkiliymiş. Yoksa o birkaç saniyelik duraklama
esnasında başka bir şey mi yapmıştı Metin? Mesela dudaklarına asılmış olabilir
miydi? Yok canım dedi kendi kendine. O kadar da değil. Bu kadarına cesaret
edemezdi. Etse bile Çapanoğullarından Esra izin verir miydi buna? Oracıkta dürerdi
defterini adamın…
Madem
dürerdi de üzerine çöken bu hal neyin nesiydi o zaman? Eğer Metin’e karşı
içinde en ufak bir kıpırdanma olmasaydı, bu kadar zihnini meşgul eder miydi o
birkaç saniye? Metin’in duygusal ilişki yaşadığı hemşire Nihal, Zeki’nin
servisinde çalıştığı dönemde tanıştığı kocasının iş arkadaşlarındandı.
Yaşadıklarının ne büyük bir badire olduğunu bizzat kendisinden işitmişti. Aynı
şeyi yaşamayı doğrusu gözü hiç kesmiyordu. Ne Nihal kadar aşık olabilirdi, ne
de onun kadar özgür. Evlilik öncesinde aşk sandığı bir hastalık yüzünden ağzı
yanmıştı bir kere… Ayrıca Nihal’in kendisine göre en büyük avantajı bekar
olmasıydı.
Böyle
bir maceraya atılmak için yeterince güçlü hissetmiyordu kendini. Bir kere aşık
değildi. Yani en azından buna emindi. Olmaması gerekirdi yani… İçindeki tarif
edemediği kıpırdanmalar olsa olsa yıllardan beri evlilik hayatında yaşayamadığı
güzelliklere olan aşermeydi. Unuttuğu, kaybettiği, yaşamadığı kadınlığının isyan
çığlıkları olabilirdi en fazla. Hepsi o kadar… Evliliklerin büyük bir çoğunluğu aşkı
öldürmekteydi evet ama Esra’nın evliliği sadece aşkı öldürmekle kalmamış
kadınlık ateşini de küllendirmişti. İşte o gün arabada Metin, şehvetli
nefesiyle o ateşin üzerindeki külü savurmuştu galiba. İçinde kaynaşan tarif
edemediği duygular bu ateşin kıvılcımları olmalıydı.
Evet
belki günlerce aç bırakılmış vahşi bir aslan gibi ateş saçıyordu gözleri ama
her şeye rağmen zorlamaya, pusuya düşürmeye müsait yavşak bir kişiliği yoktu
Metin’in. Onu diğerlerinden ayıran taraf buydu işte. Ve bu özelliği sadece
Nihal’i değil, onun kadar olmasa da Esra’yı etkiliyordu. Evli bir kadına
yakışmayacak bu muhakeme yüzünün kızarmasına sebep olmuştu. ‘Ulan gavurun kızı’ diye çıkıştı kendi kendine.
‘Ne kadar çabuk keşfettin herifi? Hepsi birkaç saniyeydi…’ Bazen bir insanı tanımak için birkaç saniye
yeterken, bazen koca bir ömür yetmiyordu. Şaka bir yana sabahtan beri Metin’de
keşfettiği güzelliklerin çeyreğini kocasında görememişti. Çevresindeki her
hangi bir erkekte bile…
Bulaşıkları makinaya dizip mutfak tezgahını düzenledikten
sonra ellerini yıkadı. Beline bağlı mutfak önlüğünü çıkarıp kapının arkasına
astı. Bir yandan kendisi de çalıştığı için ev işlerini Zeki’yle ortak yapmaları
gerektiğini düşünüp, ilgisizliğinden dolayı kocasına verip veriştirirken diğer
yandan evlenmeden önce yapabileceği fedakarlıklar hakkında kendi
yüzüne söylediği yapmacık sözleri hatırlayınca utancından mı kızgınlığından mı
anlayamadan kızarıp bozarıyordu.
Çayı
demledikten sonra ocağın altını kısıp pencerenin kenarındaki masaya oturdu. Sahi
neydi o günler ya, diye iç geçirdi. Evleneli on dört, on beş geçmişti sadece.
