Biçare mizaçlarda top tüfek
yanılsamaların çığırtkan yalınlığı. Gözden süzülen değil de düşen bir Kerem mi
Eylül’ün sıradanlığında gönülsüz kelamın peşini topladığım ve yeknesak
rahmetine doyamadığım, duyumsadığımdan da fazlası aslında duyumsanmakla serzenişlerin
gölgesinde sükûtun özlemi…
Derli toplu ama densiz seyrinde
muteber bir yoksunluğu kabullenmek ve iflah olmaz sancıların da burktuğu içimin
deryaları, nasiplendiğimden ötesi demek ki helalim değil yine sıfatların
kaygısında, gizli özne olmaktan öteye gidemediğim.
Gün devirmiş çoktan yarısını belki de
aklımın demliğinde süzme çay tonunda hüzün bekçileri topluyor yine
pıtırcıklarını evrenin: bense süklüm püklüm aryaları tıkıştırıyorum sessizliğin
dibine. Ses etmem yasak, kaygılardan yana derdim, sükûtun özleminde az sonra
çıkacak fırtınaya hazırlıklıyım yine: kuşandığım siyahı beyaza tercih edip
geceye hazırlığım ama öncesinde süt liman yüreğimde azıcık da olsa yol alacağım
derbeder sarnıçlardan uzandığım gök kubbenin eşkâlini içip de rahmetine doymak
adına hüznün.
Gece sefalarına özlemim ne de olsa
gündüzün çığırtkan yanından muzdarip, asil bir sessizliğe bürünüyor evren ve
içimin hezeyanlarını süzüp, yatırdığım hüzün salıncağında üç beş kelama düşüyor
yolum bir yandan başımın yana düşmesinde mecazi bir keramet arayanlara da ses
etmiyorum belli ki dünün öğretisi aslında günü dünle karıştırıp zaman
kavramından bihaber olmanın da tecellisi.
Yansız ya da yankısız olması gereken
söz öbekleri.
Sonra da tahlile gönderdiğim iç sesim
ve boykot ediyor evrenin Efendisi:
‘’Az daha sabır, sen fani. Şükrünü
eksik etme ve sadece bak önüne.’’
Neylerim, derken öncesinde, Eyvallah,
deyip düşüyorum yollara.
Hal hatır sorma faslını geçip iri
adımlarla çörekleniyorum sonra da soğutuyorum yüreğimin motorunu.
Biraz sıkılgan biraz kırılgan ve
yorgun tahayyüllerden geçip arka bahçelerine süzülüyorum gönül bahçemin.
Toparladıklarımla hemhalım aslında
top yekûn fakirim hele ki beyanlarda isimsiz yansımalara rast geliyorsam hak
iddia edenlerin.
Sürgülü yüreğimin muhalif
yabancıları.
Aslında dostluğuma ihanet etmeyen kim
ise.
Az sonra varacağım diğer yakaya her
nasılsa yalın ayak izini sürdüğüm batmakta olan güneşin ve dürttükçe insanlar
kalabalığın titrinde değil varlığımın fıtratına uygun kıyamlara özlemim.
Belki bir kahkahaya rast gelip öfkemi
sağalttığım.
Belki bir hüzne denk düşüp
dertleştiğim.
Yorgun adımlarımdan kehanetler
ürettiğim.
Yorgun adam ve kadınlardan hikâyeler
derlediğim.
Yeni bir eğitim-öğretim yılına selam
çakıp, ruhuna rahmet okuduğum geçmişteki tüm öğretmenlerimin ve öğrencilikle
iştigal genç nesle de hayırlar dilediğim ama sessizce belki de asla sonlanmayan
öğrenci kimliğimle asla örtüşmeyen mazideki eğitimci kimliğimi sonra da sorgu
sual hak getire, dercesine yine sükûtu örttüğüm acılarım.
Kırık gün ışıkları.
Kırık üç beş cam şişe belli ki yorgun
garson tepsiyi devirmiş.
Ve demli bir bardak çayı devirip göz
kırptığım o ufaklık.
Annesinden ve dünyadan bihaber ya da
bizlerden daha vakıf olan bitene de ses etmiyor akşam güneşi yalarken sarı
buklelerini.
Eylül’den nasiplenmek bu olsa gerek.
Ya da hayatın kırıklarını aldırmak
adına kestirmeden yaşadığım hayatı sahiplenmek.
Naçar olmak ya da kaçarı yok iken
hüzün körükleyip de ben solunum yollarımda üç beş sarı yaprağı süpürmekle
saklamak arasında gidip geldiğim.
Gidip geldiğim yollar aslında yürüyüş
parkuru benzeri lakin trafiğin de yoğun akıp yayalara geçit hakkı vermeyen ve
ben zig zaglar çizip kendimde oyalandığım kendimce eğlendiği ve bilumum insanı
gözlemleyip hikâye kahramanları yarattığım.
Yavaş yavaş hava kararmaya yol
almışken, yol üstünde en sevdiğim çay bahçesinde soluklanıp bir de hal hatır
sorup kıyama durduğum o ılık esinti ve terli vücudumdan değil de hüznüm
ürpertirken sonra da alyuvarlarımı ve akyuvarlarımı tahlil edip, insanların
kansızlığının kaynağını arama isteğim.
Zararsız iklimler kuşandığım.
Sakıncalarını görmeden ve bilmeden
sevdiğim insanlar…
İnsanlar…
Zehrim.
