Ruhun mizacındaki tek tanığı buyur ettim salonuna hayat denen sarmalın, ökçelerinde kan, yüreği talan ve debdebeli bir hüznü buyur etti Tanrı.

 

Sonramı kayıt altına alan bir güncede saklı tuttuğum parmak izim ve tek dokunuşumla açılan mabedimin kapısı.

 

Bir aşkı buyur ettim bir de hüznü. Akça pakça duvarların bile tebessüme ihtiyaç duyduğu bir masal tadında olmasını dilediğim sonramdan önceme tevekkül babında o gizli geçitte savrulduğum nasıl da aşikâr.

 

Aklımı mimleyen bir evren aslında dar geçitlerde artan bir hız ile son resmi geçidi yapan bir ömrün de mimarı.

 

Dokunaklı hecelerden kaçıp yakalandığım sakil imgeler ve hepten başımı derde sokan bir aşkın da kahramanı.

 

Zanların zamirlere denk düştüğü hele ki benlik bir tufandan sonsuzluğa iz düşümü yine çehremde kanayan bir yara kadar sıra dışı bir öfke ile boğazıma sarılan kanlı lehçeler.

 

Aşk bildiğim her an’ı.

 

Son bildiğim geceyi uğurlayıp da başlamak adına yeni bir hayata aklım sıra. Akıl fukarası kimliğin de hicvi saklıymış madem ve mademki hayat geçit vermiyormuş mutluluğa… deme kaygımı ve kaydımı geri çekme hakkımı da kullanmadığım.

 

Gülme özürlü hangi şaibeli şiirse yazdığım.

 

Sevme özürlü ne çok yürek haznesi denk düştüğüm.

 

Sevmelerin kısıtlı zikrinde aslında üç beş faninin sulh bildiği yalanlara inanmak nasıl ki akla zarar…

 

Öbek öbek hüznü boyasam da rahmetini ne aşkın ne de elemin nasıl yadsıyabilirim?

 

Geçit vermeyen değil de geçmekten imtina eden bir faniden öte değilken.

 

Geçtim kendimden son zamanlarda ama geçemediğim o kadar çok yaka var ki. Bağdaş kurduğum semtlerinde yüreğin bir de sevdalısı olduğum Şehr-i İstanbul bile lanetli bir gölgeyle lekelenmişken.

 

Sevgi müptelası insan ırkının göz bebeği iken zulüm ve ölüm, asla hayıflanmıyorum belki de kendime yettiğimi belgelediğim her günün mimarı Yaratan tarafından kayırıldığımı bilmek adına içimdeki dinginlik.

 

Şehla gözlerine günün bakıyorum ve bakıyorum da… ardı arkası kesilmeyen lanetine gerçeklerin dokunan bir kılavuz öncülüğünde bu kez sadece kendim için değil tüm mazlumlar için yalvarıyorum Yaratıcıya.

 

Gün geçmiyor ki bir çocuk erkenden kavuşuyor Allah’ına üstelik ne büyüdüğü ne de büyüttüğü umutları solar solmaz bir de nidalar yükseliyor ölü evlerinden.

 

Gıptayla baktığım hayat ya da gıybete dönüşmüş harcı âlem ve yeknesak bir dokunuş yine sevme özürlü ve kindar nicesinin tevafuk demeyi bile bilmeden dokunduğu yaralar.

 

Saklımda ya da solumda aslında içimin dışına çıktığı bir yolculuk. Kambersiz düğün misali yine olmazsa olmazım bir hutbe tadında dokunmak önce hayata sonra beyaz sayfaya belki de her gün giydiğim kefenim sandım ki gelinlik kadar coşkulu bir temasla bütünlenecek bedenim ve ruhum ne zamanki kalemle meşk eylesem.

 

Hacminde boyutsuzluğun bir de öncemden an’a yüklediğim hatta günbegün bin bir özenle derlerken duygularıma atıfta bulunulan nice hiciv ile hüznün tetiklendiği.

 

Kıblemdeki ay.

 

Yürekteki Huda.

 

Solumdaki yangın.

 

Sağımda rahmet.

 

Ellerim ise hep sıcak.

 

Tek soğuk olan dünyanın derdini taşıyan bunca insanın mutluluk pozu verip de birbirini yanılttığı hatta ölümüne zehirlediği.

 

Yalanlarla avutulan nicesi oysaki kanmayan İlahi Güç.

 

Zuhur eden onca teselliden nasiplenip de tecelli eden rahmeti kucaklamak ise bizlerin asli görevi.

 

Günü öldürmeyi nasıl seviyorsam ve nasıl ki gecede huzur buluyorsam.

 

Demlendiğim kadar yazdığım aslında duyup da inanmaktan imtina ettiğim nice acı yine pay edilene rağbet edip benim de acılarına ortak olduğum bir dünya insan.

