Yöremizde çapa sezonu başladı. Köyün biraz
uzağında bulunan Sultan kadının mısır ekili tarlasında da çapa zamanı geldi.
Mısırlar büyüdü. Çevrelerini yabani otlar sardı. Mayıs ortaları. Güneş, Koyunlu
Köyü’nün tepelerinden kendini nihayet gösterdi. Altın ışınlarını cömertçe
gönderiyor dağların hemen eteklerinde kurulu köylere. Arpa, buğday tarlarında
ekinler iyice boy attı. Çayırlar yeşile kesti, çimenler uzadı, cümle düzlükler
bin bir renk çiçeklerle bezendi. Havada sarı, mavi kelebekler uçuşuyor. Arılar
çiçekten çiçeğe konuyor. Tarlaların bitiminde başlayan gür ağaçlı ormandan
guguk kuşunun sesi duyuluyordu.
Köy tipik dağ köyü. Rakım
yüksek. İlkbahar, en erken mart sonlarında geldim diyebiliyor. Çapalara ancak
mayıs ayın sonlarında bismillah deniliyor. Henüz ömrünün baharında taze, ince
belli, gül yanaklı Bahtışen kız, sabah erkenden çapasıyla işbaşı yaptı. Tek
başına çalışmaktadır. Çalışkanlığını bugün de yine tarlada sergileyecek. Annesi
evdeki sabah işlerini tamamlayıp tarlaya gelinceye kadar görenlerin takdir
edeceği kadar iş yapmalı.
Anne Sultan Hanım, bir elinde
çapa diğer elinde kızıyla yapacağı kahvaltı için çıkınıyla nihayet tarlaya
gelebildi. Ev işlerini ancak bitirip hemencecik tarlanın yolunu tutmuştu. Ne
yapsın zavallı kadın! Gülmedi yüzü bir türlü! Evinin direği kendisini yalnız bırakmıştı.
Eşinin ikinci karısıydı. Dağların arkasındaki Rusya hududuna yakın bir köyden
gelin gelmişti bu köye. Güzel bir kız olmasına karşın; doğup büyüdüğü köyünden ve
komşu köylerden bir talibi çıkmadı. Ancak otuzlu yaşlarında kendisinden hayli
yaşlı, yad ellerde bir adamla evlendi.
Kocasıyla mutlu ve güzel yıllar yaşadı. Dar
gelirli bir adamdı eşi. Fazla arazileri yoktu. Yine de ele güne muhtaç olmadan
yaşayıp gittiler. Sultan kadının yüzüne talih bir türlü gülmedi bu yer
karasında. Evliliğinin daha dokuzuncu yılında eşini kaybetti. Geride, Bahtışen
adlı kızı ve İsmail adlı erkek çocuğuyla tek başına kaldı.
Ölenle ölünmüyor. Sultan kadın
dul kaldı diye dünyanın dönmesi sona erecek, yaşam bitecek diye bir durum
olmadı. Ağlamak, sızlanmak elbet para etmedi. Giden geri dönmüyor! Zaman her
şeyin acı ilacı! Daha kırklı yaşlara ulaşamadan dul kalan Sultan kadın eşinden
kendisine yadigâr kalan çocuklarının üzerine bir kartal gibi kol kanat gerdi. Evlenme
tekliflerini geri çevirdi. Tarlada, çayırda işlerin başında erkek oldu. Sabana
sarıldı, tırpanla çayır biçti. Kimseye minnet etmedi. Ev içinde de maharetli
bir kadındı.
Mısırların boy attığı, çapa
yapma zamanının geldiği bu gün de ev işlerini erkenden bitirip kızının yanına
geldi. Geç kalmamalıydı! Kimselere muhtaç olmadan gerekli buğday, mısır, soğan,
patates benzeri… ihtiyaçlarını temin etme kaygısından öte yeni sorunlar
çıkıyordu ortaya. Bahtışen, bahçelerindeki erik fidanı gibi boy atmış, alımlı
bir kız olmuştu. Ergen kızı yalnız başına tarlada, bağda, belde uzun süre
bırakmak olmazdı! Köy köpeksiz olmaz! Köyün iti var kopuğu var!
Bir telaşla kızının yanına vardı.
Bahtışen, her zamanki gibi harıl harıl çalışıyordu. Hayli de yer çapalamıştı.
Yanı başında aniden annesini görünce birden heyecanlandı:
“Aşk olsun ana! Sessizce
yanımda bitiverdin! Seni bir anda görünce tanıyamadım. Dona kaldım! Yorgunluk
ve güneş gözlerimin ferini almış. Bu gelen yabancı mı diye içim ürperdi!”