Panzehirim.
Yaşama amacım.
Ölüm denen sarkacın mimlediği o
kayıtsızlıkları oysa ben dokunmadan ve görmeden yüreğime yerleştirmişken.
Sonra da akıl tutulması yaşayıp gönül
yorgunluğumu satırlara sunduğum.
Akla ziyan belki de zira yabancı ya
da tanıdık ben nasıl ki düşkünsem insanlara ve onların verdiği tüm ziyanlara.
Acıdan beslenen yarımadası son durak
filminden bir alıntı takılı iken aklımın iplerinde ben hala otobüs durağına
gelmeyi erteleyip parandalar attığım mecazi yankıları, aykırılıkları gönül
gözümden ayrı kalamadığım lakin pervazında solan menekşeleri de atmaya
kıyamadığım.
Belki hafta başı.
Belki ay sonu.
Ama illa ki dokunaklı olmalı kelam da
hazan da sonra da son sürat üzülmeliyim geceye peşkeş çektiğim kalemi mimlerken
Tanrı ve ilham perim.
Hakkın hak gördüğü.
Çok şükür.
İnsanların reva gördüğü.
Ne münasebet?
Kaygılarımı sonlandırıp mutlu olma
hakkımı kullanmak adına mutlu etmekle mükellef olduğumu hissettiğim insanlar.
İyice çöktü karanlık bense boş ve
fevri akımlarda yine düşler türetiyorum hani olur da düşerim bir aklın
minvalinden; hani olur da kalkışa geçerim sayfanın ortasında.
İmla hataları yapmalıyım belki de
tıpkı insanları hata bellemediğim lakin hata bellendiğim gibi.
Alacaklarım var: çok çok ağır.
Aslında yol yorgunuyum ne de olsa her
gün asırlar ve mekânlar aşıp yola çıkıyorum belli ki yoldan çıkmamak adına,
aklım çıkıyor ne de olsa hesap vermeliyim İlahi Adalete ama öncesinde
menzildeki yanlışlarımı silip doğrular peyda olmalı ve vicdan denen yastıkla
iyi bir dostluk sergilemeliyim.
Elim çok ağır ve annemin hep bana
kızdığı o husus sanırım iyi bir ev kızı değilim sanırım ev işlerindense
benliğimin hicaplarına ve satırlara daha fazla zaman ayırıyorum.
Ama elim gerçekten çok ağır: ben
bunca poşetler… hah, işte, şu taksiye atladım mı, dememe kalmıyor benden naçar
bir yol yorgununa rast gelip ve merhaba deyip atlıyorum ben de taksiye.
Allah’tan kısa mesafe. Neyin hesabını yapacaksam? Hele ki pasaklı aklımın
hüznüne paha biçemezken şimdi de cüzdanımdaki parayı mı düşüneceğim?
Kayıtsız değilim ama belleğim kayıt
altında hele ki şoförün güleç yüzünü görünce mutlanıyorum. İyi bir yol arkadaşı
buldum: yaşasın.
Adam anlatmaya başlıyor sonra ben
anlatıyorum.
Dört çocuk büyüten yiğit bir baba.
Anlatıyor da anlatıyor benim ise gözlerim yaşarıyor.
Ama acımak duygusu filan değil onun
dediği gibi sadece insanlığını duyumsatan ve insanlığıma sahip çıktığım kadar
hayata ve ailesine sahip çıkan nice babadan biri.
Ne o?
Günlerden görmediğim ve trafiğin tam
ortasında, araba kırmızıda durmuşken ve yeşil yanıyor ansızın ve ben; bekle,
diyorum hem yolda gördüğüm yaşlı adama hem de şoföre.
Adam hayır, amca hayır dede: çok çok
yaşlı ve bu saatte elindeki kağıt helvaları satmak adına duruyor arabaların
yanı başında.
Soramam ki.
Hem sorsam ağlarım.
Sadece adamın elini tıkıştırıyorum ne
kaldıysa cebimde.
Alamam ama almalıyım.
Öyle ya; adamın sermayesi o kâğıt
helvalar ama almazsam da gururu kırılır.
Ben kâğıt helvayı alıp gözümdeki yaşı
saklarken şoför gaza basıyor bu sefer elimdeki helvayı uzatıyorum
direksiyondaki adama ve hala saklıyorum gözümdeki yaşı.
O da ağlamaklı ama suskun.
Ben zaten ezelden suskunum lakin içim
kaynıyor.
Ve uzun bir sessizlik ama herkes
mutlu.
Ben.
O yaşlı amca.
Ve direksiyondaki yiğit baba.
Büyük ihtimalle evinde babasını
bekleyen o küçük çocuk da helvasını yerken gülümseyecek.
Ama en çok Yaratan mutlu.
Hissettiğimden de fazlası içimin
doygunluğu ve doluluğu.
Ah, benim bu insan sevgim.
Her şeye değer yaşamak.
Yaralansak da mümkün mü geri durmak
inanmaktan ve sevmekten?
Lav ettiğim dünü, lahzamda
sakladığımı umutlarım ve an’ımı pekiştiriyorum iç sesimle ve gecenin
sessizliğinde klavyenin tuşlarına mutlulukla basarken daha çok seviyorum hayatı
ama öncelikle Rabbimi zira hissetmek kadar güzeli var mı ve sevmek kadar ve de
inanmak?