DAVUT BEY

 

         Davut Bey, kısa boylu, şişmanca, esmer bir adamdı. Çok zengindi ama servetinin kaynağı meçhuldü. İlkokulu zorlukla bitirmişti. Maddi sıkıntılar içinde geçen çocukluğunu hiç yaşamamıştı. Askerden geldiğinde bir tanıdıkları onu bir tüp gaz firmasına şoför olarak yerleştirmişti. Gün gelmiş, o tüp gaz bayiinin sahibi olmuştu. Sonra bir inşaat şirketinde çalışmaya başlamıştı. İşte o sıralar Allah ona adeta “Yürü ya kulum!” demişti. Hayatı düzene girmişti. Hasta olan annesinin ölümü üzerine ailenin reisliğini üstlenmişti. Sevgi ablası o sıralar yeni evliydi. Ağabeyi de Almanya’ya işçi olarak gitmişti. Hayatı boyunca rahatça dertleşebileceği tek insan ablasıydı. Okumayı sevmezdi. En son okuduğu kitabı sorarsanız “Cin Ali” serisiydi. Şu günlerde ne okuduğunu merak ediyorsanız ben söyleyeyim: Lokantalardaki menü listeleri…

 

           Davut Bey, orta halli bir ailenin kızı Selma ile evlendiğinde anneannesinden kalma bahçeli, iki katlı evin hisselerini satın alarak onarımını yapmış, orayı adeta bir konağa çevirmişti. Bahçıvan tutarak bahçeyi düzenletmişti. Selma’nın isteği üzerine bir de kamelya yaptırmışlardı. Selma; orta boylu, zayıf, kumral, alımlı bir kadındı, Gözleri mavi giyince mavi, yeşil giyince yeşil olurdu. Kocasının işten dönüş saatini bilirdi. Kocası gelmeden önce süslenip en güzel giysilerini giyerdi. Kamelyanın altında akşam yemeklerini neşeyle yerlerdi. Bu evlilikten üç oğlu, iki de kızı olmuştu. Mutlulardı. Karısı beş çocuğu büyüteceğim diye saçını süpürge ederken kocasına karşı olan görevlerini ister istemez aksatmaya başlamıştı. Evliliklerinin ilk günlerinde olduğu gibi giyinip kuşanıp makyaj yaparak karşılayamıyordu kocasını…  Gün geliyor saçını bile taramadan işe girişiyordu. Evinin temizliği, yemeklerinin güzelliği, çocuklarla ilgilenmesi bu evliliğin sağlıklı yürümesine yetmiyordu. Kocasının geleceği saati bile unutuyordu. Çoğu kez mutfak önlüğüne elini silerek karşılıyordu Davut Beyi… Bazen de toz beziyle…

 

           Davut Bey, kendini tamamen işine vermişti. Evinden soğumaya, yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamıştı. Artık iş yemekleri bahanesiyle eve de geç geliyordu. Üstelik alkollü ve yorgundu. Hemen yatağın bir kenarına kıvrılıp uyuyordu. İşleri açıldıkça kendisi içine kapanmaya başlamıştı. Eniştesi Veli Bey’in tayini de Malatya’ya çıkmıştı. Artık Sevgi ablasıyla da istediği gibi dertleşemiyordu. Telefonla konuşmak yüz yüze olmak gibi değildi elbette… Ablasının yerini tutacak kimse de yoktu etrafında… İnşaat Şirketinin bürosuna Gülistan adında bir kız aldı.

 

         Gülistan çok yoksul bir ailedendi. Okumaya pek yüzü yoktu. Kala geçe çift dikiş yaparak zorlukla ortaokulu bitirmişti. Üç kardeşin en küçüğüydü. Babası, Gülistan ilkokula başladığı yıl Almanya’ya işçi olarak gitmişti. Almanya’ya gidebilmek için formalite icabı karısını boşayıp Alman kadınıyla evlenmişti. Birkaç yıl mektup yazmış, para göndermişti. Gitgide mektuplar seyrekleşmiş, para da azalmıştı. Gülistan’ın annesi ağlamış, çırpınmıştı ama iş işten geçmişti. Kadıncağız elindeki birikmişini harcamış, altınlarını bozdurmuştu. Gülistan’ın iki ablası evliydi. Büyük ablasının kocası Sivaslıydı. Evlendikten birkaç yıl sonra Sivas’taki köylerine yerleşmişlerdi. Kayınbabasının yanında yaşıyordu. Ortanca ablasının eşi işten çıkınca maddi sıkıntılarla boğuşmuşlardı. Eniştesinin askerlik arkadaşı onlara Kayseri’de yeni yapılan bir apartmanda kapıcılık işi bulmuştu.

