20] Gazinin hareketi, doğruydu ve olması gerekendi. Ama yürür
de olan sürece göre bir hükümet vardı. Bu hükümetin yasaları vardı. Buna göre
vergi toplamak, savaşın ya da barışın kararlarını almak, ordu kurmak vs. türü
muhataplık süreçleri de bu saltanat hükümetinin elinde olmakla saltanat
hükümeti meşruydu.
Saltanat hükümeti de çelişki altındaydı. İşgal altındaki bir
hükümet anlaşma da yapardı. Bu anlaşma saltanat çevresini istisna tutmak
kaydıyla; ülkenin her yerinin işgalcilerce işgal olunacağını ön gören bir
anlaşma da olamazdı. Böyle bir anlaşmanın hükümeti meşru olamazdı.
İşgale karşı direnç koymamasıyla, konan direncin üzerine
kuvvetler göndermekle, işgalcilerle iş birliği yapmakla ve bu işgali
onaylamakla vs. saltanat hükümeti kendi meşruiyetini, yitirmişti. Ama diğer
yandan da her tür gücü şeklen elinde bulunduran karar mercii olma
muhataplığıyla da saltanatın iğreti bir meşruiyet ligi de vardı.
Kurtuluşlu hareket te direnişin meşru olduğu durumdaki bir
dirençle ortaya çıkmasıyla; meşruydu. Ancak biçimsel muhataplık kuralına göre de
muhatap alınmamakla da meşru değildi. Her ikisi de aynı iki çelişkiyi zıt yönde
taşıyorlardı. Biri eski olan ruhun çelişkisiydi. Birisi de yeni olmaktan
kaynaklı yeni olan ruhun çelişkisiydi.
İşgal altındaki bir ülkenin kendisini savunmasından daha
meşru bir şey olamazdı. Ama yürür de olan saltanatçı işbirlikçi siyasetlere
göre kurtuluş hareketi emperyal hareketlere direndiği için, genel olarak hem
dış dünyada muhatap kılınmasını istemiyordu hem de ayağına kurşun sıkmamak
bağlamında emperyalistlerle işbirliği içindeydi.
Ülkemiz içinde saltanat hükümetinin varlığı nedeniyle, Dış
dünyadaki emperyalistler göre; emperyalistlerin Kurtuluşlulara denk olucu bir
eşitlik muhataplığı da yoktu. Saltanat bunu görüp kendisini lav edecek ya da Anadolu’daki
hareketle bütünleşecek yerde o da Anadolu’nun muhatap alınmaz lığını dibine
kadar kullanıyordu.
Bu yaman durumlar karşısında kurtuluşçu kadronun meşru olup
olmama gibi sorunsalları yapay yollardan hararetle ortaya konup,
tartışılıyordu. Anadolu hareketinin kuvayı maneviyesin kırılmak isteniyordu. Meşru
olan direniş meşrusuzlaştırılıyordu.
O günkü siyasi hükümetine istediğini yaptıran emperyalizm ve
işbirlikçi basiretsizlikler de bu sorunsal çelişkiye dayanakla Ankara'yı
muhatap almazmış gibi davranıyordu. Sevgili Gazi bu sorunu kökten çözecek bir
meşru sürece başvurarak kendisini ve hareketini muhatapları ve muhatap
olmazları karşısında meşru kılacaktı.
Aslında tarihi diyalektiğin diliyle, meşru ve doğru olan
hareket; uygulama olan günün muhataplık süreçlerine göre de meşru olmazlığın
çelişki, yansımasını bağrında taşıyordu. Burada şu analizime izin verin lütfen.
Emperyalist muhataplar Anadolu isyanını çete hareketi,
haydut hareketi görüp; resmi ilişkilerde ve temaslarında güya bu tür
yaklaşımlardan titizlikle kaçınıyordu! Emperyalistler Anadolu’daki kutsal
hareketin kurtuluşçu isyancılarıyla diyaloğa geçecek ilişkiler kurmayı evrensel
hukuka göre zül addediyorlardı.
Aynı emperyalistler evrensel hukuka göre ve konjonktür
devletlerinin yayınladığı terörist grupları deklare ettikleri listeye göre PKK,
El kaide, Taliban gibi çete haydut ve terörist isyancı örgütlerle her tür
işbirliği destekli örgütlenmelerinin; eğit-donat finansörü olmaktaydılar!
Anlayana ne yaman bir çelişki değil mi?
Böylesine bir meşrulaşma içinde olmak isteyen hareketin;
emperyalist kine karşıda elinde tutacağı bir dayanak daha olmasını istiyordu.