Aralarındaki ilişkinin memuriyete dönmesine fazlasıyla yetmişti ama bu on beş
yıl. İşin en garip tarafı severek evlenmişlerdi. Hatta ailelerinin karşı
çıkmasına karşın delicesine bir aşkla tutulmuşlardı birbirlerine. Esra aslında
bu aşkın Zeki’den çok onun maddi gücü ve kariyerine yönelik olduğunu artık daha
iyi idrak edebiliyordu. Birçok genç kız gibi aptalca bir hata yaptığını şimdi
acı acı anlıyordu. Ne çare gemileri yakmıştı. Yaşadığı çevrenin ezik kişilikli
erkek yasasına göre bir kadının zorba ve kaba kocasından ayrılması diye bir
olasılığın değil söylenmesi aklın ucundan geçirilmesi bile en büyük günah
olarak kabul ediliyordu. Ve bu günahın cezası diğerleri gibi öbür dünyada değil
bu dünyada ve namus, şeref gibi kendinde olmayan özellikleri bahane ederek
bizzat koca tarafından veriliyordu.
Sonra…
‘Sonrasını ne yapacaksın kızım?’ dedi. ‘Her şey meydanda değil mi?’
Bu
sefer dudaklarından dökülmüştü hayalinden taşan kelimeler. Kulaklarının işiteceği
şekilde… Sonra tekrar aşermişliklerin harami gibi kol gezdiği hüzün çölüne
çekilmişti.
Her
şey meydandaydı evet. Hem de ayan beyan ortada… Zeki kendi çapında haklı
olabilirdi ama bu aralarındaki sorunların çözümüne yetmiyordu. O zaman gençti
toydu. Mesleğinin başındaydı. Belki bilinçaltında sakladığı dünya hırsının
kendisi de farkında değildi. Zamanla meslekte çevre edindikçe ve hatırı sayılır
paralar kazandıkça sadece kocalığını değil, babalığını hatta insanlığını
unutmaya başladı. Karşısında el pençe divan duran, bakışlarında aşk gülleri
açan adam gitmiş, yerine eline geçen üç beş kuruşun etkisiyle belki doğuştan getirdiği
kibrin ve yaşam deneyimlerinin iç dünyasında meydana getirdiği nefretin etkisi
altına girmiş bir vahşi gelmişti. Zeki’yi tanıyamıyordu artık. O, evlendiği
Zeki değildi.
Bazen
o kadar kaba ve vahşi davranıyordu ki boğazına sarılıp boğacağı duygusuna
kapılıyordu. Yaşadığı lükse ve mesleki kariyerine bakarak yani… Bu, anlatılmaz
yaşanırdı. O yaşta hiçbir genç kıza anlatılamamıştır ki, Esra anlayabilsindi. Dışarıdan
bakan sahip oldukları gösterişe aldanarak onu kıskanıyordu. Ama yakından tanıyanın
ilk söylediği punduna getirip herifi bir uçurumdan ya da evin terasından aşağı
atması oluyordu. Yorumlar arasındaki uçurum kesinlikle abartı değildi. Aynen ne
duymuşsa oydu. Bu kadar manyak birisiydi
yani…
Derin bir nefes aldıktan sonra üzerindeki
karabasandan kurtuldu. Yavaş yavaş kendine geliyordu. Ayağa kalkar kalkmaz derin
dondurucudan çıkardığı ekmeği mikro dalgaya koyup tekrar yerine oturdu. Evet
sonrasını zaten biliyordu, asıl önemli olan öncesiydi. Kafasını meşgul eden
asıl önemli konu bu hale nasıl düştükleriydi.
Bir
zamanlar yani çıktıkları günlerde el ele gezerken bile kendinden geçerdi. Sadece
bu bile sıtmaya tutulmuş gibi titremesine yeterdi. Zeki’nin durumu ondan farlı
mıydı sanki? O da ateşli hastalar gibi gerinir dururdu başını omzuna
yasladığında. Hele park köşelerinde puslu havalarda öpüşürken bütün bedenini
şehvetli bir esinti dolaşır, kuytu köşe bırakmadan her yerini keşfederdi. O
anlarda iliklerinden geldiği hissi uyandıran şehvet kasılmalarıyla kendinden
geçerdi. Ayaktaysa dizlerinin dermanı kesilir, mutlaka oturacak bir yer arardı.
