Aklını giyin,
diyenlerin laneti.
Zamansız ölüme rağbet
edenlerin makûs talihi ve aklın kıyametine son bir rötuş yaparken Tanrı.
Zaruri bir yoksunluk mu
ne mezarı aşkın?
Önce sevip ölümüne
tanık olduğun kâfir gece bekçisi. Yine içinin kıyımlarında bir ruhtan ibaret
söz birikintilerine beden tahayyül eden ikircikli bir tasarım belki de bir
ölünün son sözleri.
Geç kalan.
Yaftalanmış bir de
küçük ölçekli bir yangında ilk kurtarılacak.
Ne evin tapusu.
Ne gelin hanımın
ziyneti.
Ne evin oğlunun ders
kitapları.
Gidenler çoktan gitti
madem…
Al işte kafeste ölüme
terk edilmiş küçük bir saka kuşu. Sektiği ufacık kafesin tellerinde bir saniye
kadar kısa bir zaman diliminde ölümü karşılamaya aday-gönüllü demedik hani.
Alayına küfrü basan
belediye memuru sanırsın ki adam dünden razı etrafa çatmaya belki de
öncesindeki sessizliğin intikamını almakta.
Seferi bir ruhun
rotası.
Girizgâhı yine arka
bahçenin.
İnsanlar her yerde
aslında hiçbir yere ait herkes belki de hiç kimse hiçbir yere sığamadığı için
bu izdiham.
Makberi güzelliğin ve
aşkın; nedamet yüklü gölgeler paslaşırken belki de ölümün uğramaya tenezzül
etmediği o huzur evi ve bitişiğindeki hastane.
Hayatlar ters orantının
mahiyetinde duvara işeyen çapulcu bir gölgenin inhisarında hani.
Şimdinin düne döndüğü
ve yarının andan soyutlandığı.
O ölü saka kuşu… ne de
olsa cümleler cümleten kazan kaldırırken çoktan ölü hayvan mezarlığına
defnedildi zavallı kuş belki de bir korku romanından fırlayan öcünün rehaveti
çöreklenmişti kumpasa giden aşkın öldürücü gücüne tanık devasa gölgelerin de
gücü yetmezken.
Zamanın durgun bazense
telaşlı yüzü: saniyelerin önemi var hele ki insansa ölümle hayat arasındaki o
ince çizgide kararsız iken gidip gitmeyeceğine ve Tanrı son kararını vermezden
önce hala nasıl oluyor da acil sağlık ekibi deli gibi kalp masajı yapıyor?
Bir kadın. Ve çok yaşlı
ve ne çok kadın ve adam.
Yine ölüm provasına
yenik düşen cüsseleri ile uykuya dalmışken ve bir hizmetli söyleniyor eline
bulaşmış pisliği lanetlerken:
‘’Ölemedin gittin be
moruk!’’
Bir izdiham. Bir telaş.
Kimileri gelmek için
gün sayıyor.
‘’Kaç gün kaldı
bebeğini kucağına almaya?’’
Elleri kirlense bile
annenin asla imtina etmiyor bebeğinin kakasını temizlemekten ama bir diğer
mizansende yatalak bir hasta nasıl da yük oluyor bir diğerine. Ne de olsa insan
eti ağır/mış diyenlerin yalancısıyım.
Yine de işin içinde
sevgi ve kan bağı oldu mu… hatta kan bağı olmasa bile.
‘’Kaç aylık ömrü kaldı
babamın?’’
‘’Bir bilemedin iki
ay.’’
‘’İyileşmesi için
canımı bile verirdim. Kaç yaşına gelirse gelsin…’’
İnsanlar ve koca bir
tantana.
Bir ritüeli sahiplenen.
Çoluk çocuk bir arada.
Kimi kimsesi
olmayanları kimsesizlikle suçlayacak kadar da vasıfsız ve tıynetsiz iken
kimisi…
Yalnızlığın provası
yapılmaz ki ya da ölümün, sadece yaşanır ama doya doya değil bilakis ölümüne
yaşanır ve bitmez de ne de olsa bittiğini fark dahi etmez insan ta ki
arkasından ağıtlar yakılana kadar belki de yakılan kınadır kiminin nezdinde.
Sırların alt yazısı hep
kaderin güncesi.
Kaderi yaftalayan
münafık ise alı al moru mor bir canlı yine benliğin ve maneviyatın kutsallığını
göz ardı eden.
Bir iklimden bir
ikileme düşerse yolunuz eğer…
Ya da bir mabedin
kapısından gireceğinize kendi mabedinizi yaratmak isterseniz… hatta istemeden
vakıfsanız eğer…
Dedim ya: asla ön
hazırlığı yoktur: ne ölümün ne de yorgunluğun. Bizatihi yerinirsiniz ya da
yersiniz tokadını hangi maruzatı beyan ederseniz edin yeter ki ödün vermeyin ya
da söz.