İşgal gibi bir tavra karşı oluşan reaksiyonel hareketin kıvılcım oluşuyla
yapılan bu kongreler zaten bir meşrulaşmaydı. Hareketi meşru kılan kongrelerin
daha Amasya kongresi sırasındayken; ikinci bir meşrulaşma adımı daha atıldı.
Bu adım saltanatı meşru sayan çevreler nezdinde
meşrulaşmaydı. Gerekli değildi ama hamle olarak olağanüstüydü. Buna göre
saltanat parlamentosu olan meclisi mebbusanın son kez toplanması. Bir karar
alıp dağılmasıydı. Ve Anadolu hareketi de kendi hareketini bu parlamento
kararına dayandırarak emperyalistlerin de şeklen ağzını açamaz olacağı bir
durumu ortaya koyuyorlardı.
Son Osmanlı Meclisi mebussan toplanıp bir "milli ant"
olan "MİSAKI MİLLİ" içti ve yetkisiz oluşuyla Ankara' da yeni bir
meclisle toplanmak üzere dağıldı. Bu alanda da çetin bir mücadele içinde
olmuştu.
İşte 28 Ocak 1920'de toplanan son meclisin aldığı kararlar,
her yönüyle değilse de; miski milli olan ana kurallı yeminiyle, Kurtuluşlu
kadroya meşru dayanak olmakla meşruiyetlik te olacaktı. Bu hareketin inşası
için yeterli bir meşruiyetleşmeydi.
Hasta sayıklıyor ve bilinci yerinde olmamakla hasta farkında
bile olmadığı ilacı alamıyordu. Ama siz de hastayla birlikte yaşamak ve
hastayla yaşantılaşmanızın bir zorunluluğunun var oluşu nedeniyle bu ilacı
vermek zorundaydınız.
"O ve biz bir kadroyduk. Kurtuluş Savaşını beraber
başardık. Şu farkla ki; O (Mustafa Kemal Atatürk) biz olmasak ta bunu
başkalarıyla yapardı. Ama O, olmasaydı; bizler bunu başaramazdık" diyen
Kazım Karabekir(ler); adeta ikrarını ispatlarcasına Anayasa çalışmaları
süreçlerinden bu tarafa, güne gelene dek süren kimi aksamaların hayli
engelliklerini de ortaya koyacaktı (lar).
Sonrakiler de bu durumun açılan yolu üstüne usulü
dâhiliyesince yatacaktılar. Feodal ilişkileri demokrasi adına siyaset ve parti
kadrolarına yerleştirecektiler. Kifayetsizlikler bilmiyordu ki güncel
demokrasiler, bir feodal ilişkiler düzenlemesi değildi.
Bağımsızlığın felsefesine ilişkin yalın bir irade olur
olayı, devasa bir sorun imiş gibi anlayıp, olayı genel felsefeye uygun olmayan durumlarıyla
farklı bir düzey ve düzlem de ele alıyorlardı. Bu nedenle de, bu emektar
değerlerin kendileri, her biri ayrı ayrı süreçler içinde adeta her biri bir
sorunun parçasıymış görüntüyle sorunsal bir durum olabiliyorlardı. Çerkez Ethem
gibi.
Yeni modelin Türkiye Cumhuriyeti olur modern uygulamalarına
karşı çıkanlar da kimi bu değerlerimiz içindendi. Yani ağacı kesen, yine
baltaya sap olan ağacın kendisi olmanın görüntüsü vardı. Kendi özel çaplarının
ve yeteneklerinin dışında olduklarında genelce tutumla olacak karizma ve lider
olmanın özelliklerine pek pek vakıf olamıyorlardı.
Bu muhteremler ellerine verilen modele uygun, çok başarılı
ve pratik becerilerini tam bir başarı ile ortaya korlarken; sürecin gelişen
boyutunu kavramakta hala yetersiz ve atıl ve hatta hareket içinde kimi
durumlarıyla tıkaç kalıyordular. Muhteremler genel durumun içinde birbirinin iyi
bir görevdeşi (sinerjisi) olmakla, bütüncü eylem içinde iyi bir parça görev paylaşmanın
mutluluğu içinde olmakla bu mutluluğu sürece katkı sinerji olarak ta
yansıtabilirlerdi. Ama bunların pek çoğu
kritik süreçte başarılı olmalarına dayanılarak çıkarımlar yaptığımızda iyi bir
sistem ilişkiler olmalarını kavramak apayrı bir izandı.
Savaş başarılmıştı. Halkımız ve bu değerli emektarlar; hala
hilafetin ve saltanatın başta icrayı hüküm sürmelerini canla başla
bekleşiyorlardı! Saltanat, hilafet gibi taassubun, yüz yıllardır olması gereken
tüm zararları dünyada olduğu gibi bizde de görülmüştü. Toplum denen olgular;
halkın varlığından ve bilincinden bağımsız işleyişte olmakla sosyal olandan da,
sosyolojik var oluştan da, apayrı bir işleyişti.