 

        Annesiyle yalnız yaşayan Gülistan mahallelerindeki yeni açılan biçki- dikiş kursuna yazıldı. Kursa gidip gelirken mobilyacının kalfasıyla anlaştı. Bir süre sonra mahalledeki dedikoducu kadınlara malzeme olmuştu Gülistan ile Musa’nın aşkları… Musa, annesini Gülistanlara yollayarak kızı istetmişti. Gülistan’ın annesi “Bir kızın adı çıkana kadar canı çıksın.” düşüncesiyle “Bu işin adını koyalım bari…” dedi ve söz kesmek için gün kararlaştırdılar. Oğlan evi bir tepsi Antep fıstıklı baklavayla ve bir yüzükle geldi. Oğlanın amcası kızın parmağına altın bir yüzük takarken aile büyükleri gözyaşlarını tutamadılar. Gülistan’ın annesi Şaziye Hanım gözü yükseklerde bir kadındı. “Herkesin kızına neler alınıyor. Benim kızımın ne eksiği var?” diyerek nişanı salonda yapmalarını istedi. Büyük bir mağazada gördüğü pahalı tuvaleti de aldırdı. Pembe, gül gibi kızına çok yakışacaktı tabii… Oğlanın babası: “Nişanı aile arasında yapalım. Düğün zaten salonda olacak. Gelini iki defa salona indirmeyelim.” dediyse de Gülistan’ın annesi Şaziye Hanım kabul etmedi. “Soykaya bak, benim kızımın neyi eksik? Hadi oradan tıskıyıt sen de!” diye söylendi mutfakta…  Nişan; o günlerin gözde mekânlarından Rüya Düğün Salonu’nda oldu. Beş katlı yaş pasta da yaptırdılar. Davetlilere meşrubat ikram ettiler. Mahallede bir üstünlük sağlamıştı Şaziye Hanım… Pakize’nin çarpık bacaklı, şaşı kızının nişanı salonda olmuş diye anlata anlata bitiremeyen konu komşuyu hasetle dinliyordu o güne kadar… Oh işte artık Gülistan kızının nişanı konuşulacaktı. Üstelik Pakize’nin kızı Şaşı Müzeyyen’in nişanında pasta beş katlıydı ama davetlilere içecek ikramı yapılmamıştı. Şaziye bir- sıfır öndeydi yani!

 

          Evet, günlerce bu nişanın güzelliği konuşuldu ama Şaziye Hanım’ın kaprislerini artık dünürleri çekemez olmuşlardı. Gülistan’ın da annesini her işe karıştırması ki aslında Gülistan annesine hükmedemiyordu ama dünürler bu duruma daha fazla katlanamadılar. Nişan bohçasını ve yüzüğü kız evine yolladılar. Oğlan evi nişandan döndüğü için Şaziye Hanım nişanda takılanları ve nişan dolayısıyla alınan hediyeleri geri vermedi. Mahallenin dedikoducu kadınları aylarca bu olayı dillerine sakız ettiler. Gülistan, bu durumdan çok rahatsızdı; dedikodulardan çok bunalmıştı. “Yaramdan değil, sorandan öldüm.” misali herkese dert anlatmaktan ailece sıkılmaya başladılar.

 

           O yıllarda nişandan dönen kıza pek talip çıkmazdı. Birkaç yıl sonra da evlenip boşanmış veya karısı ölmüş yaşlı ve çocuklular dünür gelmeye başlamışlardı. O dönemde yirmi beş yaşını geçen her kıza evde kalmış gözüyle bakılırdı. Kızın yaşı 30-32  civarındaydı. Bir tanıdıkları vasıtasıyla iş buldular. Hem telefonlara bakacak, hem büronun temizliği ile ilgilenecek hem de çay yapacaktı.

 

          Kız, becerikliydi. Kısa zamanda Davut Bey’in gözüne girdi. Patronunun kahveyi sade sevdiğini ancak yanında bir parça bitter çikolata olursa mutlu olduğunu; çayı demli ve iki şekerli içtiğini öğrendi. Onu memnun etmek için elinden gelen hizmeti yapıyordu. Telefonlara gayet kibar bir dille cevap veriyordu. Davut Bey büroda yoksa arayanların adlarını ve arama sebeplerini unutmadan özel bir deftere not ediyordu. Patron geldiğinde veya telefonla aradığında kısa ve öz bir biçimde notlarını aktarıyordu. İşler çok artmıştı. Bir süre sonra büronun temizliği için kırk beş yaşında bir kadın hizmetli ile bir de sağa sola koşturacak henüz askerden yeni gelmiş bir genç işe alındı. Artık Gülistan sadece telefonlara bakıyor ve dosyaları düzenliyordu. Görüşmeye gelen müşterileri veya malzeme satın aldıkları kişileri güler yüzle karşılıyordu. Onları ağırlamakta kusur etmiyordu.

 

        Bir akşam büroyu kapatmadan önce Gülistan’ı yeni açılan bir lokantaya davet etti. Uzun zamandan beri Davut Bey’in gözüne girmeye çalışan kız bu davete çok sevindi. Annesini arayarak bir iş toplantısında Davut Bey’e eşlik edeceğini ve toplantı bitiminde eve kadar araba ile bırakılacağını söyledi. Oldukça şık ve pahalı olan bu lokantada annesiyle yemek yemeyi istese Gülistan maaşının neredeyse yarısı kadar hesap öderdi. Buranın ihtişamı Gülistan’ın gözlerini kamaştırdı. Evlenirse böylesine bir hayat yaşamak istiyordu. Kenar mahallede ise böyle bir hayat vaat edecek bir kimse yoktu. Ya karısı ölmüş yaşlı adamlardan biriyle ya da karısından boşanmış üç çocuklu içkici, belalı adamlardan biriyle evlenecekti. Bunu düşünmek bile midesini bulandırmaya yetiyordu. Suratı asıldı.

 

Davut Bey:

 

-Gülistan ne oldu? Beğenmediysen başka bir yere gidebiliriz canım!

 

 Gülistan:

 

-Yok, çok beğendim. Eve geç kalmasam diye düşünüyordum da…

 

Davut Bey:

 

-Tatlılarımızı yedikten sonra hemen kalkarız. Meraklanma, on beş dakika sonra evinde olacaksın.