Zeki kendi haline bakmadan ‘Islandın mı deli kız?’ diye dalga geçerdi. Yaşadıklarının
dile dökülmesi karşısında kulaklarına kadar kızaran Esra, ne yapacağını
şaşırır, kaplumbağa gibi içine çekilirdi.
Zeki
o zaman gözüne o kadar çekici, o kadar seksi geliyordu ki, onda en küçük bir
kusur dahi olabileceğine inanmak istemiyordu. Sanki yemez, içmez, uyumaz haşa
huzurdan düşmez kalkmaz bir varlıktı. Varlık ötesi bir şeydi. O çağlarda Esra,
komik gelecek belki ama Zeki adını verdiği ve ölesiye bağlandığı bu varlığın
kulağının burnunun akabileceğini bile kabullenemez bir haldeydi. Aynen öyle, ne
yazık ki… Değil ki başka şeyleri kabullenebilsin.
Aşk
dedikleri hipnotizma bu olmalıydı. Çocukluk, gençlik aşkı değildi aslında. Aklı başındaydı aşık olduğunda. Tanıştıklarında
bile yirmi dört yaşındaydı Esra. İki yıl da öyle geçmiştir. Bu yaşta da insan
hayal peşinde koşar mıydı? Koşmazsa bu olanlar neydi o zaman? Eğer bu bir
aldanmaysa, nasıl aldanmıştı bu kadar kolay? Hataysa, nasıl yapmıştı bu hatayı
o yaşta? Bu soruların cevabını hiç bulamayacağına dair ümitsizliği gittikçe
kalın bir sis gibi kaplıyordu hayatını.
Aşka
da güvenilmeyecekse neye güvenilecekti şu yalan dünyada? Aşktan daha saf, daha
katışıksız bir duygu var mıydı? Varsa kitaplar yazmıştı da, Esra mı gaflet
içindeydi? Aşka ömür biçenleri duymuştu da inanmamıştı. Bu ne gafletti, bu ne
ahmaklıktı… İşte şimdi yaptığı bu hatanın cezasını çekiyordu.
Çıkmaya
başladıklarında Ankara’da işe yeni başlamıştı. Kendine yetiyordu. Kimseye
muhtaç değildi. Geliri oldukça iyi sayılırdı. Kimsenin ağzının kokusunu çekmek
istemediği için yalnız kalıyordu. Tabi bu durum Zeki ile kendi evinde
rahatlıkla buluşabilmesine imkan veriyordu. Aynı imkan Zeki için de geçerliydi.
Tek sorun aralarındaki uzun mesafeydi. Eryaman’dan Keçiören’e gelmek Ankara
trafiğinde sanıldığı kadar kolay olmuyordu.
‘Senin
için değil Eryaman’a, Mars’a bile gelirim.’ diyen beyaz atlı prensine ne olmuştu
şimdi? Gözlerinden kaynayan kızgın
damlalar, lav akıntısı gibi değdiği yerleri yakıp kavuruyordu.
O
günler sevişebilmek için akla hayale gelmedik fırsatlar yaratıyorlardı. Günde
üç dört hatta beş kere seviştikleri oluyordu. Üstelik hepsi de en ufak bir abartı
olmadan açıkça itiraf edebiliyordu; hepsi de ilk defa oluyormuş kadar içten,
isteyerek ve iştahla oluyordu. Evet yoruluyorlardı, ayakta duracak halleri
kalmıyordu. Ama birbirlerinden bir an bile ayrı kalamıyorlardı. Yorgunluktan
gözlerini bile açamaz hale geldiklerinde birbirlerine sarılıp öpüşme
pozisyonunda uyumaya çalışıyorlardı. Bıkmak kelimesi hayallerinin ucundan bile
geçmiyordu. Bir gün bıkacaklarını rüyalarında görseler inanmazlardı.
