AGA YATAĞINDA DAŞ
MAŞ GÖRMEDİM
Yurdumuzun bütün köylerinde
olduğu gibi Kırşehir’in ücra bir köyünde de fakirlik diz boyu idi. Birkaç hane
hariç kimsenin kimseyi fakirlikten dolayı kınayacak durumu yoktu. Giyecekler kırk yamalıklı olup bulunursa ayaklarda
cebaliş lastiği yada çarık giyilirdi.
Bulgur pilavı ile katma aşından başka yemeği öyle her mide tadamazdı.
Maaşı, sosyal güvenceyi kimse bilmezdi.
Daha Süleyman Demirel meydanda yoktu ki fakirlere atmış beş yaş maaşı
bağlansın. Yeterli gıda alamamaktan
dolayı ölenlere neden öldüğünü bilmedikleri için kendi aralarında “unur indi de ondan öldü fukara” derlerdi. Doktorların yanına varmak ne mümkündü, parayı
nerden bulup ta Laz doktor, Adem bey, Sami bey, Rıfat Kayadelen gibi
doktorların kapısını çalacaksın. Sami beye diyelim ki parayı buldun da muayene
için kapısından içeri girdin, belki parası yoktur, ya alamaz isem diye üzerine
hemen kilitlediği kapıda ona ismini nasıl beğendirebilirsin. İmkanını bulup ta ulaştığın hastane
köşelerinde muayene için adam aramak, eğer yatabilirsen ameliyat parası bulma
yoluna vicdansız bir tefeciye tarlayı satmak veya tehrin koymak büyük
sorunlardı.
Uzun
oğlan Memmet fakir mi fakir, yiyecek ekmeğe dahi muhtaç birisi idi.
Anlatılanlara göre dedeleri köye çok sonradan geldikleri için bırak bağı, bahçeyi
ekecek üç –beş dönüm tarlası dahi yoktu. Geçimini gündelikçi, yevmiyeci, çiftçi
durmakla, amelelik yapmakla, yerine göre davar, inek yada dana gibi hayvanları
gütmek için çoban durmakla temin ederken hanımı Zeynep te sipariş üzerine halı,
kilim, yastık dokumakla bütçelerine katkıda bulunuyordu. Konu-komşunun, hayır
severlerin verdiği “cümeycelik” ler,
kurban bayramlarında gelen etler karı-kocanın ilk önceleri zorlarına gitse de
zamanla buna alışır oldular.
Zamanın durmayıp seller gibi aktığı süre
içerisinde uzun oğlan Memmedin geriye dönüp baktığında üç oğlu ile ikide kızı
olmuştu. Büyük oğlu Şaban askere gitmeden önce köyünde bir kıza, kızda ona
deliler gibi aşık olmuşlar, dile getiremedikleri duyguları neredeyse kara
sevdaya dönüşmüştü. Sariye güzeller güzeli bir kızdı, iki testiyi eline alıp
çeşmeye suya giderken köyün gençlerinin aynalarının üzerinde olduğunu biliyor,
çeşme başında da oğlan analarının bakışlarından rahatsız oluyordu. Arada-sırada
evdeki aynanın karşısına geçiyor kendindeki güzelliğinin farkına varıyor,
kendisini gıpta ile seyrederken “bende
zengin kızı olsam, en iyi fistanlardan giyinip kuşansam da Şabanıma daha güzel
görünsem olmaz mı, ah fakirlik ah” diye iç geçirdiği olmuyor değildi.
Sariye
deki güzelliği fark eden oğlan everecek kadınlar bir bahane ile evlerine gelip
onu her yönü ile teraziledikten sona akşamleyin dünür geliyorlar bu durumda
kızcağızı rahatsız ediyor, olanları askerden yeni gelen Şabana kaçamak
buluşmalarında, yada yazdığı mektuplarda anlatırken “anana, babana artık her şeyi anlat” demeyi
ihmal etmiyordu.
Şabanın işinin, gücünün olmayışı
Sariye ile evlenmelerine mani değildi. Sanki koca köyde herkesin işi gücü vardı
da onun mu yoktu, nasıl olsa askerliği bitirip gelen her gencin evlenmek hakkı değimliydi,
illaki pilava kaşık mı dikecekti. O da öyle yaptı.
Uzun oğlan Memmed ve karısı Zeynep
gündüzden tembihledikleri birkaç akrabaları ile akşam olunca “hayırlı bir iş için” Sarı Kemalin evinin
yolunu tuttular. Oturup hal-hatır soruldu, çaylar içildi, bir müddet sona da
Memmedin akrabalarından yaşlı birisi geliş amaçlarını belirleyip “ Allahin emri” diyerek söze başladı. Köylük
yerdi, herkes birbirini biliyordu, kimi-kime soracaklardı ki. Geçimlerini
deynek le temin eden bu iki çoban ailenin birbirlerine ne üstünlükleri
olabilirdi ki. Bir avuç pirinç değil ya hemen “kızımı al” densin “kıza soralım,
siz şimdilik gidin ” diye usulen
misafirlere yol gösterildi.
