DAĞDA SİMİT SATILIR MI?
Doğduğum andan, orta okulu bitirdiğim
1973 yılına kadar davar çobanlığı yaptım. İlçemiz Bucak’ın hemen kuzeyindeki
Hökez dağında 150-200 civarında davar sürümüz olurdu. Mevsimine göre değişik
yurtlara çadır veya çardak türü ikametgah yerleri kurar, özellikle bahar ve
yazları bilfiil davarlarımızın başında dururduk.
Ekim ayında damızlık
tekelerimiz tarafından tohumlanan keçilerimiz, mart ayında yavrulamaya
başlarlardı. Yeni doğan oğlakları toplama sürecine “döl alma zamanı” derdik.
Oğlaklar henüz doğmadan, onlar için kuzuluklar yapılırdı. Üşümesinler ve
geceleri rahat uyusunlar diye.
Döl alma süreci çobanlar
için oldukça zorlu geçen bir dönemdi. Zira doğuracak olan anne keçi, doğurma
zamanı yaklaşınca, sürüden ayrılarak kendisine tenha bir yer aramaya başlardı. Onun
mutlaka takip edilmesi ve doğumuna yardımcı olunması gerekirdi. Zira yalnız
başına doğuran anne keçi için hem kendisi, hem de yavrusu için çeşitli
tehlikeler mevcuttu. Özellikle aç tilkiler, yavru anne rahminden daha düşmeden
yarısı çıktığında alıp kaçma konusunda çok mahirdiler.
Anne keçi kendi kendine
doğurup, yavrusunu yalayıp kurutarak, emzirip arkasına düşürüp hoplaya zıplaya
sürüye dahil olabildiyse; bu durum çoban için büyük bir zevk ve şans olurdu.
Ama hiçbir çoban bu riski bilerek göze alamazdı. Aksine, arkası kanlı ve
caralı, yavrusunu kaptırmış, feryad-ı figanlar çıkararak sürüyü birbirine katan
bir anne keçinin üzüntüsüne hiçbir çoban dayanamazdı.
Bütün yavrular güzeldir
ama, yeni doğmuş bir oğlak, kuzu ve buzağının güzelliğini ben başka hiçbir yavruda
görmedim. Onları kucağına alarak, öpmek, koklamak, sevmek, annesinin
tedirginlik nazlanışını seyretmek, dünyanın en güzel aktiviteleri arasındaydı.
Ben bunları yaşadığım için kendimi çok şanslı görüyorum.
Yavrulara annenin bütün
sütü içirilmezdi. Öğleden sonraya kadar annelerle yavrular ayrı ayrı yerlerde
güdülür ve emişmelerine izin verilmezdi. Öğleden sonra anneler bir ağıla
kapatılıp tek tek sağılarak serbest kaldıklarında oğlaklar uzaktan getirilir ve
kavuşmaları sağlanırdı.
İşte o an var ya…
Rabbimin ancak çobanlara nasip ettiği, görsel bir şölendir. Bütün oğlaklar
meleşerek, yine meleyen annelere doğru bütün hızlarıyla hoplaya zıplaya
koşarlar. Bir kısmı o kargaşalıkta ilk denemede annelerini bulurlar ve hemen
emmeye başlarlar. Bir kısmı önüne gelen ilk annenin memesine yapışır ama, anne
kokusunu alır almaz yabancı olduğunu anlar ve onu itekler. Yaklaşık yüzde 50
oğlak için bu yanılma doğaldır. Ama en geç 30 saniye içerisinde bütün yavrular
öz annelerinin memelerinden süt içmeye başlamaktadırlar.
