OOO ŞALVARINDA BEK ZORLUYMUŞ! ...
Saçlarının şapkasından çıkan kısımları
darmadağın, yorgunluk ve öfkesinin terleri şakaklarına, oradan da gözlerine
akıyor, acıştırıyor, kirli ve nasırlı yaba gibi elleriyle silmeye çalışsa da biriken yaşlar göz çanaklarını dolduruyor
haliyle önünü görmesine mani oluyordu. Yürürken birkaç sefer yerdeki tümseklere
tökezlese de bereket şansından dolayı yıkılmamıştı. Kaza eseri ola ki yıkılsa
belki sağ eliyle omuzun da tuttuğu bel vücudunun herhangi bir yerine yara
açabilir, çalışmasına yani eve ekmek götürmesine mani olabilirdi.
Kışın yatmaktan ve boş durmaktan dolayı
vücudu hantallaşmış, üstelik cebi de sıfıra çıkmıştı. Mart ayının gelmesi ile
sağ-sola az buçuk işe gitse de eline doğru dürüst para geçmiyordu. Çalışmaya
götüren kimselerde para yoktu ki emeğinin karşılığını alabilsin. “Ben ölüyom
açlıktan, ağam ölüyor açlıktan” misali.Bari adamlar paranın hiç değilse birkaç
lirasını verseler de evinin çay,şeker gibi zaruri ihtiyaçlarını karşılayabilse,
ne mümkün.Gerçi evinde un,bulgur,erişte,mantı gibi buğdaydan yapılan yiyecekler
vardı.Bunun yanında arada sırada hanımı Asiye eline bıçağı aldığı gibi
evlerinin ilerisinde bulunan harman yerinden çıtlık,yemlik,madımak, evelik ,
hardal gibi yemek yapılan otları
toplayıp hiç olmazsa öğünlerde değişiklik yapıyordu.Çarşıya inip somun ekmeği
almalarına gerek yoktu, nede olsa evlerinde yufka ekmek eksik olmuyordu.
Yıllardır fakirliğin çilesiyle
yoğrulmuş fakat “Allah kösengiyi dibine kadar yakacak değil ya, çıkmadık candan
umut kesilmez”in züğürt tesellisiyle avunmayı bilmişti.
İlk evliliğinden iki yıl sonra hanımı
Nürten köylülerinin tabiri ile “Unur ”
denilen tıp diliyle o yıllarda adı konulmayan bir hastalığa yakalanmış geride
bir çocuk bırakarak dünyasını değişmişti. Yaşlı anası çocuğu büyütürken
sokaklarda başı kesik tavuk gibi dolaştığı günün birinde kocası çok önceden
ölen Fati yolunu kesmiş “sen dul, ben dul, Allah buna gayli olmaz, gel ikimiz
evlenelim ” teklifiyle şok olmuştu. Fati o mahalleye yıllar evvel gelin gelmiş
bir köylü kızıydı. Beti - benzi kül renginde, kansızlıktan adım atacak mecalde
değildi. O da hastaydı. Üç yıl sonra Fati gelin arkasında iki yetim bırakarak derdine
dert katmış, gecesi- gündüzü ağıtlarla geçmişti.
Diştir Ahmet in felekten yediği bu kaçıncı
darbeydi bilinmez. Daha Ahmet küçük yaşlarda iken babası askere gitmiş, seferberlikten
sonra gidenler gelmiş ama onu ölü ya da diri gören olmamıştı. Fakirlik dededen babaya,
babadan da kendisine miras kalmış, birde çektiği acılar onu akranlarına göre
daha yaşlı gösterir olmuştu.
Anası Sultan kadın aslen Öz bağlıydı, oğlu
Ahmet ve yetimlerini yanına alarak bindiği iki ödünç eşşekle kardeşinin evinin
yolunu tuttu. Birkaç gün sonra akrabalarının tavsiyesiyle kocası yıllar evvel
evi terk edipte bir daha geri dönmeyen ve kaynanasıyla perme perişan yaşayan
Asiye kadına “Allahın emri ” deyip olurunu aldıktan sonra Kırşehir bağ başı
mahallesindeki evlerine gelin getirmişti.
Yıllar ne çabuk geçiyor, insan
yaşamında durdurulamayan tek şey varsa o da zamandır. Asiye gelin yetimleri
kendinden bilmiş, doğurduğu iki çocuğundan onları hiç ayırt etmemişti. Fakirlik
geldiği yerde de yabancısı olduğu bir şey değildi. O yüzden bunu kendisine dert
etmiyordu. Arada-sırada komşularıyla beraber şehrin zenginlerinin evlerinin
temizliğine, bazen kerme kesmeye, yapma yapmaya, ekmek etmeye gidiyor evinin
bütçesine katkıda bulunuyordu. Asiye kadın bu eve gelin geleli evin çehresi değişmiş,
bal döksen yalanır duruma gelmişti. Temiz biri olmasına rağmen bir o kadar da
titizdi. Çocuklarının ve kocasının üstü - başı tozlu, çamurlu, kirli olursa mümkün değil temizletmeden içeri
alamazdı. Temizlik adeta onda bir hastalık halini almıştı.
