DİŞLERİMİ IRADOYA MI
VERDİN DÜRZÜ…!
Bindikleri eşekler ağır, ağır Bozlapa
ya doğru yol alırken ikisinden de çıt çıkmıyordu. İlk ticari girişimlerinde
acaba başarılı olacaklar mıydı? Bu ve bu gibi karamsar şeyleri düşünmekten
arda-sırada yeliyle yüzlerine vuran, ekmek sularcasına yağan yağmurdan ıslanmasalar neredeyse haberleri dahi olmayacaktı.
Ta çocukluklarından beri aralarından
su sızmayan, neredeyse yedikleri-içtikleri ayrı gitmeyen iki can ciğer arkadaştılar. Evleri
birbirine iki bahçe duvarı atlamalık yakındı. Beraber kuş taşlayıp aşşık
oynamışlar, aynı okulun sıraların da okuyarak büyümüşlerdi.
Zehni uzun boylu iri kıyım bir
yapıya sahipken bunun aksine İrbaam yani köylülerinin daha çok “İbiş'oğullarının
İbili"olarak isimlendirdiği arkadaşı kısa boyluydu. İbili’nin sülalesinde Allah vergisi doğru-dürüst boy ortalaması
olmaz, kardeşlerden birinin boyu uzunsa diğerinin ki bunun aksine kısa olurdu.
Köylüleri onlarla şakalaşırken "Yahu uzun boylunuz savak oluyor da kısa
boylunuz neden uyanık oluyor” diye zeklenirlerdi .
Zehni uzun boylu ve babayiğit
oluşunun ceremesini asker ocağında çekmişti. İzinli oldukları günün birin de üzerine kıspet giyinen, adı Bekir olan birisi tedariklediği zeytinyağı ile yağlanıyor,
antrenman yapıyor, “Var mı içiniz de benimle güreş tutacak bir babayiğit ? “
diye etrafına hava atıyordu. Güya
Yozgat’lı Hasbek pehlivanın oğlu
olduğunu övünerek beyan ediyor, sorduğu soruya kimseden ses gelmeyince o da
orada bulunan bir sandalyeyle güreş tutuyordu. Günün birin de hemşerisi
Etem falın gazına gelen Zehni Hasbekli
ile güreşi kabullenmiş ama güreşten bir
hafta sonra ancak kendine gelebilmişti.
Zehni ile İbili bağ, bahçe, bostan
belleme ve bu gibi işlerde birbirlerine 'gubaşmak' suretiyle ödünç takarlar, bu işi yaparken
de kaytarıp toprağı karalamaya tenezzül etmezler beli toprağa yararcasına
sokarlardı. Analarının koyduğu azığın azına-çoğuna, çeşidine pek aldırış
etmezler, azık hangi evden gelirse gelsin ağız alışkanlığı olduğu için
yemekleri yadırgamadan yerlerdi. İşin aslında ikisinin anası da 'eline bal dök
yala' cinsinden temiz kadınlardı.
Arkadaşlıkları sıkı-fıkı olmasına
rağmen tek anlaşamadıkları nokta İbili’nin burnun da et olmasından dolayı
genizden konuşmasıydı. Zehni bazen onun ne dediğini anlamayınca tekrar sormak
zorunda kalır, İbili de ona "sağır mı oldun, niye duymuyorsun?" diye çıkışırdı. Arkadaşlıkları askerden
sonra da devam etse de evlenip çoluk-çocuğa karışmalarından dolayı artık eskisi
gibi uzun süreli bir arda kalmıyorlar, akşam buluşmalarından kısa bir süre
sonra 'evli evine' vedalaşıyorlardı.
Ee artık aradan geçen zaman
içerisinde çocukları büyümüş, evin geçim derdi daha da ağır basmış,
omuzlarındaki yükün ağırlaştığının yavaş yavaş farkına varır olmuşlardı. İkisi
de diğer Karacörenli ler gibi çiftçilik ve hayvancılıkla geçiniyorlardı.
İbili’nin durumu tarla-tapan yönünden Zehni’ye göre biraz farklıydı. Amcası
Hacı Nuru’nun hiç çocuğu olmamıştı. Birkaç kadınla evlenmesine rağmen
değişen bir şey olmamış, sülalesinde devam eden bu irsi durumdan o da nasibini
almıştı. Hacı Nuru’nun dönümlerce tarlası, sürülerce koyunu, keçisi ve onlarca
diğer canlı baş hayvanları ölümünden
sonra mirasçılarına pay edilmiş, İbili’de hissesine düşen bu paydan nasibini
almıştı.