Zaten az bir süt
kalmıştır. Anne onu yavrusuna içirdikten sonra, memesinin çok fazla
incitilmesine müsaade etmez ve yavruyu memesinden uzaklaştırır. O gün hava
kararana kadar annelerle yavrular birlikte suya giderler, yayılırlar ve hoşça
vakit geçirirler. Hava kararmaya başlamadan her akşamki gibi yavrular
annelerinden seçilirler. Bu işlem çok zor gibi görünse de, kısa bir süre sonra
10 yaşındaki bir çocuk dahi bu işlemi rahatlıkla yapabilir.
Ertesi gün sağım zamanı
olan öğleden sonraya kadar annelerle yavrular ayrı güdülür.
Sabah ezanları
okunmadan merhum anacığım beni bin bir güçlükle uyandırır ve oğlakların ağılını
açmak ve onları gütmek için gönderirdi. Gün ağarmadan yavruların ağıllarından
çıkarılıp güdülmeye başlanması gerekirdi. Aksi takdirde hem acıktıkları için
hakları olur, hem de bağırarak kıyameti koparırlardı. Temmuz güneşi cayır cayır
yakar, Hökez’de bir ağaç gölgesi yok, bir gram su yok. O günlerdeki susuzluğum
ve güneşde yanmışlığım, dün gibi hala aklımdadır.
Şansımıza yeni yağmur yağmışsa
kazan ve tencere büyüklüğündeki “gaklık” adını verdiğimiz kaya oyuklarına
biriken suları bir hafta on gün süre ile içebilirdik. Tabi yalnızca biz
çobanlar değil, yılan, çekirge, serçe, tilki, böcekler, mallar ve daha bir çok
ortaklarımızla birlikte.
Hökez’de davar
güderken, Bucak’a tepeden bakma şansımız olurdu. Eski sanayinin demir ve çekiç
sesleri, at arabalarının sesleri, kamyonların gürültüleri, bir de toplam olarak
şehrin seçilemeyen gürültüsü, dağın eteklerinden başlayarak, dalga dalga bize
doğru gelirdi.
Bu gün dahi aklımdan
hiç çıkmayan bir ses vardı ki, en net bir şekilde onu duyabilirdim. İlçemizin
tek yazlık sinemasının (Saltoğlu sineması), külüstür bir aracı yanlarına o
günkü oynatılacak olan filmin afişini asarak, ikindiden itibaren hava kararana
kadar İlçenin her bir cadde ve sokağını ziyaret ederek canlı anons yapardı: “Sevgili
sinema severler, bu akşam Salt oğlu sinemasında sezonun en güzel filmi sizlerle
birlikte olacak. Ezo gelin. Ezo Gelin. Ezo Gelin. Başrollerde Fatma Girik ve Cüneyt
Arkın”.
Ben her gün hangi
filmin oynayacağını taaa dağdan en net şekilde duyardım ama, sinemaya
gidebilmem çok sınırlıydı. Kutsal görevimden dolayı.
Bir gün sabah erkenden şafakla
Bucak manzaralı Hökez’de oğlak güdüyorum. Bucak’tan bir simitçinin sesi adeta
gökleri yırtarak bana kadar net bir şekilde geliyor. Çocukluk işte, yalnızlıktan
veya boşluktan olacak herhalde. Simitçi: “taze gevrek simiiiiiiiiit” diye
bağırıyor. Arkasından ben de bağırarak, aynı ses tonuyla tüm sözleri
tekrarlıyorum. Bu durum epeyce devam etti. Tabi beni kimsenin duyma şansı yok,
ben bundan eminim zannediyordum ki….
Ertesi gün İbrahim abim:
“Ya dün dangalağın biri Hökez’in tepesinde resmen simit satıyordu, bir anlam
veremedim” demesin mi!!! O bendim demek mümkün mü. Yutkundum, yutkundum, “Allah
Allah, kimdi ki acaba” diyebildim…
Selam, sevgi ve
dualarımla… Allah’a (cc) emanet olunuz…
17 Ekim 2017 Saat:
15.00. Antalya.
Yrd.Doç.Dr. Süleyman
COŞKUNER
Kaliteli Yaşam Uzmanı