Diştir Ahmet baharın gelmesiyle sağda,
solda ufak- tefek yevmiye li işlerle uğraşırken bir ağanın kapısında yirmi gün
kadar çalışılabilecek kazma kürek işi bulmuştu. Ahmet bu işlerle uğraşırken
mahallenin hayvan sahipleri kendisinden ses –seda çıkmayınca yerine bir
başkasını çoban tutmuşlar, yıllardır işleyen gelenek tersine dönmüştü. Olayı
duyan Ahmet i derin düşünceler sardı. Fırsat elden kaçmıştı, her yıl hayvan
sahiplerinin günlük heybesine koydukları azığın birazını yer gerisini de çocuklarına
getirirdi… Artık böyle olmayacaktı. Önceleri buna fazla üzülse de bağ-bahçe
işlerinin açılmasıyla biraz ferahlar gibi oldu. Beli omuz una aldığında bunları
düşünecek vakti bile olmuyordu. Evlerinin olduğu kesim adından belli olduğu
gibi bağlık, bahçelikti. İş gördürecekler her gün sabahın erken saatinde
kapısını dövüyorlardı. Bağ-bahçe sahipleri “aman tavı geçmeden Ahmet bellemeyi
bitir” diye yalvarırken iş bitimi sıra paraya gelince kimse o gözeye basmıyor,
bu duruma da ister istemez Ahmet in canı sıkılıyor, öfkesini ertesi gün gittiği
bağın toprağından alıyor, neredeyse belin dipciğini kırası geliyordu. Beli
toprağa sallarken kendi kendine “ben züğürt, bahçe sahibi züğürt, ne yiyip ne
içecek bunca horanta ”diye iç geçirdiği
oluyordu.
Akşam olunca yorgun, argın evine döndü.
Karısı bahçe kapısını açarak güler yüzle onu içeri aldı. Ahmet kirli,
terli şapkasını bir kenara koyduktan sonra başını, elini, yüzünü hanımın
ibrikten döktüğü su ile güzelce yıkadı. Gözlerindeki acışma nisbeten geçmiş,
saçı-sakalı birbirine karışsa da eline, yüzüne adeta nur gelmişti. Evin
kapısından içeri tam girecekti ki karısının duur emriyle irkildi. “Önce şu
şalvarı bacağından çıkarıp balkonun direğindeki çiviye as, sonra içeri gir, bilirsin
bu odaya kimseyi kiriyle, pasıyla koymam… Haa bak yine ayaklarını yıkamayı
unuttun…”
Diştir Ahmet denileni yapmak zorundaydı,
geçim bunu gerektiriyordu. Üç kuruşu bir araya getirip bacağına bir şalvar, hanımına
ve çocuklarına doğru dürüst giyecek alamıyor, zenginlerin evine getirdiği
eskileri de görmemezlikten geliyordu. Bu şalvardan başka bacağına geçirecek
başka bir giyeceği yoktu. Düğünde, bayramda, ölüde, diride, işte ve güçte hep
bu yıkanmaktan dolayı kırk renge bürünmüş şalvarı giyiyordu.
Diştir Ahmet büyük bir titizlikle
şalvarı direğin çivisine astıktan sonra hanımı önde kendisi arkada önceden
kurulan yer sofrasına oturdular. Çocuklar onları beklemekten acıktıkları için
annelerinin kızmalarına aldırış etmeden neredeyse yarı karın olmuşlardı. Diştir
Ahmet yavan soğan yiyecekleri yarı
iştahla atıştırırken bir yandan da gözlerinden akan yorgunluğun verdiği uykuyu
bertaraf etmeye çalışıyordu.
Kafasını yastığa koyduğunu dahi
hatırlamıyordu. Sabahın hiç acıması yok muydu. Yatağa gireli beş dakika oldu
sanıyordu çil horozun sesini duyduğunda. Yatağından güçlükle kalktıktan sonra
bir elini gömleğinin koluna sokarken diğer eliyle de gözlerini üfeliyordu.
Odadan dışarı çıkıp aceleyle balkonda ki direkte asılı duran şalvarı bacağına
geçirip yalandan elini-yüzünü yıkadıktan sonra beli omuzladığı gibi bağı
bellenecek adamın evinin yolunu tuttu. Bağ belletecek adam adet gereği ırgatlara
usulen sabah kahvaltısı verir ondan sonra bağa gidilirdi.
Diştir Ahmet in esnemesi yolda
yürürken halen kesilmemişti. Yolun biraz ilerisinde bakkal Sarı Recep sabah
erken dükkanını açmış, başına toplanan
birkaç eli boş tayfasıyla yarenlik ediyor, bir yandan da gözüne kestirip
zekleneceği aciz-zavallı kişileri göz ucuyla araştırıyordu. Diştir Ahmet Sarı
Recebin kapıda durmasından pek hoşnut olmadı. Kedisine biraz borcu vardı.