İki
resim arasındaki yedi farkı bulmak gibi bir şeydi bu. O günlerden bugünlere bir
şeyler değişmiş olmalıydı. Ve o bir şey ya da şeyler her neyse, Zerdüşt’ün
sönmez ateşine benzeyen aşklarını söndürecek derecede önemli olmalıydı. Ama neydi
bu o kadar önemli şey? Evliliği, hatta aşkı bu derece yıpratan şey… Esra boşa
koysa dolmuyor, doluya koysa almıyordu. Bir türlü akla mantığa uygun bir sebep
bulamıyordu. Para ve şöhret bu kadar değiştirebilir miydi insanı?
Bulduğunu
sandıkları genelde ayrıntıdan öteye geçmiyordu. Yani en azından kendi açısından
öyle olduğunu sanıyordu. Kendi açısı da yeterdi bulsa asıl sebebi. Çünkü Esra’yı
Zeki’den soğutan her neyse, Zeki’yi Esra’dan uzaklaştıran da aşağı yukarı aynı
şey olmalıydı. Mesele yine iki resim arasındaki o can alıcı farkı görmeye düğümlenmişti.
Acaba Esra ya da Zeki hayatlarını altüst eden bu farkı iş işten geçmeden
bulabilecekler miydi? Diyelim ki buldular, zamanı tekrar eski haline
getirmeleri mümkün olacak mıydı? Aralarında yaşanan bunca olumsuzluklara
karşın... Ve o olumsuzlukların izlerini silebilecekler miydi yorgun
hafızalarından?
Aşk
kristal bir saraya benzer diyenler haklı olabilir miydi? Kırılan cam nasıl
tekrar eritilip potadan geçirilmeden aynı şekli alamıyorsa; aralarındaki ilişkinin de tekrar eski hale
dönebilmesi için böyle bir süreçten geçmek mi gerekti? Öyleyse bu süreç nasıl
bir şeydi ve buna her ikisi de aynı anda aynı niyetle geçmeye cesaret
edebilecekler miydi?
Esra’nın
ümitsizliği düşündükçe, daha doğrusu ilişkilerine bir çıkar yol aradıkça daha da
çetrefilleşiyordu. Bataklığa düşen birinin çaresizlik içinde çırpındıkça kurtulmak
yerine daha fazla batmasına benzer bir ruh hali yaşıyordu.
Bir
ara gümüş şekerlikteki çikolatalar takıldı gözüne. Gayrı ihtiyari bir tane
aldı. Şimdi kahve ne güzel olurdu bunun yanında diye düşündü. Ama henüz
kahvaltı yapmamışlardı. Saat dokuzu biraz geçiyor olmalıydı. İçeriden gelen
horultu sesleri yavaşlamış, Zeki’nin uyanma vakti yaklaşmıştı. Kabuğunu
soyduktan sonra ağzına götürüp ortadan ikiye böldü. Yavaş yavaş yemeye başladı.
Fakat bir ara burnuna gelen hafif bir koku keyfini kaçırdı. Elini burnuna
yaklaştırdı. Soğan kokuyordu parmakları. Akşamki yemeğin kokusunun bu vakte
kadar parmaklarında kalmış olmasına şaşırdı. Halbuki eskiden ne kadar dikkat
ederdi kokusuna… Zeki kendisinden tiksinmesin diye yemekleri soğansız yapardı.
Demek ki artık kendisi de kocasına karşı kadınlık görevlerini yerine
getirmiyordu. Esra da değişmişti. Köylü kadınlar gibi giyiniyor, yalandan bir
makyajla idare ediyor, rengine kokusuna dikkat etmiyordu. Bu haliyle değil
Zeki, kadına hasret bir erkek bile kaç ay dayanırdı kendisi gibi bir kadına?
Eyvah
diye inledi. Dün gece Zeki’nin neden bir çuvalla sevişir gibi uzaktan
seviştiğini şimdi anlıyordu. Hem parfüm sürmemişti hem de elleriyle kendi
göğüslerini bir süre kaşımıştı Son zamanlar böyleydi çünkü. Zeki eskisi kadar
tahrik etmiyordu. Dolayısıyla artık memuriyete dönen kadınlık görevini eksiksiz
yerine getirebilmek gibi bir telaşı olmuyordu. Yıllar önce böyle bir şeyi bir
başkasından duysa manyak derdi herhalde hiç düşünmeden. Demek insanlar
birbirlerine bunun gibi ne iftiralar atıyorlardı gerçeği bilip anlamadan. İyi
de böyle bir gerçek kim tarafından açıkça dile getirilebilirdi ki?
