Zaman huysuz ritimler biriktiriyor ve şaşalı ölümlerle diriliyor mekân ve insan.

 

Cinnet noktasında teyakkuza geçen; şirret bir kadının aşka nifak sokan hezeyanı belki de belirsizliğin belirteç addedilen yanlı fısıltısı.

 

Şiirler geçiyor sokaktan aslında sokaktan değil soluksuz kalan hicaptan yana tasası şiirin ve şairin.

 

Öfkeli yangınlar solurken ejderhası imgelerin, şanlı geçmişine lanet okuyor yazar ve okuru.

 

Gölgelerin himayesinde mimlenmiş yalnızlık yine kıtalar aşan, şişeler deviren hegemonyası ölü hücrelerin kokuştuğu hücresinde bir gece vakti diri bir bedene geçmek adına kötü ve kötülük son hamlesini yaparken.

 

Semt pazarlarında ayağı olmayan tezgâhlar aslında dirliğin, birliğin hüküm sürdüğü yine aslına ihanet eden insanlığın geldiği çıldırma noktasında kadınlar katlediliyor belli ki annesiz büyüyecek katilin çocukları.

 

Katmalarda saklı hicranı kim soluyabilir ki yanında mutluluk göz kırpıyorsa saltanatına insanlığın?

 

Hükmen yenik.

 

Sehven âşık.

 

Miadı dolmuş ömürlerden savrulan nidalar yine sahipsizliğin verdiği acı ile uçuşan yapraklar.

 

Dirildiğimizin kehaneti işte şafak öncesi uyumsuzluğun gece ile hemhal olmak adına tüm ışıkları kapamanın verdiği yas ile yaşlanan seyircisi ölümün.

 

Köleliğin zuhur ettiği belki de kör gözlerin kem gözlerden nasiplendiği.

 

Rotasından sapanlara son bir uyarı yine gök ikiye ayrılmış lakin kimin umurunda?

 

Sefahat avcısı ve yanlısı, zamandan çalıp kadere yüklendiğimiz ya da tam tersi lakin diri bir neşeyi tensiye ediyor keder belli ki uyumsuzluğun baş şehri asılsız bir gerçek kadar yalan dolu heybesinde fani hükümlerle derviş ölümlerine peşkeş çekerken falcılar ve çıkmayan falları.

 

Duraksız şiirler ve durağı olmayan taşıtlar, notalar…

 

İnsan yüklü cehalet.

 

Cehalet yüklü insanlık.

 

Bilginin ediminde şuur kaybı yaşayan hatta yaşadığından bihaber belki de yalıtılmışlığın kasrında deli fişek bir terennüm kadar çığırtkan mizaç yine örselenen, garipsenen.

 

Tutkaldan bile yapışkan kimi duygu kimi cümle. Beyitler aşıp da ulaşamadığımız o şiir.

 

Ulaşıp da çözemediğimiz o şehir.

 

İstifli metazori gölgeler birbirinin peşi sıra nankör bir edayla ve de ısrarla sahiplenmek evreni oysaki evren nasıl tok gözlü belki de miadı dolmuş bir kara delik az sonra kopacak kıyametin de habercisi bunca öfkeyi ve zulmü sindiremeyen kayıtsızlığın şifresine dair göğün kanayan bulutları.

 

Kırmızıdan öte yol mu yok?

 

Ya da siyahın fitilini çeken.

 

Belki bir kıyımda bin bir sonuca katlanmanın infilak noktasına getirdiği.

 

Ümitlerimiz solgun bayağı zamandır. Atağa kalkıp da ayrımcılıkla suçlanan insanoğlu oysaki sevginin de umudun da ne ırkı var ne de irsi hastalığı. Olsa olsa paye vermediğimiz belki de öfkenin piri içimizde çakıl taşı, yüreğimizde saatli bomba ve bizler kurgularken alt bilincimizi yine kısacık cümlelerle peyda olan duygularımız.

 

Asi.

 

İsyankâr.

 

Nefret dolu genelde.

 

Çocuğa ve mazluma gücü yeten.