İki arkadaş tarlaları ektikten sonra
geriye kalan boş zamanlarında vakit geçiremedikleri için adeta sıkılır
olmuşlardı. Bir araya geldiklerin de güneyin taşını kuzeye, kuzeyin taşını
güneye taşıyorlar, ol görüp boş zamanlarını değerlendirecek bir meşgale
bulamıyorlardı. Bir ara çerçilik yapmayı düşünseler de "bir yerde zalimler
önümüzü çevirir de bizi soyarlar" diye bundan vazgeçtiler.
O
yıllar da Karacören’de bazı kişiler adına “ÇELİKÇİLİK" denen canlı hayvan
alımı-satımı yapıyorlar, Bal Memmet, Apo Fildiş, Sarı’nın Mustafa gibi kişiler bundan
sebepleniyorlardı. Neden bu işi iki arkadaş yapmasınlardı. İleride mesleği
kıvırıp neden onlar gibi para kazanan, ünlenen kişiler olmasınlardı. Gerçi
İbili’nin bu işte başarısızlıkla biten bir deneyimi olsa da sorun değildi. Güya
İbili anasının "şunu götür pazar da sat” diye önüne kattığı bir danayı Kırşehir
hayvan pazarında alıcının seksen lira vermesine rağmen atmış beşe satmış köye
gelince de anasının “danayı kaça sattın İbili?” diye sormasıyla da alıcıyı
kandırmış edasına bürünerek “atmış beşe kaka kodum! ana” diyerek hava atmıştı.
Olayı sonradan duyan Zehni bu durumu İibili ye sorduğun da ondan "gardaşlık
hayvan pazarında rastladığım bir asker
arkadaşımın oyununa geldim, adam meğer alıcının deynekçisiymiş bana içirdiği
iki bardak gööleme rakıyla ayağım yerden kesilmiş çoğu az, azı çok bilmişim
bunu da anama diyemezdim."cevabını almıştı.
Çelikçiliğe karar veren iki arkadaş bu
işi yapanların köyde peşlerinde
geziyorlar, güya onlara belli etmeden akılları sıra “ bizim sarı inek
kaç lira eder veya sen şu danayı bize
kaça satarsın?” diye sorular sormak suretiyle onlardan ticari bilgiler
sızdırma yolunu denemişler, bu da onların on-on beş gününü almıştı.
Bozlapa'ya vardıklarında camiden öğlen
ezanı duyuluyordu. Günlerden Cuma idi, cemaatle beraber namazı kıldıktan sonra
ibilli’nin Halil emmi kızının evine misafir oldular. Hoş-beşti, karın doyurmaydı
derken bizimkiler soranlara niyetlerini açıkladılar. Biraz sonra misafir
geldiğini duyan komşuları da yavaş, yavaş
laf dinlemek için eve dolmuşlardı. Çaylar yudumlanırken gelenlerden biri ”İbili
ağa; düğün yapacağım paraya ihtiyacım var, iki dana satmak istiyorum, istersen
ahıra bir bakıver, eğer anlaşırsak bunları sana satayım” dedi.Ahıra girdiklerinde
İbili alıcı, Zehni de meyancı olarak rol almışlardı. İbili’nin konuşmasını adam
anlayamayınca! pazarlığı Zehni yaptı.
Ev sahibi ile vedalaşıp ayrıldılar. Araplı
köyüne doğru yol alırlarken 'iyi bir alışveriş yaptık' düşüncesinden olacak ki
içtikleri cuvaranın tadı bir başka
geliyordu. Araplı köyüne vardıklarında dışarı akşam olmuştu. Bir ağanın odasında
misafir oldular. Ertesi günü Bozlapa'dan aldıkları iki danayı iyi bir karla
satıp yerlerine inek, öküz alarak başka
köyün yolunu tuttular. Alış-verişe çıkalı neredeyse on gün kadar
olmuştu. Evlerine, çocuklarına hasret kalsalar da üç-beş lira kazandıkları için
gözlerinin içi gülüyordu. Geçen süre içerisinde bazen misafir eden çıkmadığından dolayı aç, susuz
kalıp açıkta yattıkları olduysa da tabi ki bu yola çıkan her şeye katlanacaktı.
Artık yavaş yavaş eve dönüş yolculuğu başlamıştı.