Son
zamanlarda birlikteliklerinin arası haftaya bile çıkmıyordu. Neredeyse on günde
bir dese yanlış söylememiş olurdu. En sonuncusu dün gece olmuştu. Zeki’nin
biraz eve erken gelmiş olması, kendisinin de henüz üzerini değişmemiş olması
sayesinde.
Evet
ya, mesele şimdi biraz daha aydınlanmaya başlamıştı Esra’nın zihninde. Zeki özellikle hatta ne özelliklesi hemen her
zaman işten geldikten sonra ya da mesela dışarıda bir işleri olduğu zamana denk
getiriyordu sevişmelerini. Nedenini sormaya gerek görmedi Esra. Belli ki
kaçamağa getiriyordu. Çünkü iki Esra arasında dağlar kadar fark vardı.
Birinde
şu anki gibiydi, belki daha da fena... Her tarafı kızarmış yağ, salça ya da
deterjan kokan, sutyensiz vücuduna rengi solmuş bir triko ya da ince kazak
geçirmiş sarkmış memeleri ve göbeği kendini belli etmekten çekinmeyen, cilt
bakım kremleri sürülmediği için yer yer ay yüzeyine benzeyen çilli ve çopurlu
bir yüz… Bunları düşünürken antredeki aynanın önünde buldu kendisini. Aman
Allahım diye haykırdı. Zeki bu haykırmayı duyacak durumda değildi. Hızı ve kuvveti
azalsa da hala horlama sesleri geliyordu içeriden. Hatta ne yazık ki seyrek
olarak başka sesler de. Daha kötüsü bazen kendisinden de geldiğini ama bunu
Zeki’nin duyup duymadığını anlayamamanın sıkıntısını yaşadığı anları hatırladı.
İşte
bu ve bunun gibi sebepler olmalıydı aşkı aşındıran ve eriten sebepler. Eşlerin
arasında zamana dayanamayan ve eskimeye başlayan saygı perdesi yüzünden… Üstelik
zamanla bu hataların sebebi de bilinmez olur. Yani bu tür şeyler yaşandığı için
mi aşk zayıflar, yoksa zayıflayan aşkı tamamen yok etmek için mi bu tür nahoş
davranışlar sistematik olarak yapılmaya başlanır. Yellenmek, sümkürmek gibi…
‘İşte
evlilik dedikleri gayya kuyusu bu amq!’ diye erkek ağzıyla nefretle küfretti.
Ama bu küfür kimseyeydi. Ya da herkese… Belli bir adresi yoktu. Olamazdı zaten.
Bu makus kaderde çünkü herkesin suçu vardı. Kimse kendisini sütten çıkmış ak
kaşık sanarak, kenara çekilemezdi.
Hayat
o kadar boş geliyordu ki Esra’ya. Hem şimdi değil, kendini bildi bileli bu
böyleydi. Hayat hem anlamsız, hem gereksiz bir süreçti. İster zengin ol, ister
fukara fark etmez, hayat denen kasırga zamanla bütün dalları kırar, bütün
meyveleri dökerdi. Bu, kaçınılmaz bir sondu ve bu badireden kendini kurtaran
olmamıştı.
İnançlarını
eriten, hatta Tanrı ile arasını açan en önemli mesele buydu. İnandığı
dönemlerden kalan bilgi kırıntılarına göre eğer Tanrı bu evreni sırf kendi
keyfi için yarattıysa, yolundan gitmesine gerek yoktu o zaman. Tanrı’nın keyfi
için bile olsa imtihan dünyası dedikleri yaşam piyesinde rol almak istemiyordu
Esra. Tanrı tarafından kobay olarak kullanılmak hoşuna gitmiyordu.