 

Gülistan:

 

-Çok teşekkür ederim. Bu gece bana çok güzel bir yerde yemek yeme imkânı sağladınız. Böyle bir yere gelmeye maaşım yetmezdi asla…

 

-Davut Bey:

 

- Beğendiysen her hafta getiririm seni… Sana Gül demek istiyorum. Gülistan biraz avam sanki… Gül hem kısa hem de daha güzel bir isim bence…  Ne dersin?

 

Gülistan:

 

-Güle başka isim verilseydi yine hoş kokacaktı. Gül de deseniz Gülistan da fark etmez benim için…

 

Davut Bey:

 

-Anlaştık o halde, kalkalım mı Gül?

 

Gülistan:

 

-Tabii Davut Bey… Nasıl isterseniz…

 

       Davut Bey, Gülistan’ı eve kadar bıraktı. Pencerelerden sokağı izleyen meraklı gözler son model arabayı görünce hasetlerinden çatır çatır çatladılar. Ertesi gün başlayan dedikodular kısa sürede ayyuka çıktı.

 

        Gülistan, dedikoduları kulak arkasına atarak her hafta Davut Bey ile yemeğe çıkmaya devam etti. Davut Bey, her seferinde ona çiçekler ve küçük mücevherler hediye ediyordu. Bazen peçetenin altında küpe kutusunu, bazen de çiçek buketine iliştirilmiş bir yüzüğü buldukça sevinci ikiye katlanıyordu.

 

         Gülistan’ın annesi kızını birkaç defa uyarmak zorunda kaldı. Kızının bu güzel hayattan ayrılmak istememesi onu üzüyordu.

 

Şaziye Hanım:

 

-Kızım, bari eve kadar bırakmasın Davut Bey! Biraz dikkatli ol. Vallahi milletin diline düştün. Rahmetli annem hayatta olsaydı “Kalırsa el beğensin, ölürse yer beğensin.” veya “Bir kızın adı çıkana kadar canı çıksın.” derdi.

 

Gülistan:

 

-Aman anne sen de… Ne var bunda?

 

       Masum yemekler yerini yavaş yavaş öpmelere, okşamalara bırakmıştı. Bir hafta sonu diğer çalışanlara, hizmetliye izin vermişti Davut Bey… Telefonla yemek ısmarlamıştı. Gülistan sofrayı kurarken patronu onun göğüslerini, kalçalarını incelemeye başlamıştı. Buzdolabından otuz beşlik bir rakı çıkarmıştı, Gülistan’a da ısrar etmişti. O güne kadar rakıdan bir yudum bile içmemiş olan kızcağız iki duble içtikten sonra rahatsızlanmıştı. Davut Bey, kızı kucağına alarak makam odasından geçilen zaman zaman dinlenmek için uzandığı bir yatak ve çekyat bulunan küçük odaya götürdü. İnşaat Şirketinin bu küçük odasındaki çekyatta Gülistan bekâretini kaybetti.

 

         Davut Bey’in evli olduğunu biliyordu ama dar bütçesiyle yaşayamayacağı hayatın ışıltısı gözlerini kamaştırmıştı.  Annesinin kızın gidişatından endişelenerek devamlı hatırlattığı “Bey beyliğini vermiş, kız, kızlığını vermemiş.” sözü de bu küçük odada iki duble içkinin tesiriyle yalan olmuştu.

 

         Bu olaydan sonra aynı iş yerinde olmalarına rağmen kız, Davut Bey’in yüzünü daha seyrek görmeye başladı. Bekâretini ona verdikten sonra Davut Bey Gülistan’dan biraz soğumuş gibiydi. İşe ilk aldığı günlerdeki gibi mesafeli davranıyordu ona… Ne de olsa patronuydu, bir şey diyemiyordu ki! Çalışmasını yoğunlaştırarak daha özenle, daha gayretle sürdürdü. Belki Davut Bey’in eski ilgisini tekrar kazanabilirim düşüncesiyle hiç hata yapmamaya çalışıyordu.

 

          Şaziye Hanım, kızının akıllandığını sanıyordu. “Aferin, işte böyle ol. Tavuk, kaza bakarsa poposunu yırtarmış.” diyordu. Gülistan, hiç ses çıkarmıyordu. Patronu da Almanya’daki erkek kardeşinin yanına gitmişti. Orada bir iş kurma projesi vardı ve bunun ön çalışmalarını yapacaktı. Malum olayın üstünden üç ay geçmişti, zaten düzensiz olan âdet günü de çok gecikmişti. Eczaneden bir gebelik testi aldı. Banyoya geçti, test pozitif çıkınca beyninden vurulmuşa döndü. Ne yapacaktı şimdi? Bu konuyu Davut Beyle yüz yüze konuşmalıydı. Onun dönüşünü beklemekten başka çaresi yoktu. Çocuğunu aldırmayı aklından bile geçirmiyordu. Korse giyerek karnını gizlemeye çalışıyordu. Annesi Şaziye Hanım,  kızının iştahının açık olmasından biraz rahatsızdı. Kilo almasını, çirkinleşmesini istemiyordu. Zaman zaman anne ile kız arasında çekişmeler olsa da sorunlar fazla büyümeden çözülüyordu.