 

Kırıp dökmekse ortalığı daha da beteri var sırada. Bir kalbi kırmak yine peygamber sabrına sığınıp insanlığımızı tescil ettirmek adına sus pus ve sınandığımızın bilincinden İlahi Adaletin tok sesine vakıf evren savarken sırasını tıpkı biz ölümlü ve öfkelilerin dans ettiği koyultulmuş vicdanlar çarşısı.

 

Hakkaniyetin sorgulanma şansı yok da üstelik zira tek doğru ve tek haklı yine gönülsüz yaşanmışlıkların külfeti zaman aşımına uğrayıp da gölgemizle bile kavgalı, sevdamıza zimmetli yine de hükmetmeyi pek bir görev edinmiş.

 

Hangi sunum?

 

Hangi hazne?

 

Yürekteki saklı hazine.

 

Sondan başa almaksa hayatı ne mümkün.

 

Sonu gelmişse mutluluğun ne gam.

 

Sözüm ona benliğin tefsiri; sözüm ona aşkın hutbesi ve belki de en dokunaklı sure/t.

 

Gönül gözünde kaygı bürümüş kimliğin son çaresi yine sığınağımızın müridi biz sefil faniler üstelik hak hukuk tanımadan sorguladığımızı değil yanlılığımızı geçerli kıldığımız.

 

Sıfatların geçirgen yasında sonlanan umut tarhının solmuş çiçekleri.

 

Gölgeden gölgeye düşüp de yolu yine mecazi bir aşkın kıyama durduğu sonra da sonlanmasından hicap duyup solmasından yana kaygılarımız üstelik bulutların renginden fallar tuttuğumuz oysaki kehanetlerin günaha delalet olduğu ve yine kaderin izdüşümünde bizler bir çiçeğin kırılganlığına vakıf ve tanık, son sürat yaşlarımızla çiçeklendirirken gönül bahçesindeki mahzun çiçekleri.

 

Yaşadığımız kadar solduğumuz.

 

Solduğumuz kadar insanlığımıza tabi olduğumuz.

 

Geçimsiz duygularımızla çıkıp da yola, varlıksız yalanlarda son bulan insanlığın da kaldırma gücünden nasiplenip hala nasıl oluyor da batmadık, demekten imtina etmekten çok öte yine bata çıka yürüdüğümüz sapaklardan ereceğimiz hidayetin yüz ölçümünün boyutsuzluğunda kaybolmak: yine erdemin ve vicdanın hafifliğinde konduğumuz kanatları İlahi Aşkın üstelik sırrına vakıf olduğumuz bilinmezin gizemine riayet etmek kadar da muhteşem bir duyguyu sahiplenmek.

 

Tütsüleyebildiğim kadarım belki de sığındığıma şükür yükleyip.

 

Iskalan varlıktan damlayan zerreler belki de zararsız ve delik bir sebilde dolu haznesine özlem duymak kadar akla zarar.

 

Gönül yorgunluğunun çok göreceli bir kehanet olduğu hatta aslımı inkâr etmeye kadar giden ve sevecen bakışlarına yenik düştüğüm kimler ve neyden ibaret olduğumu hecelerken.

 

Örtüsü olmayan bir şehir gibiyim bazen ve ayan beyan ışıklarım, karanlığım da.

 

Ellerimden kayan zamanın arsız yıllarını biriktirdiğim kovasında şelale olmuş gözyaşlarımdan kaynak yaratıyorum olmayan nemine ve yağmuruna şehrin yine ışıklarına tav olduğum bir şiiri çağırırken uzaklardan.

 

Günlerimi böldükçe bölündüğümü unutuyorum aslında yana ayırdığım düşlerimin örgülerini okşuyorum usulca.

 

Küflü resimler postalayan dünde kaykılmışlığım, yolunu unuttuğum mezarlık ama her seferinde yolcu ettiklerim belki de için için ulaşmayı dilediğim.

 

Yaraları büyük, yamaları küçük bir yorgan misali ısınmaya çalışıyorum ama deliklerden sızan ışık ve soğuğa hala alışamadım.

 

Gök de kaygılı.

 

Ben hala şubattayım.