Üstelik
eğer Tanrı geleceği biliyorsa, bütün yaratıklarını öyle ya da böyle mutlaka bir
ya da daha fazla sorun ile mutsuz ve huzursuz olacağını da bilmesi gerekir. Tanrı’nın
bilerek bu eziyete göz yummasını kabullenemiyordu. Bir canlıya eziyet etmek
yasalara göre suç olduğuna göre bir canlının yaşamını bir diğerinin ölümüne
bağlayan, bununla yetinmeyerek genetik vahşeti kendine benzettiği insan denen
mahlukta birleştirerek tüm dünyanın başına ayrıca musallat eden Tanrı’ya olan
inanç ve güveni sürekli zayıflıyordu.
Bazen
doğa gezilerinde oldukça yakın zamanlardan kalma bazı tarihi eserlere hayret
ederdi. Aslında Esra’yı Metin’e yaklaştıran sebeplerden biri de buydu. Arada
öyle ince ayrıntılara vurgu yapıyordu ki. Önce anlamasa rüzgara kapılarak
bilinmez uzaklarda toprağa kavuşan bir tohumun, bilinmez gelecekte aniden
yeşermesi gibi, en olmadık zamanda birden bütün benliğine hakim oluyordu. Nadir
de olsa aralarında geçen bazı konuşmalardan parçalar geçit resmi yapmaya
başladı zihninde.
Buralarda
derdi, yani ayaklarının altında bilinçsizce çiğnenen yerlerde bir zamanlar
ölümüne inanılan doğru ve yanlışlar için kim bilir ne mücadeleler, ne savaşlar
verilmişti. Görünen o ki, bugün hiçbirinin önemi kalmamış… Zamanında Cennet
hayaliyle akıl almaz törenlerle gömülenlerin kemikleri şimdi yürüdüğün toprakla
karışmış, varlıkları hakkında en ufak bir iz bile kalmamış.
Ne
yazık ki yaşayanlar böyle bir şeyin farkında olmadıkları için, akılla mantıkla
çelişen bir yığın doğru ve yanlış ikilemine bağladıkları hurafelerle kısacık
ömürlerini işkenceye çevirmişler. Dahası
kendisini tek taraflı olarak hakkını arayamayan bir evrenin en akıllısı ilan
eden ve bu sözde bu gerçeği kendi yarattıkları Tanrılara imzalatıp mühürleten
insan denen ahmak, bu durumu ölüm korkusunun yarattığı gelecek dünya hayalinin
zorunlu bir parçası olarak görerek mutlu bile olmaktaydı.
Evet
doğru söylüyordu Metin ahmaktı tüm insanlar. Tabi kendisi de... Yine Metin’den
duyduğu bir gerçek şu anda karşısında duruyordu. Harabeler karşısında söylediği
o meşhur muhakeme… Yaşanmayan ve ilgi gösterilmeyen yerler kırk elli yıl gibi
kısa bir süre içinde dünya tarafından toz toprak ile doldurulup etrafına
eşitleniyordu. Böylece bir süre terk edilen yerleşim yerleri kısa süre içinde
dünyanın içine çekilerek yok ediliyordu.
Şimdi
aynanın karşısında gördüğü terkedilmiş bir güzellikten kalanlar değil de neydi?
Bir zamanlar bu bedende Esra adında dünya güzeli biri yaşamıştı. Ve yalnız
değildi bu yaşamda. Zeki de vardı bu senaryonun içinde. Dünya güzeli bu bedenin
bir
sakini vardı. Zeki… Acemi şoförün araba kullanması gibi, yıllarca harap etmişti
Esra’nın bütün güzelliklerini. Bu acı hatıra bile Esra’nın yanaklarında ürkek
tebessüm dalgalarının yayılmasına sebep olmuştu. Bir zamanlar Zeki’nin önünde
diz çökerek ayaklarını öptüğü bir güzellik kraliçesi hatta Tanrıçası yaşıyordu
bu bedende. Kesinlikle abartmıyordu ayaklarına kapanıp dudaklarına kadar bütün
coğrafyasının tadını diliyle sonuna kadar çıkarıyordu Zeki. Ama sonra nikah
memurunun karşısında müebbede mahkum olduktan sonra her şey tersine dönmeye
başlamıştı. Bir zamanlar kuş tüyü şefkatiyle okşayan zaman, birden gerçek
yüzünü göstermiş ve zımpara gibi aşındırmaya başlamıştı. İşte karşısında
gördüğü enkaz bu sürecin sonucuydu.