 

        Nihayet Davut Bey Almanya’dan döndü. Gülistan, sürekli olarak baş başa kalacakları anı gözlüyordu. Sonunda o fırsatı yakaladı ve durumunu bir çırpıda anlattı. Davut Bey, önce kızdı ama düşündükçe kıza hak verdi. Bu olayda kızın bir suçu yoktu. Onu elde etmek için maddi manevi bütün etkileyiciliğini kullanmıştı. Kıza içki içirmiş ve onun bekâretini almıştı. Kızın hayatına ilk giren kişi kendisiydi. Gerçi kız nişandan dönmüştü ama sonuçta nişanlısıyla ilişkiye girmemişti. En iyisi iki oda bir salon ev alıp kızı oraya yerleştirmekti. Bu halde işte çalışması da doğru değildi. Olay karısının kulağına giderse iş tatsızlaşabilirdi. Gülistan’ı belinden tutarak kendine çekti, dudaklarından öptü:

 

- Canım, Gül’üm bu ne güzel bir haber! Sana yeni biten dairelerden birini vermek isterdim ama karımın kulağına gider sonra ne olur ne olmaz! İki oda bir salon bir ev bakalım, senin üstüne alalım. Yok, ille annem de gelsin dersen üç oda bir salon olsun, çünkü çocuk odası da gerekli… Yarından itibaren bu işi çözelim aşkım! Sana bir miktar da para vereyim. Belki çocuk için alış verişe çıkarsın. Üç bin yeter mi şimdilik?

 

        Gülistan, sevinç içindeydi. Adam, hem çocuğunu inkâr etmemişti hem de kendisine üç artı bir ev alacaktı. Annesine bunu nasıl söyleyecekti? Bunu uygun bir zamanda olay mahallede duyulmadan halletmeleri gerekiyordu. Davut Bey’in verdiği parayı eve gidince annesinin eline tutuşturuverdi. Şaziye Hanımın gözleri parladı. “Paranın yüzü sıcak olur.” derler. Şaziye de elindeki tomarı hemencecik saydı. “Üç bin lira!” diye haykırdı.

 

Gülistan:

-Anneciğim, Davut Bey, bu mahallede oturmamızı istemiyor. Daha iyi bir semtte yaşamamız için bize üç oda bir salon ev alacakmış.

 

Şaziye Hanım:

 

-Ev mi alacakmış? Biz nasıl ödeyeceğiz evin borcunu?

 

Gülistan:

 

-Biz ödemeyeceğiz. Bize evi hediye olarak verecek ve benim üstüme olacak.

Şaziye Hanım:

-Peki, neden bize ev alıyor? Bu devirde kimse kimseye bedavadan bitini bile vermez. Bu işin aslını anlat bakalım!

Gülistan:

-Hamileyim.

Şaziye Hanım:

-Neeeeee? Hayır, olamaz! Bana bunu nasıl yaparsın? Seni doğurana kadar taş doğursaymışım! Bu da mı gelecekti başıma? Allah’ım aklımı koru!

Gülistan:

-Sus anne! Millete rezil olmayalım. Beş aylık hamileyim ben…  Hem adam, çocuğunu da inkâr etmedi, üstelik adıma yepyeni bitmiş bir daire de alıyor. Para da verdi. Evi de beraber dayayıp döşeyeceğiz. Doğuma kadar işe gitmeyeceğim ama maaşım bankaya yatacak.  Gerçi doğumdan sonra da işe gitmem herhalde yerime başka bir eleman alır. Çocuğumu kendim büyüteceğim. Sen de bana destek olacaksın.

Şaziye Hanım:

-O halde sessiz sedasız bir gecede taşınalım. Bir taşıma şirketiyle anlaşalım da…

Gülistan:

-Aslında eşya götürmeye hiç gerek yok. Evi dayayıp döşeyeceğiz. Sadece giysilerimizi, sandığımızı ve hatırası olan eşyalarımızı alsak yeterli… Mutfak eşyalarından işe yarayacak olanlarını götürelim. Kırık dökük, eski püskü eşyaları taşımaya gerek yok ki anneciğim!

Şaziye Hanım:

-Peki, kızım dediğin gibi olsun. Ben yarın bakkaldan birkaç karton kutu isteyeyim. Çini çanakları gazetelere sarıp kolilere dizeyim bari…

          

      Ertesi gün Gülistan ile Davut Bey güzel bir semtten yeni bitmiş bir daire beğendiler. Dördüncü katta, güney cepheli geniş, ferah bir daireydi. Tapu işlemlerini bir hafta içinde bitirdiler. Eşya bakmaya başladılar. Gülistan, hayalindeki eve kavuşmanın mutluluğu içindeydi. Bebeğin cinsiyetini de öğrendiler. Erkek olacaktı. Çocuk odasını mavi olarak döşediler. Para, asla sorun değildi. Davut Bey, hele oğlu olacağını öğrenince kesenin ağzını iyice açmıştı.

 

        Şaziye Hanım da çok mutluydu, hayalini bile kuramayacağı bir yaşama kavuşmuştu. Tek üzüldüğü konu kızının nikâhsız oluşuydu. Gerçi hoca nikâhı kıydırmışlardı ama kendisi de biliyordu bu nikâhın geçersiz olduğunu… Ancak içini böyle düşünerek ferahlatıyordu. Diğer yandan “Yuva yıkanın yuvası olmaz.” diye söyleniyordu. Beş çocuklu bir kadını boşatarak yerine kızına nikâh kıyılmasını istemek de doğru değildi. “Bu durumu kabullenmekten başka çaremiz yok. Kızım, senin de kaderin buymuş.” diyordu. İçten içe üzülüyordu bu duruma…

 

       Gülistan’ın hiçbir şeye aldırdığı yoktu. Oğlunu hayırlısıyla kucağına alabilseydi başka gamı, tasası olmayacaktı. Davut Bey, oğlunu asla sahipsiz bırakmazdı. Bu konuda Gülistan’ın içi çok rahattı.