Bunun böyle olduğu, daha 1600'lerin sonunda 18. Yüz yılın da
başlarında adeta insanların gözünün içine sokulmuştu. Günümüzde bile, sözde
eleştirmen olan kimi bağnaz karanlıkçı aydınlar vardı. Bu tipler toplumsal
olmayanı süreç ve süreç konularına, toplumsal dinamikler diyerekten, koy sepete
mantığı ile hareket ediyorlardı. Halk sal ideolojileri getirip; bunları 'toplumsal dinamiklerin' içinde
sayabilme mucizeli! Kanaatlerini; feraset ve bilgili olma başarılarını, rahatça
ortaya koyuyorlardı(!)
Dünya aktörleri, konjonktür sel durum olmaları
gerektirmesiyle topluma dek olanıyla, halka ait olan yeni anlayışlarını ayırt
etmenin bilincindeydiler. Bu tür mantıksal tutumların kategorice olan düşünme kalıpları,
gidişe uygun işleyişler içinde olmalarını sahneliyorlardı. Olan biten şey yeni olukla
yapılanan süreçlerin tutumuydu. Güncel olanın kendi yapılı denge süreçleri
içinde gelgit yapanları düzenlemekti. Yani süreç güncel gelişmenin kendine özgü
sorunsallarının içindeydi. Osmanlı, bu sorunsalları hiç anlayamadığı gibi
bunları “keferelerin” doğru yoldan sapınçlarının bir alametifarikası
sayıyorlardı!
Osmanlının bu mantığı! Kendilerinin içinde bulundukları tartışmaya
ve akıl süzgecinde geçirmeye kapalı olan kültürlerine ve ideolojilerine çok
uygundu. Osmanlı bu tanı sal ve bu kanı sal ürperişlerle mevcut durumlarına
daha sıkı bir sahiplenişle sarılıyorlardı. Güya bu tavırla kendi özgüvenlerini
tazeliyorlardı! Özne nesnel olan sorunsallara, özne nesnel olmayan düzlemde
bakıp, teşhis ettiler!
Osmanlılar, bu kabilden çağdışı teşhise can havli içinde
sarılmalar yaptılar. Sarıldıkları şeyin her biri her bir yerde koptu. Buna
rağmen kopup ellerinde kalan sarılma ipinin yorumlanmasından da, çok bir
mahirdiler! Kararlı bir özgüvence içinde olmalarıyla sarıldıkları ipin çürük
olmasını düşünmeden kendi geçmiş günahlarının kefaretine bedel sayıyorlardı!
Maazallah çürük ipe tutunmanın düşmesiyle kalmayıp, taş da
olabilirlerdi değil mi? Ağızları bir yana, gözleri bir yana çarpılabilirlerdi
de! Eğer taş olmadılarsa; ağızları gözleri yamulmadıysa bunun nedeni hala kendi
içlerinde bulunan evliya ve enbiyaların yüzü suyu hürmetine olmalıydı!
İşte emektar değerler bu tür mantık koyuşun düşünme değerlendirmesinin
içindeydiler Bu tür kısır mantıkların eylemlisiydiler. Bu tür mantıkla fevri
oluyorlardı. Genelce olandan özelce olanın kısırlığı içine düşüyorlardı. Bunların
ardılları olan günceldeki kimi sözde aydınlarla kimi halktan zümreler de,
benzer mantıklarla, yukarıdaki türden güya eleştirel olan mantığı ortaya
koyabiliyorlardı. Değerli şahıs olan bu kıymetler, hala eski alışkanlıkların
devamını istiyorlardı. Hâlbuki köprünün altında konjonktür sel oluklu
sinerjinin yel akışları vardı. Buna karşı durmak, olası mıydı?
İşte kişilerin kıymetli ve kıymetsizi oluşlarını; köprünün
altında akan, çağcıl akıştaki çözümlerin içinde olan seçicilikle
belirleyecektik. Buna karşı duruş, mümkün olmayacaktı. Siz istediğiniz kadar o
karizma olamayan kişileri haklı lamanın içinde olun. Ya da karizma olanları da istediğiniz kadar
batırma gayreti içinde olun. Kişiler güncel olana aykırı olmakla kendi
estirdikleri fırtına içinde, sürüklenir olmaktan kurtulamayacaktır.
Bu sürüklenişin nedeni de, yeni durum karşısında, yeni
parametreler koyamamaktı. Yeni ölçüler koymak yerine geçmişin eski ve köhnemiş;
geçersiz olan anlayış ve mantığını hala değişmez oluşla savunur olmanızdır.