Acaba
tekrar eski Esra’yı hayata döndürmek mümkün olabilecek miydi? Öyle olsa bile
bu, komodo ejderinden farksız Zeki için olmayacaktı. Yani hiç olmayacaktı.
Çünkü evli bir kadındı. Evlilik demek bir kadın için çoğu zaman bahçedeki bir
çiçeği saksıya gömüp güneş görmeyen bir odaya hapsetmek demekti.
Zeki’nin iş dönüşü ya da bir davetten sonra
eve döndüklerinde dirilmesinin sebebini şimdi daha iyi anlıyordu. Kısmen
kendisi için de aynı çıkarsamayı yapması mümkündü. Ama onun kadar değildi. Esra
kadının geç kızışan bir tür olmasından kaynaklandığını sanıyordu bu durumu.
Toplumun dolduruşu sonucu olduğunun farkına varamıyordu.
İş
yerinde birçok erkek meslektaşının nasıl kendisine yiyecek gibi baktığının
hatta yolda yürürken erkeklerin peşinden kendisini nasıl süzdüklerini, o haliyle
yataklarına misafir olsa Zeki’yle flört zamanlarında yaşadığı ve gittikçe sönen
o zevk patlamalarını yaşayacağın adı gibi emindi. Ama hangisinin yatağına
misafir olsa çok geçmeden aynı aşınmaya maruz kalarak bir zamanlar cennet
bahçelerini aratmayan yatağının çöle döneceğini biliyordu.
Zeki’ye
haksızlık ediyordu. Şu aynada gördüğü kadına mahkum olan erkeğin eşcinsel
olmasına bile şaşmamak gerekirdi. Sapıkların özellikle evli erkekler arasından
çıkmasını hangi kadın irdelemiştir? Hangi kadında akıl var ki irdelesin?
Gerçekten de Esra istemeyerek yaptığı muhakemenin bu noktasında kendinden ve
hemcinslerinden iğrenmeye başladığını hissediyordu. Meseleye bu açıdan bakınca
erkeklere hak veriyordu. Evet ne yazık ki hak veriyordu.
Yemek
yerken, elbise seçerken, araba ve ev alırken en albenili ve en güzelini seçen
insana kadının neden en güzeli verilmezdi? Evleninceye kadar güzelliklerinden taviz
vermeyen kadın neden evlendiği günden sonra çirkinleşmek için özellikle bir
gayretin içine düşerdi? Madem kadın bedeni Tanrı tarafından lanetlenmişti ve
kadın bu yüzünden kendini çarşafa ve peçeye kapatıyor, kendini güzelleştirecek
bütün uygulamalardan şeytan işi olduğu gerekçesiyle uzaklaşıyordu; o zaman
evlenmenin ne anlamı vardı? Erkeği sosyal hayatta hadım etmekten başka neydi
evlilik dedikleri? Hayatında ilk ve son defa gerdekte kadın bedeniyle tanışan
ve cinselliğin Nirvana’sına çıkan erkek daha sonra neden zevk dağının pişmanlık
uçurumlarından acımasızca yuvarlanmak zorunda kalıyordu?
Belki
erkek, erkekliğini kurtarmak ya da eşcinsellik anaforuna kapılmamak için
yasaklar arasında taciz ve tecavüzlere yöneliyordu? Bir erkek alacağı ağır
cezayı bilerek cinsel suçlara yöneliyorsa, bunu en büyük suçlusu kadınlığından
nefret ederek erkeğini insanlıktan çıkaran kendi öz karısından başkası
olamazdı. Aynı kadın cinsellikten mahrum bıraktığı kocasının gözünün kararması
sonucu saldırdığı hemcinslerine de zarar vererek telafisi mümkün olmayan bir
günaha imza attığının farkında bile değildi…
Onu
erkekliğinden soğutmaya hakkı yoktu. İnsanı hayattan soğutan gelenekler ve
çevre baskısı yüzünden başka bir kadınla erkekliğini rektifiye etmesine de izin
yoktu. Buna bütün hatalarına karşın kendisi bile diğer kısa akıllı
hemcinslerinin yaptığı gibi izin vermezdi. Adı gibi biliyordu. Hem bu toplumun
bir üyesi olduğu için vermezdi, hem de yitirdiği kadınlığın yarattığı haset
yüzünden.