 

          Kısa zamanda evlerine yerleştiler. Yeni hayatlarına alıştılar.  Güzel bir mayıs sabahı özel bir hastanede Davut Bey’in oğlu dünyaya geldi. Karısına kolye, küpe, bilezik ve yüzükten oluşan yirmi iki ayar altın set taktı. Oğluna da yine yirmi iki ayar altın künye almıştı. Üzerine de Mehmet Ferit yazdırmıştı. Mehmet kendi babasının, Ferit de Gülistan’ın rahmetli babasının adıydı. Böylece Gülistan’ın annesinin de gönlünü almış olacaktı.

 

         Diğer taraftan Davut Bey’in eşinin kulağına da kar suyu kaçırmışlardı. Kadın her şeyi öğrendiğinde iş işten geçmişti. Selma, kocasına küstü, annesinin evine gitti. Annesi Selma’yı suçladı:
-Kocanla ilgilenmezsen olacağı budur işte… Sahip çıkamadın, adamı kaptırdın mahalle kızına! Olan olmuş. Kocanın bir de oğlu varmış o kadından… Şu saatten sonra elden ne gelir ki! Yuvana dön. Kaderinmiş, çekeceksin. Zamanında babanın da az hovardalığı olmamıştı. Katlandım, düzeldi adam da… Üvey baba elinde mi büyütseydim sizi? Beyaz gelinliğinle girdiğin evden beyaz kefeninle çıkacaksın. Babana da küsüp geldiğini söylemeyeceğim. Kocanın şehir dışında olduğunu, bizi özleyip birkaç günlüğüne geldiğini söyleyeceğim. Aklını başına topla, yarın beş çocuğunu da alıp evine dön. Biz zaten zor geçiniyoruz. Kusura bakma. Seni ve çocuklarını besleyemeyiz yavrum…


      Ayılıp bayılsa da Selma’nın yapacağı bir şey yoktu. Beş çocukla baba evine sığamadıktan sonra nereye giderdi ki? En büyük oğlu Nihat henüz on ikisindeydi. İlkokulu bu yıl bitirmişti. İkinci oğlu Serhat 10 yaşındaydı. Dördüncü sınıfa geçmişti. Fırat sekiz yaşındaydı. İlkokul ikinci sınıf öğrencisi olacaktı.  Aynı yumurta ikizleri olan Yeliz ile Filiz de bu yıl ilkokula başlayacaklardı. Bu şartlarda boşanmayı kendisi de istemiyordu. Evi yok, birikmiş parası yok, işi yok, sigortası yokken bir de beş masumu yoklukla cezalandıramazdı. Kocası bu durumda ona yeterli nafaka da bağlanmasına izin vermezdi. Davut Bey, aslında karısını çok severdi ama ayrılmak istemediği için Selma’nın hayatını zorlaştırırdı. Çocukların velayetini de o alırdı. Selma’nın iş güvencesi, birikmiş parası, sırtını güvenle dayayabileceği bir ailesi ve dikili bir ağacı bile yoktu.

 

      Üniversite okumadığı, bir mesleği olmadığı için o kadar pişmandı ki! Bir yanda kadınlık gururu, diğer yanda analık duygusu… Sağlıklı düşünmek zorundaydı. Akıllı olmalıydı bundan sonra… En azından belediye nikâhı kendindeydi ve Gülistan hep metres olacaktı. Bunu düşündükçe içi ferahlıyordu. Ertesi gün bir taksi tutarak evine döndü. Bir de evinden, yerinden, düzeninden mi olsaydı yani!

       Davut Bey de:

 

-Ne yapayım içkiliyken zaafıma yenildim, sen de benle ilgilenmiyordun. Eve ne zaman gelsem rengin soluktu, saçın başın taranmamıştı, her zaman bakımsızdın. Hep mutfak önlüğü ile karşılıyordun beni…

 

         Sitem dolu sözlerle işin içinden sıyrılmayı başarmıştı. Adam, sanki sütten çıkmış ak kaşıktı. Karısı da olayı mecburen çabuk kabullendi. Davut Bey bile karısının bu kadar kolay ikna olabileceğini düşünmüyordu. Yine de gönlünü almak için bir çift Adana burması bilezik almıştı ona… Her biri yirmi beşer gramdı.

 

       Selma, bu olaydan birkaç gün sonra eve hizmetçi almıştı. Gerçi kocasına da hiç güveni kalmamıştı. Bu yüzden çirkin ve elli yaşlarında bir kadındı yardımcısı Nurten Abla… Kocası ölmüştü kadının… Sigortası olmayan eşinden maaş da kalmamıştı. İki oğlu vardı. Çocukları da evlenmişlerdi ama gelinler Nurten Abla’yı istememişlerdi. Zaten oğullarının da maddi durumları parlak değildi. İkisi de asgari ücretle çalışan işçi idiler. Nurten Abla, Selma’nın yatılı bir hizmetçi aradığını komşusu Müzeyyen Hanım’dan duymuştu. Yatılı olması daha iyiydi. Babasından kalma bir oda bir salondan oluşan gecekondusunun elektrik, su parasını bile zorlukla ödeyebiliyordu. Her gün başka bir eve temizliğe gitmekten usanmıştı. Üstelik yaşı da kemale ermişti. Herkesin ağız kokusunu çekmek belli bir yaştan sonra zor gelmeye başlamıştı. Azarlanmaya alışık bir kadın değildi.