 

Tanınmazlığın şeceresinde aslında kayıtların yolsuzluğu ile mutlu selfielerle bütünleşen teknolojik bağımsızlığımız sözüm ona oysaki bilim kadar içeriği geniş bu hazinenin bir bir ölüm sunduğu.

 

Kanıksamaksa düşen payıma… asla!

 

Zan altında kalmaksa. Ne mümkün!

 

Üzünçleri yükleyip kederlendiğim kadar sorgulandığım bir hayatsa payıma düşen… Ne gam!

 

Bir terennüme odaklı aslında hayal adamda gerçekleri bir bir nakşedip dökümünü çıkarttığım ömür ve insan denen gerçek.

 

Ve biz gerçekleri unutup uyutulmayı seçmişken.

 

Çocuklar ise aklımı da ruhuma da en çok kurcalayan bazen dönüp de daha da kurcaladığım mazinin kayıp anahtarını buluyorum düşünürken ve yazarken. Mutlu çocuklarmışız her birimiz ve mutlu yetişkinler olma hakkımı da kullanmak istemiyorum son zamanlarda.

 

Ben gülmeyi lav ettim çünkü her gülüşümde bir çocuğun ya öldüğü ya da cinsel istismara uğradığı haberini alıp gülüşümü lanetliyorum.

 

Melekler bile yazmaya ve ağlamaya yetişemezken asla da umurumda değil mutlak bir mutluluk kaygısı.

 

Zehir zemberek hayatın hangi koridorlarında kaybolduysa bunca çocuk ve zaman geçmiyor ki yeni çocuk ölümleri ve kayıpları ve cinsel istismarlar gündeme bomba gibi düşmesin… tensiye ediyorum zira gündeme bomba gibi düşen nice haberden sonra bilmem kaçıncı sıraya denk düşüyor bu üçüncü sayfa haberleri…demekten bile utanırken ötesinde az çok tozunu yuttuğum öğretmenlik mesleğinin kıvancını düşünüp de ve çocuklarımızı teslim ettiğimiz bazı kendini bilmez insanların kendinde nasıl oluyor da hak gördüklerine tanık oluyoruz yine kaç çocuk daha bir şekilde tacize uğramışken.

 

Mutlu olma hakkımı yok sayıyorum oysaki mutlu çocuklardık biz.

 

Şimdilerin mutsuz çocukları ilerde nasıl bir ruh halinde olacaktır, sorusunu değil düşünmek hafızamdan silmek istiyorum.

 

Çalınan mutluluk.

 

Çalınan masumiyet.

 

Çalınan saflığı yine çocuk gülüşlerin.

 

Sayısız kayda geçen vaka aslında kayda geçmeyen sair vaka sonra da ufkumuzu geniş ve pembe tutup hangi gerekçeyi sunacağız o sübyanlara?

 

Anne baba olmanın ötesinde koruyucu ve bilinçli yetişkinler olma gerekçemiz ile… mutluluk nerede saklı ise o zaman gidip hep beraber mutlu olalım.

 

Kul hakkı.

 

Komşu hakkı.

 

Sevgiye dair müstesna dinimiz ve ülkülerimiz ve benliğimiz ve geleceğimiz çocuklar…

 

Görüp göreceğimiz başka ne kaldı ki?

 

Unutulan.

 

Uyutulan bir toplum.

 

Ve mutluluk masalları yazdığımız sahte yüzlerimiz ile sahici yoksunluğumuz nasıl ki örtüşmüyorsa.

 

Gün görmemiş aslında hiç var olmamış olmayı dilemek belki de ufku geniş tutan ve patavatsız gerekçelerle birbirimizden rol çaldığımız bir o kadar yüksünüp yine birbirimize öykündüğümüz.

 

Bireysel kaygılarımızdan sıyrılıp aslında tamah etmeden yalanlara ve nefsimize ve gerekçelerimizi yok sayıp bilinçli insanlar olarak…

 

Kim ödeyecek bunca diyeti?

 

Çocuklar sadece ailenin değil ülkenin ve toplumun da gerçeği ve geleceği ve asla da geçiştiremeyeceğimiz sorumluluklarımız ile var olmaya ve korunmaya muhtaç.

 

Mutlu çocuklar görmek istiyorum, istiyoruz.

 

Ruhlarına ve bedenlerine asla dokunmadan ki kimsenin bunu ne bir çocuğa ne bir insana ne de bir canlıya yapma hakkı var ve kirlenmeden vicdanlar ve geç kalınmadan… geleceğin resmi ve vicdanlarımızın huzuru yine onlara emanet ve yine onların mutluluğuna ve geleceğine delalet.

 

 

( Dokunmayın Çocuklara! başlıklı yazı GÜLÜMM tarafından 13.11.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.