Zeki
de ona haksızlık ediyordu. Kaç kere söylediği o iğrenç kırmızı çizgili Mustafa
Dayı pijamasını giymekte ısrar etmesi yetmez mi? Ya üzerine geçirdiği pamuklu
eşofman üstüne ne demeli? Oldum olası nefret ederdi bu iki giysi türünden.
Madem birlikte yaşıyorlardı o zaman karşılıklı olarak giyim zevklerine uyma
noktasında gayret sarf etmeliydiler.
Son
zamanlarda arkadaşlarıyla gece eğlencelerine takılması ayrı bir dertti. Eskiden
ne güzel birlikte hareket eder ve bundan akıl almaz derecede keyif duyarlardı.
Yemeğe giderler, sinema keyfi yaparlardı. Nişanlılık dönemlerinde buz pateni ve
ata binmeyi bile denemişlerdi. Bir iki kere dağ yürüyüşü bile yapmışlardı. Ama
ne olduysa evlendikten sonra birlikte yapma yönünde istekleri kalmamıştı.
Doğrusu bunun tek suçlusu Zeki olamazdı.
Eskiden
onunla bir yere gitmek, birtakım aktivitelere katılmak akıl almaz derecede
keyif verirken, evlendikten sonra zamanla aynı etkiyi yakalayamaz olmuşlardı.
El ele tutuşur mesela paten yapmaya çalışırken kasten yuvarlanırlardı. Sadece
buz üzerinde kucaklaşabilmek için. Esra her zamanki gibi naz yaparken Zeki bir
yolunu bulup dudaklarına kelebek narinliğiyle bir öpücük kondururdu. Sonra
ikisinde adrenalin tavan yapınca, eve gitmeyi bekleyemeden pistin bir
köşesinde, bir kuytuda dakikalarca öpüşürlerdi Şimdi komodo ejderinin salyasını
andıran Zeki’nin tükürüğü o zaman hayat iksiri kadar lezzetli ve gerekli
geliyordu. Hele öpüşürken her ikisinin içinde meydana gelen ve iliklerinden
kaynaklandığı hissi uyandıran zevk dalgalarının tadına doyum olmuyordu. Ne
yazık ki artık bunların hepsi neredeyse bir hayaldi.
Artık
elinden de bir şey hissetmiyordu. Ha Zeki’nin elini tutmuş ha omlet tavasının
sapını… Bir zamanlar atletini koklamaya bayılırken şimdi kirli sepetindeki
çamaşırlarını parmak uçlarıyla makineye tıkarken yüzünü buruşturuyor ve işini
bitirdikten sonra ellerini yıkamadan duramıyordu.
Acaba
diyordu Esra aynadaki kendine, acaba tekrar eskiye dönmek mümkün müydü? Dün
arabada saatleri içinde barındıran birkaç saniye içinde Metin’in gözlerinde
gördüğü şehvet ateşini tekrar yakmaları mümkün müydü? Bunu Zeki’ye açıkça
söylese olur muydu? Yani tekrar o güzel günlere dönme isteğini… Paranın ve
şöhretin cazibesine kapılan Zeki için artık çok geç kaldığını düşünüyordu. Ne yazık ki çok geç kalmıştı aklını başına
alma noktasında.
Esra
kahvaltı için masayı hazırlarken Zeki kapıda görünmüştü. Banyodan geldiği her
halinden belli oluyordu. Çenesinin kenarındaki su damlalarını kurulamayı
unutmuştu. Saçını da eliyle düzeltmeyi yeterli görmüştü anlaşılan. Esra ekmek
dilimlerken Zeki günaydın bile demeyi unutup sormaması gerek bir soruyla güne
başlamıştı yine:
‘Çay
yok mu lan?’
Yazarın
Önceki Yazısı