Mahalleliden bir türlü çalıştığının karşılığını alamıyordu ki ona olan borcunu
ödesin. Artık yolunu da değiştiremezdi. Oradan geçmek zorundaydı, borcun
ezikliğiyle geçerken orada bulunanlara usulen bir selam verdi. Recebin ve
oradakilerin selamını alıp almadıkları kulağına bile girmemişti. Onların tam
önünden bir adım geçmişti ki “ OOO Ahmet çavuş; şalvarında bek zorluymuş,
yenimi diktirdin, vallaha bek tavatırımış, seyrekliğinden bacağındaki kıllar
sayılıyor da ” diyen Sarı Recebin yarı
alaycı sesiyle bir den durakladı. Giydiği şalvarın nesi vardı da bu densiz adam
niye böyle kinayeli konuşmuştu. Recep yoksul birisi değildi, nede olsa elinde
avucunda vardı, daha iyisini mahallede
herkesten en çok o giyerdi, durduk yerde selamını almadan şalvarının üstünde
niye bu kadar durmuştu. Kendi kendisine cevapsız sorularla beynini bir süre
yorduktan sonra başını usulen aşağı eğmesiyle gerçeği görmesi bir oldu. Bir gün
önce bağını bellediği adam “ dışarı ikindi oldu, ameleler acıkmış olabilir ”
düşüncesiyle hanımına sabahtan hazırlatmış olduğu içi helvalı dürümlerden
ameleler dağıtmış, dürümün yarısını yiyen Ahmet kalan kısmını da şalvarının
cebine “çocuklar yesinler” diye koymuş, evine geldiğinde hanımının baskısından
dürümü oradan almayı unutmuştu.
Diştir Ahmet in çobanlık yaptığından
dolayı evinde iri kıyım zorlu gır eşşeği, bunun yanında boğazı tortlu zolloo
bir köpeği vardı. Avlunun içinde başıboş dolaşan köpek cepteki ekmeğin kokusunu
almış olacak ki sabaha kadar onu oradan alacağım diye koca dişleriyle direkte
asılı olan şalvarı lime-lime etmiş, işe yetişme telaşında olan ve mahmur
gözlerinden uyku akan Diştir Ahmet giyerken bunu fark etmemişti.
Diştir Ahmet Sarı Recebin karşısında
ezildi, büzüldü, utandı ama yapacak bir şeyi yoktu, olan olmuştu. Olanları
Recebe açıklayacak olsa buda zaman alacak, işine yetişemeyecek haliyle
yövmiyesinden olacaktı. Oradan ayrılmak için adımını atmıştı ki karşısında
birden Düşeş İsmail ağa belirmesin mi, İsmail ağa Sarı Recebin dayısıydı. Sabah
erken evden cıkmış “şöyle etrafı bir kolaçan edeyim ” diye yolda ağır-ağır
yürürken bakkalın önündeki insanları görünce meraklanmış, ne kadar acele etse
de ancak işin sonuna yetişebilmişti. Düşeş İsmail köyünde zengin birisiydi
sonradan şehre taşınmış kenar semtlerden bir ev almış, aynı köyündeki gibi
çiftçilik ve hayvancılıkla geçiniyordu. Huylu huyundan vazgeçer mi aynı
köyündeki gibi şehirde de ayağı zamanla yer tuttuktan sonra fakir ve aciz,
zavallı kişilerle dalga geçer olmuştu. Bu yüzden köyünde olduğu gibi şehirde de
seveni pek seveni yoktu. O da yiyeni Recep gibi Ahmet in şalvarını görmekte
gecikmedi. Usulen sakalını karıştırırken Ahmet ile nasıl zekleneceğinin
düşüncesi içerisindeydi. “Maşallah, maşallah Ahmet efen di; hayırlı olsun, hayırlı
olsun, daha biz böylesine zengin olmamıza rağmen henüz giyemedik, yavrum bu
şalvar yenimi moda olmuş, kime diktirdin, kaça diktirdin ” gibi muzip sorular sorarken karşısındaki
kişiyi yerin dibine sokmaya ve bundan zevk almaya çalışıyordu.
Ahmet in sinirden eli ayağı titrerken
yüzü mosmor olmuştu. Kafasını bir oyana, bir bu yana çevirdi. Çenesini sıktıkça
tekleme eğri-büğrü dişlerinin gıcırtısı ağzı kapalı olmasa etrafı titretirdi.
Bir şey diyecek oldu. Yutkundu. Sonra bundan vazgeçti. Fakir zengine daima
gebeydi. Bir şey diyecek olsa İsmail ağa bir daha asla onu yövmiyeci, çoban,
ırgat, amele, tırpancı gibi işler de çalıştırmaz bu yüzdende ekmeğinden olurdu.
Diştir Ahmet sabredip başını yere
eğdi. Kaderine küstü. İçinden “mağrurlanma ağam senden büyük Allah var” ı
geçirirken “sağ ol İsmail ağa boş bir zamanımda sana terzinin yerini gösteririm
” deyip oradan ayrılırken gözlerinden boşalanları kolunun yenine çalışıyordu.