Gümüş kümbet köyüne geldiklerinde dışarı akşam olmuştu. İbili’nin Etem emmisinin kızı Hasibe’nin evine misafir
olduklarında diğer misafir edenlerden daha iyi ağırlandılar. Sabah karınlarını
doyurdular, Hasibe’nin ellerine tutuşturduğu çıkıyı aldıktan sonra köyün
içini boydan boya kolaçan ettiler.
Seyfe de bir çeşmenin başında mola verdiklerinde vakit ikindiyi
bulmuştu. Gümüşkümbetten satın aldıkları iki öküzle bir danayı çeşmenin havutun
da suladıktan sonra oradaki bir ağacın altına oturdular. Alışveriş uzadığı için
karınlarını doyuramamışlardı. Açtıkları çıkıda biraz çökelik, yeşil soğan ve
yufka ekmek vardı. Karınlarını bir güzel doyurduktan sonra cuvarayı da
tüttürmeyi ihmal etmediler.
İbili’nin zamanla dişleri çürüdüğü için
yemek yemede zorluk çekiyordu. O yıllarda Kırıkhan'dan gelen kişiler köy köy
dolaşıp kurdukları çadırlarda diş şikayeti olanlara parada anlaşıp diş takarlar,
ucuz olduğundan dolayı köylüler birazda fakirliğin etkisiyle doktora değil de
bu kişileri tercih ederlerdi. İbili’ de yarısı peşin yarısı güze ödemeye diş
taktırmıştı.”Ağzımda koku yapar” düşüncesiyle diş temizliğine çok önem
verirdi. Çeşmeden akan buz gibi suyun soğuğuna aldırış etmeden onları güzelce
yıkarken havutun kenarında yatan öküzün kuyruğuna gözü takıldı. ”Aman dişte kir keş kalmasın" diyerek yatan
öküzün yanına varıp onun kuyruğunu havutta tertemiz yıkadıktan sonra dişleri
onlarla silip temizliyordu. Müzip Zehni nin öküzü ürkütmesiyle huylanıp
yerinden fırlayan öküz kuyruğuna takılan dişlerden habersiz Gümüş kümbetin
yolunu tutmuştu bile…
Kürdün Halil’in odası misafir kabul
etmede Hacı Mustafa’nın uşağının odasından sonra gelirdi. Zehni odaya
girdiğinde vaktin erken olmasına rağmen orası çok kalabalıktı. Sabah işini
bitiren köylü Halil ağanın yüzünün güleç
olmasından dolayı burayı tercih ederlerdi.
Zehni nin selamına karşılık verildikten
sonra “ee anlat bakalım Zehni, yediğiniz, içtiğiniz sizin olsun, çelikçilikten
memnun oldunuz mu?” diye usulen Kürdün Halil sordu. Her şeyi olduğu gibi eksiksiz
anlatan Zehni oradaki konuşmalardan
İbili’nin daha henüz odaya gelmediğini anlayınca oradan ayrılma gereği duydu. Olaya
gülenlerin sesleri arasında müsaade istediğini kimse duymamıştı.
Ogün için İbili’nin bir işi çıkmıştı. Odaya
her zamankinden biraz geç geldi. Taş merdivenleri çıkarken duyduğu gülme sesleri
odaya girmesiyle kesilir gibi olsa da buna bir mana veremedi. Selamına
“Aleykümselam" denildi ki orada bulunanlardan birisi ”Ne o İrbaam ağa sesin niye öyle fireli çıktı” derken
bir diğeri "İbili çenen çenene yapışmış, ağzıyın havasını mı aldılar” bir
başkası da atılıp ”Ne o İbili ağa dişlerim kaybolmasın diye öküzün kuyruğuna mı
bağladın?”diye sorular sorup onunla zekleniyorlardı.
Hazır cevap İbili meseleyi kavramıştı
. Onlara cevabını verecekti ki o anda meraktan çatlayan Zehni sanki hiçbir şeyden
haberi yokmuş da odaya yeni geliyormuşcasına
kapıdan içeriye adımını attığı anda boynunda İbili’nin parmaklarını
hissetti. Neredeyse soluğu kesilecekti.
İbili hışımla “ULA DÜRZÜÜ DİŞLERİMİ
IRADOYA MI VERDİN..?” diye bağırdığında odadaki gülüşmeler ve ona karışan
öksürük sesleri taa Hasan’ın gayfesine kadar geliyordu….