 

      Müzeyyen aynı apartmandaki Elif Hanım’ın temizlikçisiydi. Hemen ertesi gün iş görüşmesi için Selma’nın yanına birlikte gelmişlerdi. Selma da kadını görür görmez beğenmişti. Eli yüzü temiz, biraz çirkince ve elli yaşlarında olması özellikle tercih sebebiydi.

 

         Hayatını kocasına, çocuklarına adamıştı da ne olmuştu sanki! Davut Bey, otuz ikilik bir dilberin peşine takılmıştı. Oysa kendisi de henüz otuz altı yaşındaydı. Lise son sınıfta okurken Davut Bey’le nişanlamışlardı. Selma, çok başarılı bir öğrenciydi. İdeali avukat olmaktı. Onu kimse dinlemedi. Liseyi bitirip evinin kadını olması gerekiyordu, kız kısmının çok okuması doğru değildi Selma’nın ailesine göre… “Okumak istiyorum.” diye çırpınması, ağlayıp sızlaması para etmedi. Liseyi bitirdiği yaz evlendirildi. Bir yıla kalmadan da anne oldu. Oğlunun adını Nihat koydu. Kocasının genç yaşta ölen ağabeyinin adıydı. İki yıl sonra da ikinci oğlu dünyaya gelmişti. Uyumlu olsun diye onun adını da Serhat koydular. Çocuklar art arda dünyaya gelmişlerdi. Daha genç kızlığını yaşayamadan eteğine yapışan beş çocukla şaşkına dönmüştü. Titiz olduğu için ev işleri, yemek, ütü, bulaşık, çocukların bakımı derken kendisine zaman ayıramamıştı çünkü bunları zorlukla yetiştirebiliyordu.

 

           Hizmetçi de deneyimli bir kadındı. Selma Hanım, evin idaresini bu görmüş geçirmiş kadına gönül rahatlığıyla emanet etmişti. Gözü arkada kalmayacaktı. Bundan sonra kendisi için de yaşayacaktı. Geç de olsa aklı başına gelmeye başlamıştı. Haftada bir de kuaföre gitmeyi alışkanlık haline getirmişti. Çarşıya çıkarak güzel ve seksi giysiler satın almıştı. Artık sadece gezmeye giderken değil, evde de şık giysiler giymeye karar vermişti. Nurten Abla, Selma’yı uyarıyordu zaman zaman…

 

-Selma Hanım, kocanızın gelme saati… İsterseniz üzerinizi değişip biraz makyaj yapın.

-İyi ki hatırlattın, çocuklar bende akıl mı bıraktı!

 

         Ne olursa olsun evinden bir kere soğuyan erkeği eve tekrar bağlamak kolay değildi. Hem artık ikinci bir kadın daha vardı hayatında ve ondan da bir oğlu dünyaya gelmişti. Selma, kocasının huyunu biliyordu. Bari Davut Bey’in hayatında üçüncü bir kadın olmasın diye çırpınıyordu.

 

          Bu arada Davut Bey, işlerini oldukça büyütmüştü. Gülistan’ın yerine de Melek adında üniversiteyi yeni bitirmiş, güzel bir kız almıştı. Daha önceki olaydan ağzı yandığı için artık kimseye farklı gözle bakamıyordu Davut Bey…  

 

        Selma ise sık sık kuaföre gidiyordu. Manikürü ve pedikürü ayda iki defa yapılıyordu. Saçını renk renk boyatıyor, değişen modaya göre kesimine dikkat ediyordu. Kuaförünün önerisiyle bazen röfle bazen de meç deniyordu. Bambaşka bir kadın olup çıkmıştı. Kuaförde tanıştığı ilkokul öğretmeni Hülya Hanım ile zamanla ahbaplığı iyice ilerletmişlerdi. Hülya Hanım, Selma’nın Hukuk okuma isteğinin içinde ukde olduğunu öğrenince onu üniversite sınavlarına girmeye ikna etti. Selma akşam çocukları uyuttuktan sonra üniversite sınavlarına hazırlandı. Kocası bazen eve geliyordu, çoğu zaman da Gülistan’da kalıyordu. Bu durum, Selma’yı daha da hırslandırıyordu. Günü geldiğinde üniversite sınavlarına girdi. Hukuk Fakültesi’ni kazandı. Devam zorunluluğu yoktu. Evde hizmetçi vardı ama artık Nurten Abla hizmetçiden öte evin bir ferdi olmuştu.

 

      Çocuklar büyüdükçe ev onlara küçük gelmeye başlamıştı. Tripleks bir villaya taşındılar. Her çocuğa ayrı birer oda vermişlerdi. Nurten Abla’nın da odası ayrıydı.