“Aferin kızım! Genç bir kız hep
tetikte olmalı! Korkacak bir durum yok. Yanındayım. Gel, karnımızı doyuralım.
Koskocaman mısır tarlası bizi bekliyor.”
Anne ve kız köylerine giden
yolun kenarındaki pınarın başında kahvaltıya oturdular. Bahtışen’in yorgunluk
ve sıcağın etkisiyle zaten kudretten al al olan yanakları daha bir allanmıştı.
Hızlı hızlı soluklanırken artık başkaldıran göğüsleri iyice hissediliyordu dar
entarisinin altında. Kahvaltıyı yarılamışlardı. Köprülü Köyü tarafından gelen
bir atlı yaklaştı yanlarına. Atlı, deli lakaplı ormancı Ahmet’ten başkası
değildi.
İki kadını hele de yalnız görünce
destursuzca yanlarına yaklaştı! Atından çevik bir hareketle iniverdi. Kırk
yıllık ahbap gibi konuşmaya başladı. Kadınlarla konuşmaktan farklı bir zevk
alırdı!
“Bereketli olsun hanımlar. Çam
ağacının serin gölgesinde, soğuk subaşında kahvaltı yapmak güzel olsa gerek…”
Sözlerini fazla sürdüremedi! Bahtışen’le göz göze geldi. Nerede olduğunu bir
anda unutuverdi. Gönlü bir anda coşkun çaylar örneği hızla coşuverdi… Söze
dökemediği iç sesiyle konuşmaya başladı:
‘Aman Allah’ım, bu ne güzellik… Gözlerinin
rengini berrak sularıyla akan köyünün yeşil derelerden mi almış! Ya o kumral
upuzun saçlar; giysisine isyan eden göğüslerinin üzerinden bağdaş kurup oturmuş
dizlerine kadar uzanmış. Of offf! Haziran sonlarında iyice kızaran kirazlardan
daha kırmızı yanaklar ve dudaklar…’
Ormancının aklı başından
uçuverdi. Gözlerini henüz on altı bahar görmüş tazeden ayıramıyordu.
Tuhaftır! Yabancı erkeklerle konuşmaktan
hele hele göz göze gelmekten Utanan Bahtışen de kısa sürede olsa; genç,
sağlıklı bu esmer tenli adamın bakışlarına bigâne kalmadı. İçinde bir şeyler
kıpırdadı… Al yanakları daha da allaştı. Hızlı hızlı soluk almaya başladı.
Ormancının dili iyice açıldı. Erkek
bülbüller örneği ötmeye başladı. Aklına ne gelirse anlattı. Kadınların yanından
ayrılmak işine gelmiyordu!
Sultan Hanım ormancıyı
tanıyordu. Onu yemeğe davet etti. Zaten kırda olsun evde olsun her kim olursa
olsun yemek yerken sofraya yaklaşanı yemeğe davet etmek adettendir köylerimizde.
Hele de bu kişi ormancı olunca akan sular durur.
Ormancılar, kırklı, ellili,
altmışlı yıllarda orman köylerinin taçsız kralıydılar! Köylü fakir, beş kuruşa
muhtaç çoğu kez. Konuttur, samanlıktır, ahırdır ve de yakacak gereksinimi
sürekli orman ürünlerinden sağlanıyor. Bu gereksinimleri normal yollarla orman
idaresinden elde etmenin hiç olanağı yok. Ormanlar yetersiz. Fakat köylünün de
bir biçimde gereksinimlerinin karşılanması zorunlu. İşte bu durumda bütün
yollar ormancıların kapısının önünden geçerdi. Ormancıları gücendirmek köylünün
işine gelmezdi.
Sultan kadın da deli Ahmet’e iyi davrandı.
Anlatılarına icabet etti. Sorularına yanıt verdi. Karşısında ormancı değilde başka erkek olsaydı
onun sözlerini dinlemezdi bile. Dul bir kadın çevre duvarı olmayan eve benzer.
Erkeklerle uzun sohbet etmesi hoş karşılanmaz. Hele de köy yerinde!..
Ormancı Deli Ahmet, uzun uzun
şakıdıktan sonra atına atladı. Hayvanını köye doğru sürdü. İkamet ettiği eve
varınca doğru yatak odasına çekildi. Divana sırt üstü yatıp düşünmeye başladı.
İlk kez görüp güzelliğine hayran olduğu kızı aklından bir türlü çıkaramıyordu.
Neydi o kahredici güzellik,
yakıcı kaçamak bakışlar, kiraz dudaklar… Nasıl olurdu böylesi bir fidanı
şimdiye kadar tesadüf etmemesi! Oysa bir yıla yakın bir süredir bu köyde görev
yapıyordu. Çalıştığı her köyde kendi meşrebince kadınları ve güzel kızları bir
bir tanırdı. Hovardalıkta eline kimse su dökemezdi!