 

Mevsim ise kendini yaz sanıyor.

 

Şaibeli söylemler dönüyor ortalıkta.

 

İsi, sisi ve yorgun cüssesiyle bir şehir cücesinden alacaklıyım yine halk dilinde anonim bir türküyü arabesk bir tonda söyleyip hala ufalan umutlarımı çapalayıp yer değiştirsin diye kaybolan metanetimin ardından ağıtlar yaktığım.

 

Alacalı bulacalı deyişlerin arayışındayım belki de içimi deşip ayırmak istiyorum kılçığımı. İskeletim hepten erimiş tıpkı gölette gezinen tatlı su balıklarına özenip kendine atmak istiyorum tezgâhına balıkçıların.

 

Künyemde insan yazsa da, yazana değil yazdırana saygım ve hürmetim.

 

Bir kehaneti sahiplenen şehir.

 

Kimse kimseyi ırgalamıyor.

 

Yaya geçidinde kurallara riayet etmeyen külüstür arabalar ve sürücüsü olmayan direksiyonlar derken ayağı ve kafası olmayan vücutlar.

 

Ölü şehrin imgeleri adeta dolanan hayaletler ve gerçeği haykıran televizyon ekranlarına odaklanıp yapay zekâlardan müteşekkil bir ekiple yine halkın gözünü boyayan haberlerden alıyoruz nasibimizi.

 

Öldüğümüz de mi yalan?

 

Öldürdüğümüz mü yoksa tek gerçek?

 

Ölümüne seviyoruz ve sadece kesip biçiyoruz sevdiklerimizi.

 

Omurgası olmayan canlılar aslında her birimiz kendi kılçığımızı ayıklayıp birbirimize fırlatıyoruz leşimizi.

 

Lenduha ekranlarda, devasa boyutlarda kara gölgeler aslında sahibini öldürüp bilfiil kainatı ele geçirmiş.

 

Vasıfsız Tanrıları var münafıkların ve olmayan ruhlarını sunuyorlar şeytana yine nefsine âşık ve tapan bir yandan da putlara sarılan benliklerinde yüksek ökçeli nefretleri ile evreni lav etmiş bir bilinmezlik.

 

Aşk Tanrısı öldürülmüş.

 

Masumiyetin ne tanımı var ne de cesedi.

 

Nice faili meçhul.

 

Tanrı mademki takibi bıraktı… ve yeni bir dünya inşa etmek adına tek düşüncesi ne de olsa çivisi çıkan bir egemenlikten geride kalan mahşer benzeri bir tablo.

 

Soyut resimleri dünya bilen.

 

İzleklerde kendi dünyalarına tapan.

 

Kelimeler de tufana tutulmuş belki de esen rüzgâr bile esrikli bir fısıltı ile son bir reverans yapıyor ölü tabiata.

 

Şehla gözleri göğün aslında iri çukurlar sadece cehennemi kutsayan, cennetin adı bile kayıp.

 

Alt geçitlerinde ruhun derin dehlizler var ve metafor bozması istasyonlar.

 

Şaibeli ölümleri onayan iblis artık tek hâkimi son’un.

 

Başını yiyen yine insan benzeri kepaze ve yoz dürtüler aslında ömürden ömür çalıp sonunda ölümü bile pes ettiren.

 

Hengâmenin adı yok zira kendisi bile kayıp.

 

Şiirler ölülerden girift bir mezarlık girizgâhında asılı tabelalarda kayıtlı.

 

Dünün cennet bakışlı rahmetine isyan eden şaibeli şairler ölümü tatmaktan mutlu ne de olsa şairler mesul tüm olup bitenden.

 

Bir isyanın angaryası.

 

Bir yüreğin depoziti.

 

Sonunda çemkiren kalemin laneti.

 

Cebelleşen yürek mademki pes etti noktayı da koydu şiire ve duyguya.

 

Şehirler küllerinden asla doğmayacak ne de olsa ölü toprağını serdi bir kez: şiir ve şair.

 

 

 


( Şehirler Küllerinden Asla Doğmayacak başlıklı yazı GÜLÜMM tarafından 24.03.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.