 

          Davut Bey, evine daha az uğruyordu ama daha çok para bırakıyordu. Karısının eğitimini tamamlamaya çalışmasını da oyalanma olarak telakki ediyordu. Selma kendi kişisel gelişimine ve bakımına ne kadar önem veriyorsa Gülistan da o kadar boş veriyordu. Doğum sonrası kilo veremediği gibi süt olsun diye aşırı kalorili yiyeceklerle beslenince balıketi derken fok balığına benzemişti. Mehmet Ferit, onun bütün hayatıydı. Çocuğun birinci yaş gününü lüks bir restoranda yemekli bir davetle kutladılar. Havai fişekler patlatıldı. Bu doğum gününe Selma ve çocukları da davetliydi. İki kadın birbirlerini uzaktan kıskançlıkla süzdüler. Çocuklar kısa sürede kaynaştılar, küçük kardeşlerini koşulsuz bağırlarına bastılar.

 

          Mehmet Ferit’in üçüncü yaş günü dolayısıyla Gülistan’a kırmızı bir Opel Astra, Selma Hanım’a da aynı model arabanın metalik gri rengi alınmıştı. Selma oturdukları tripleks villanın tapusunu üzerine yaptırtmıştı. Dünyada her şey olabilirdi. Kendini garanti altına almaya çalışıyordu artık… O yıllarda mal mülk kimin üzerindeyse boşanmalarda o kişide kalıyordu. Selma Hanım, eve harcamak için kocasının bıraktığı paraları biriktirmeye başlamıştı. Bankada vadeli bir hesap açtırmıştı. Ayrıca her ay otuz gramlık yirmi iki ayar burma bilezik alarak bankadaki kasasında saklıyordu.

 

          Çocuklar büyümüşlerdi. Nihat ile Serhat lisede okuyorlardı. Serhat lise bir öğrencisi iken Nihat da lise sona gidiyordu. Nihat üniversite hazırlık dershanesine yazılmıştı. Bir yandan okula diğer yandan dershaneye derken çok yoğun bir çalışma temposu içindeydi. Annesi gibi o da Hukuk Fakültesi’nde okumak istiyordu. Selma Hukuk Fakültesi son sınıfa geçtiğinde aynı okulu dereceyle kazanan Nihat da birinci sınıfa başlamıştı.

 

           Selma Hanım, dört yılda okulunu başarıyla bitirmişti. Stajını Davut Bey’in şirket avukatının yanında tamamlamıştı. Davut Bey ona Adliye’nin tam karşısında hukuk bürosu açmıştı. Tapusunu da Selma Hanımın üzerine çıkarmıştı. Karısının azmi onda hayranlık uyandırmaya başlamış hatta bu hayranlık da yerini aşka bırakmıştı. Selma, kısa zamanda şehrin en başarılı avukatlarından biri olmuştu. Kaybettiği dava yoktu. Avukatlığın yanı sıra sosyal projelerde de yer alıyordu. Özellikle kadın haklarının savunucusuydu. Kocasının kendisine yaptığı haksızlığı gururuna yediremediği için ondan boşanmaya karar vermişti ama bu işlemin tatlılıkla olmasını istiyordu. Davut Bey, boşanmaya asla yanaşmıyordu.

 

        O arada Gülistan’ın annesi rahim kanseri olmuştu. En iyi doktorlara götürmelerine rağmen çare bulamadılar. Hastalık kısa zamanda bütün vücudunu sarmıştı. Gülistan, annesinin ölümünden sonra kendisini eve kapattı. Yemeden içmeden kesildi. “Biraz gez, açılırsın.” dediler. Bir sabah arabasına atladı, annesinin mezarına gitti. Ağladı, ağladı. Dönüşte karşıdan gelen kamyonu fark ettiğinde artık çok geçti. Müthiş bir çarpışma sonucunda Gülistan ağır yaralandı. Çevreden yetişenler ambulans çağırdılar ama Gülistan, hastanede son nefesini vermeden “Oğlum Selma Hanıma emanettir. Beni affetsin.” diyerek gözleri açık bir halde hayata veda etti.

 

             Davut Bey, hastaneye ulaştığında Gülistan’ın son sözleri kendisine aktarıldı. Davut Bey, oğlunu anaokulundan alarak Selma Hanım’ın Hukuk Bürosuna götürdü. Büyük oğlu Nihat da oradaydı. Çocuğa sekreterin yanında oturmasını söyleyerek Selma Hanım’ın odasına geçtiler. Selma, olağanüstü bir durum olduğunu anlamıştı. Davut Bey’in beti benzi atmıştı. Sol gözü seğirmeye başlamıştı. Birden bire zembereğinden boşanmış gibi ağlamaya başladı. Gülistan’ın son isteğini ve özrünü iletti. Selma, vicdanlı bir kadındı. Kendisi de anneydi.

-Merak etme, onu kendi çocuklarımdan ayırmayacağım. Gülistan’ı da affettim. En azından ölürken hatasını anlamış. Allah, taksiratını affetsin. Çocuğunuzu sahipleneceğim. Gözün arkada kalmasın. Ancak boşanma talebimden de vaz geçmeyeceğim. Bunu böyle bilesin. Başın sağ olsun.

 

-Artık Gül yok Selma… Sen benim nikâhlı karımsın. Lütfen beni de affet.