Kız isteme işi üç- dört kez devam
etti. Aslında Sarı Kemal kızı verecekti de gel gör ki hanımı Sultan buna pek
taraftar değildi. Sultan kadın kızını akrabalarından birisine vermekten
yanaydı. Bu yüzden yolu “yokuşa sürüp ” etten-püften bahanelerle dünür
gelenleri atlatıyordu. Dünürler gittikten sona Kemal Ağa hava alma bahanesi ile
dışarı çıkınca meydan ana- kıza kaldı. Ortalığı temizleyip toparlarlarken
anasının işi zora sokmasına içerleyen Sariye ; “ana, ana; Şabana vereceksen
ver,ben senin akraban sümüklü oğlana asla gitmem, yoksa Şabana kaçarım ”…
Uzun oğlan Memmed ve hanımı
“gelin takınızı takıp kızın adını belleyin” haberini alınca sır çıkmaz eş, dost
ve akrabalarından tedarik ettikleri kırık kırpık ödünç altınlar ve yanlarına
kattıkları akrabaları ile beraber Sarı Kemalin kapısına vurdular. Söz
kesildikten sonra Sariye gelinle damat Şaban orada bulunan yaşlıların usulen
elini öpüp yerlerine geçerken babaları da çeyiz-cember taksimatını ayarladıktan
sonra düğünü de gelecek “harman kaklımına" sözleştiler ”
Aradan on beş-yirmi gün geçtikten
sonra “emanetin canı yuka olur, foyamız meydana çıkmadan altınları gelinden
kurtarıp sahiplerine verelim ” telaşına düşen karı-koca hısımlarının evinde
soluğu aldılar. Önceden uyguladıkları plan gereği Memmed ağa gelin kızı Sariyeyi
yanına çağırıp sahte bir tebessüm göstererek “guzum, yavrum,güzel gelinim;
altınların bölük-pörçük , sabah ben şehre gidecaam , sen onları bana ver
sarrafa uğrayıp gıremseye çevirteyim , ayrıca sana da iki bilezik alayım”…
Bu nasıl akrabalık, nasıl
nişanlılık dönemiydi. Aradan üç yıl geçmiş, Şabanla Sariye birbirlerinin
oldukları (!) halde bir türlü düğünleri olup ta aynın yastığa baş
koyamamışlardı. Sarı Kemalin suratından düşen bin parça idi, arada-sırada
hanımı Sultan “bu çulsuzlarla akraba olmayalım demedim mi herif ”diye kocasının
başının etini yiyordu. Damat Şaban fırsatını buldukça nişanlıya gelip evden
çıkmazken babası ve anası kapıdan girip dünürlerine boylarını göstermedikleri
gibi onlarla bazen karşılaştıkları zaman yollarını değiştiriyorlardı.
Sinirinden eli-ayağı titreyen Sarı Kemal kendi kendine “ben bunlara ne yapıp ta yaranayım, üç yıldır evimin
yolunu bilmiyorlar, oğlan tarafına düşen görevlerden bayram , seyran ,
Hıdırellez türü adetleri yerine
getirmedikleri gibi üstüne üstlük birde kendi kendilerine olmadık yere küslük
peydahlıyorlar ”diye iç geçirdiği oluyordu. Hanımının ağzına bakıp nişanı atsa
“bakala; kızı falanla üç yıl nişanlı kaldı, belkide oğlan kızı kirletmiştir
”düşüncesi ile kimsenin kızı için kapısını çalmayacağını da biliyor, buna da üzülüyordu.
Sarı Kemal şunu da düşünmüyor
değildi. Biliyordu ki hısımı Memmedin elinde yok, avucunda yok, çulsuz adam ,
neyle el içine çıkıp düğün yapacak. Tek korkusu hısımının gelip kapısına
dayanarak kendisinden “düğünsüz, derisiz bohçası hazır kızını hazırla, dört
akraba ile gelip alayım ”haberini
duymaktı. Düşündüklerinin başına gelmesinden korkan Sarı Kemal dünür
gelenlerden birisiyle Memmed ağaya “kızımın adı oğluyla anıldı, şimdiden sonra
işi bozacak değilim, gelsin de emanetini nasıl münasip görürse öyle alsın, biz
düğünden-deriden vazgeçtik” diye haber
saldı.