Mutlu değildi. Ormancı arkadaşlarına
dert yanardı zaman zaman:
“Evdekinden hiç güler yüz
görmedim. Sürekli hasta olduğunu söyler. Olaylara karamsar yaklaşır! Buz gibi
bir kadındır! Evlendiğim zaman göreve başlamamıştım. Zaten görücü usulü ile
evlendim. Bu yüzdendir belki gözümün dışarlarda olması!”
Ormancımızın kafasının içinde
cin fikirler arka arkaya sıralanmaya başladı: ‘İnsan dünyaya bir kere gelir. Ve
talih kuşu bir kez konar Âdemoğullarının başına. Hayatımı yaşamalıyım! İşim zor
sayılmaz. Kuşu yuvadan koparmakta önüme fazla engel çıkmaz. Kızın koruyucusu
olarak sadece annesi var. Bu güzel kızı Allah benim için yaratmış. Elimi çabuk
tutmalıyım. Tez elden evdekine yol vermeliyim!
Otuz iki yaşındayım henüz. Bu güzel yavru ile evlenmek niçin hakkım
olmasın!’
Bir halk türküsünü mırıldanmaya başladı. “… Eski
yar şöyle dursun, can kurban yeni yâre…” ‘Türkü bile düşüncelerimi doğruluyor.’
Bazı ormancılar için eşlerini boşamak; yeniden evlenmek olağan ve mubah
sayılıyordu! Gün onların günüydü! Köy ortamında para onlarda, güç ve erk
onlarda idi!
Derin bir uykuya daldı.
Uyandığında zamanın hayli ilerlediğini fark etti. Düşünceleri daha bir durulup
olgunlaşmıştı. Kararı katıydı: Adını
henüz öğrendiği o kızı önce elde etmek, nihayetinde de evlenmek. Eşini, iki
çocuğu ile birlikte baba evine, kendi köyüne göndermişti. Hızlıca köy
yumurtaları ile yağda yumurta yaptı. Karnını doyurdu. Yemeğin üstüne bir Bafra
sigarası tüttürdü.
Düşüncelerini eyleme
dönüştürmek için zaman harcamanın gereği yoktu. Köy bakkallarına uğradı. Bakkal
Hüsnü Çavuş ile iki el tavla partisi yaptı. Zamanın çabuk geçmesini istiyordu.
Akşam yaklaşınca sığırtmaç çocuklar güttükleri hayvanları köye getirirler. Tarlada,
bahçede çalışan kadınlarda hayvanların sağım için eve dönerler.
Ormancı, sabah ki sohbetinde boşa kürek
çekmemiş, Sultan kadından kaç adet sağmal sığırları olduğunu, hayvanları oğlu İsmail’in güttüğünü
öğrenmişti. İsmail de diğer sığırtmaçlar gibi hayvanların sağımı için erkenden
köye getirirdi. Sultan kadın da haliyle sağım işi için erkenden eve gelecekti.
Bahtışen ise tarlada yalnız başına gün batımına kadar çalışacaktı. Köyde çark
böyle dönüyordu. Bu durumda ormancı için gün yeniden doğuyordu! Kızı, mısır
tarlasında yalnız başına bulabilirdi.
Hüsnü Çavuştan bolca lokum,
kremalı bisküvi, birazcık da kuru incir aldı. Gölgelerin iyice uzamasına karşın
güneşin batma zamanına daha bir saat kadar zaman vardı. İçi içine sığmıyordu.
Dünyayı bir başka güzel görüyordu. Başında kavak yelleri esmeye, ruhunu ilk
gençlik yıllarının heyecanı sarmaya başladı. Ayakları yerden kesilmişti.
Yürümüyor adeta uçuyordu. İçinde bulunduğu ruh haline kendisi de şaşırıyordu.
Bu yolların acemisi değildi! Lakin bu iş farklıydı. Temiz duygular taşıyordu bu
kez.
Evine uğradı. Yeni yaptırdığı
orman yeşili takım elbiselerini giyindi. Alman Nazi subaylarına has şapkasını
kafasına oturttu. Tüfeğini kuşandı. Göreve hazırdı! Boş torbaya at yaklaşmaz
derler! Bakkaldan aldığı nevaleleri yanına almayı da unutmadı. Hem ormanları
kontrol edecek hem de beklenmedik bir hızla kanamaya başlayan gönül yarasına
melhem olacak Bahtışen kızla buluşacaktı.
devam edecek…