-Çok geç Davut… Kararımdan dönmeyeceğim. Bana zorluk çıkartma. Acına saygı duyuyorum ama sen de benim kararlarıma saygı duymak zorundasın. Ben çocuklarımı babalı oldukları halde babasız büyüttüm. Sadece para vermekle babalık olmuyor. Bizleri zamanında çok sahipsiz bıraktın. Çocuklarınla arana asla girmeyeceğim ancak bundan sonra eşim değilsin. Zaten yıllar önce sen tercihini farklı yönde kullanmıştın. Ben saçımı süpürge ederek çabalarken beni bakımsızlıkla suçlamıştın. Oysa ben senin ve çocuklarımın hayatlarını güzelleştirmek uğruna kendimi feda ediyordum. Yaşamıyordum, yaşatıyordum. Sen beni anlayamadın. Karısını gerçekten seven bir erkek böyle yapmazdı. Bana destek olmadın. Beş çocuğu tek başıma büyüttüm. Zaman yetmiyordu, yardımcı tutmayı akıl etmedin, ben de işlerini daha da geliştirmen için senden yardımcı istemedim. Bu fedakârlıklarım için takdir edilmeyi beklerken sen hayatına başka birini aldın. Mazeret kabul etmiyorum. Son noktayı koyuyorum.

       

         Selma, sekreterin yanında bilgisayara bakan Mehmet Ferit’in başını okşadı. Onu alarak yakındaki pastaneye götürdü. İstediği çikolatalı pastayı ve naneli limonatayı ısmarladı. Kendisine de sade kahve söyledi. Yeni bir sorumluluk daha almıştı. “Beş çocuğu yetiştiren altıncı çocuğu da yetiştirir. Allah büyük…” diye mırıldandı.

 

          Nurten Abla kapıyı açar açmaz Selma’nın yüzündeki ağlamaklı ifadeyi fark etmişti. Mehmet Ferit de şaşkındı, neden burada olduğunu merak ediyordu.

 

-Bak, Mehmet Ferit canım annen bir yolculuğa çıktı fakat aniden gitmek zorunda kalınca sana veda edemedi. Seni bize emanet etti. Kardeşlerinle kalacaksın. Sana bir de oda ayarlayalım.

-Annem gelince de bu evde mi yaşayacağız?

-Evet yavrum…  Bundan sonra hep birlikte yaşayacağız. Kardeşlerin de seni çok seviyorlar.

-Peki, babam, babam da burada mı yaşayacak?

-Hayır, baban eski evinizde kalacak yine ama istediğin zaman görüşeceksin onunla…

-Yaşasın!


          Akşam eve dönen aile fertlerine Nurten Abla durumu kısaca özetlemişti. Çocuklar, kardeşlerine durumu sezdirmemek için çabalamışlardı. Mehmet Ferit, o hafta okula gitmedi. Evdekiler onu mutlu etmek için ellerinden geleni yaptılar.

 

           Aradan iki ay geçti.  Bu arada Davut Bey, ilk boşanma davasına katılmadı. Avukatını da yollamamıştı. Dava altı ay sonrasına ertelendi.

 

         Davut Bey, kahrından kendini içkiye vermişti. Çocuklar, babalarının bu durumuna çok üzülüyorlardı. Annelerine yalvardılar:

 

-Anneciğim, lütfen babamı affet. Bizi düşünmüyorsan şu el kadar günahsız sabiyi düşün. Zaten annesiz kaldı. Bir de babasız bırakma onu…

 

        Selma Hanım, her şeye rağmen kocasını seviyordu. Kadınlık gururu kırılmış olsa da çocuklarının daha çok üzülmesine razı olamazdı.

 

-Pekâlâ, babanızı arayın. Akşam yemeğine gelsin. Nurten Abla, Davut’un sevdiği yemekleri hazırla. Ben de sana yardım ederim. Bu kez mutfak önlüğüyle karşılamayacağım onu… Bugün yeni bir dönem başlıyor. Geçmişe sünger çekeceğiz. Dokuz kişilik mutlu bir aile olacağız. Nurten Abla, sen zaten bizim ailendendin biliyorsun değil mi?

 
        Nurten Abla da ağlamaya başladı. Yeni hayatın eşiğindeki ilk adımları sağlam ve güvenli olacaktı. Anlayışın, sevginin, hoşgörünün egemen olacağı yarınların temeli işte şu an atılıyordu. Nihat, Serhat, Fırat kardeşlerine bilgisayar oyunu açmışlardı. Mehmet Ferit, mutlu mutlu oyun oynuyordu. Ortaokulda okuyan Yeliz ile Filiz de sofra kurma işini üstlenmişlerdi. Aile olmanın güzelliği birbirlerine destek olmalarında gizliydi. Ancak Selma Hanım, “Güven, bedeni terk eden ruh gibidir. Terk ettiği bedene dönmez.” diyordu. Bu olayların ülkemizde sıkça yaşanır olması Selma’yı hem kendi adına hem de toplum adına çok üzüyordu. Davut Bey’in pişmanlığı ise her halinden belliydi. Selma Hanım, Davut Bey’e asla güvenmeyerek ona en büyük cezayı verecekti. Kalp kırıldıktan sonra tamiri çok zordu.

 

Radyoda bir şarkı çalmaya başladı:

“Şu çeşme ne güzelmiş,

Su içecek tası yok.

Kırma insan kalbini,

Yapacak ustası yok.”

 

          Selma Hanım ile Nurten Abla göz göze geldiler. Nurten Abla, her şeyin farkındayım dercesine başını salladı. İkisinin gözlerinde de yıllar öncesinden donmuş gözyaşları vardı. Biliyorlardı ki artık hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktı.

 

HARİKA UFUK

ADANA

16 TEMMUZ 2014

( Davut Bey başlıklı yazı harikaufuk tarafından 3.08.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.