Akrabaların ve aracıların
zorlamasıyla ikna edilen Memmed ağa Sarı
Kemal in evine bir ayağı geride gönüllü
gönülsüz adım attı. Aracılar Memmed
ağanın gönlünü zor kötek ikna ederek bir
ay sonraya davulsuz, zurnasız sade bir törenle
gelin almaya razı ettiler.
Uzun oğlan Memmedin oğlu
Mustafa ele- avuca sığmayan, yarına düşüncesi olmayan, gün bulup gün yiyen,
fakir bir ailenin oğlu olmasından dolayı isyanından geçilmeyen, bir elde tarak,
bir elde ayna akşama kadar şura senin, bura benim haylaz-haylaz gezen bir gençti.
Eve vakitli -vakitsiz gelir, bazende hiç uğramadığı gün olur, arada-sırada yattığı
yatağında horul, horul uyurken de “Ayşe, Ayşe diye ”samranması anasının
kulağına gelse de geçim ve bir sürü sorunla uğraşan Zeynep kadın bunun üzerinde pek fazla durmazdı. Günlerin
birinde gecenin yarısı bir vakitti. Zeynep kadın karışık bir rüya görüyordu.
Sokak kapısının gıcırtısı kulağına gelir gibi oldu. Birden kendisini
toparlayamadı, gaz lambasını yakayım, kocamı uyandırayım telaşıyla yatağından
doğrulmaya çalışırken “ana, ana uzat da gelinin Ayşe elini öpsün ”diyen oğlu
Mustafanın sesini duymasıyla şaşkınlığı karanlığa gömüldü…
Oğlu Şabanı nasıl ‘baş göz
ederim ’ derdiyle günleri zehir olan Memmed ağanın diğer oğlu Mustafanın başına ördüğü çorabı nasıl
giyerim derdiyle birleşince gecesi sabahı kadar kendisine zehir olmuş,yatağın içerisinde bir sağa bir sola dönmekten sabahı
zor etmiş, gözüne bir gram uyku girmemişti. Hanımı nın kurduğu yavan yaşşık sofradan ağzına bir lokma dahi almadan aç susuz evden çıktı.
İçinden çıkılmaz derdi bin iken bin daha eklenmiş, “onca horanta ne yiyip ne
içecekler, zırnık kadar eve nasıl sığacaklar” diye düşünürken gözünden akan
selden haberi yoktu. O yıl köyün sığırını güdüyordu. Herkes sabahtan
hayvanlarını ahırından çıkartıp köyün yüksek bir alanına getirirdi Elindeki deynekle meydanda toplanan hayvanlara yürümeleri için
hışımla vuruyor, adete öfkelerini onlardan çıkarırken küçük oğlu Recepte
kendisine yardım ediyordu.
Recep hayvanları çevirerek
yaylım yerlerine doğru yol alırlarken babasının ağır hareket etmesinden ve
arada kendisini öfkeyle azarlamasından evde bir şeyler döndüğünü hisseder
gibiydi. Vakit öğleye yaklaşıyordu, hayvanları bir çeşmede suladıktan sonra
baba-oğul dağın tepesine doğru onları sürmeye başladılar. Hayvanlar orada
istirahat ederken onlarda yemeklerini yiyip çaylarını içecekler, yorgun
gövdelerini dinlendireceklerdi. Dağları keçi gibi tırmanan ağası o gün her
nedense hep geride kalıyor, iş kendisine düşüyor, bu yüzdende hayli
yoruluyordu. Acaba ağası hasta mıydı…
Adamcağız çok yorgun, bir o
kadar da bitkindi. Kendi kendine diliyle dişi arasında bir şeyler fısıldıyor
ama Recep bunları pek anlayamıyordu. Sebebini sorsa acaba ağası kendisine
kızarmıydı. Daha fazla dayanamadı. Kızarsa kızsın, döverse dövsün, el değildi
ya nede olsa agasıydı.Yarı ürkek bir ses tonuyla “aga durumun iyi gözükmüyor,niye bu gün canın çok sıkı, istersen sen eve git yat, ben hayvanları güderim ”
diyebildi.
Oğlunun sorduğu soru
karşısında ilk önce ne cevap vereceğini şaşıran Memmed ağa ağır, ağır “oğlum
sorma, bu gece sabaha kadar güneyin daşını guzaya, guzayın daşını güneye
daşıdım ,ondan dolayı çok yorgunum, uyuyamadım yavrum”… Recep çocuktu,
babasının ne demek istediğini pek anlamıyor sadece dinliyordu. Kendi kendine
babasının yatakta yattığı yerde nasıl taş taşıdığını hayal ediyordu. Az
yutkunduktan sonra çocuksu bir ifadeyle
“aga yatakta bu kadar daşı nereden buldun da daşıdın, ben sabah senden
erken kalktığımda yatağında daş maş görmedim, orada anca sen yatıyordun"…