[if gte mso 9]>

AYAKKABIMIN TEKİ DENİZE DÜŞÜNCE...

 

Vapurdaydım, sigara içmek istiyordum. Bu nedenle yolcu vapurunun her iki yanındaki tahtadan yapılmış sıralara oturdum. Saatlerce yürümüştüm. Ayaklarım oldukça yorgundu.

Oturduktan sonra yolcu vapurunun demirlerine doğru ayaklarımı uzattım. Topuklarım acıyordu. Hafiften ayağımın topuğunu serbest bırakıp biraz rahatlatacaktım güya.

İşte olan olmuştu bile!

Ayakkabımın teki denize düşmüştü. İçim bir hoş olmuştu tabi, ama hemen kendimi toparlamıştım. Omuz silkip Diğer tekini de atıp rahatlamıştım. Bu kez de herkes sesli bir şekilde gülmeye başlamıştı. Bir yandan da meraklı bakışlar üzerimden kayıp denize doğru başlar eğilmişti.

Ayakkabım denize düşünce, vapurdaki tüm gözleri üzerimde hissetmiştim. Merak duygusu bir virüs gibi bir anda herkese yayılmıştı.

O anda inanın hiçbir şey umurumda değildi.

Kimseyi görmüyordum. Ama herkes beni görüyordu.

Bende diğer ayakkabımı denize atıp, iki ayağımı vapurun küpeştesine dayadım. Yaktım bir sigara.

Sarayburnu’ndan batan güneşin keyfini çıkartmaya başladım.

20 dakika sonra vapur Beşiktaş İskelesine yanaşmıştı. Çok ilginç, beni gören her insan kenara çekilip, geçmem için bana yol veriyordu.

O anda kendimi Kraliçe II. Elizabeth gibi hissetmiştim. Yani egom tavan yapıyordu. Ağır ağır iskeleden geçip şıpıdık şıpıdık iskele çıkışına doğru yürümeye başladım.

Havada tatlı bir nisan esintisi vardı. Baharın o kanı hareketlendiren heyecanı hafif bir yorgunluk hissettirse de kışın ayazını ruhumuzdan sıyırması yüzümüzü aydınlatmaktaydı.

2o dakika öncesi yolcu vapurunun dışında bir sigara içimlik zamanda 2 ayakkabıdan olmuştum.

Çorabımın tabanında asfaltın aşındırmasına bağlı yırtılmaları hissediyordum.

Kuyruğunu dik tutan kediler gibiydim. Yalınayak yürümeme mi, yoksa kimseye aldırmamam mı insanların bakışlarını üzerime mıhladığı o an, aklımdan geçen tek bir şey vardı:  Cihangir'deki evime nasıl gidebileceğimdi. Allah'tan yağmur yağmıyordu. Yerler ıslak değildi.

Dolmuş durağına doğru giderken küçük bir kız çocuğunun kıkırdayarak annesine : "Anne kadına bak ayakkabısız yürüyor!" sözleri kulağıma çalındı.

Ona hafiften bir sevecen gülüş fırlattım.

Tam dolmuş durağına yaklaşmıştım ki, omzuma bir el dokundu:

"Hanımefendi, hanımefendi bir dakika bakar mısınız?"

Başımı çevirdiğimde sesin sahibinin 40'lı yaşlarda iyi giyimli bir erkek olduğunu gördüm. Meraklı yüz ifademi görünce;

"Kusura bakmayın, aslında vapurda söyleyecektim, ama çekindim."

Kaşlarım şaşkınlıkla yay gibi alnımın yukarısına doğru gerilmişti:

"Bana ne söyleyecektiniz beyefendi?"

Sanırım yüz ifademle beden dilimle beyefendinin bana söyleyeceği sözcükleri iki dudağının arasına kırmızı bal mumu gibi mühürlemiştim.

Kısa bir suskunluk olmuştu:

"Şey, ben diyecektim ki..."

Merak duygumuz, aşk ve öfke duygularımız gibi insanın en vazgeçilmez duygularından biriydi. Acaba bana ne söyleyecekti?

Ses tonumu onun çekimser duruşunu fark edince yumuşatmıştım:

"Evet, sizi dinliyorum."

Adam hızlı hızlı konuşmaya başladı:

"Eğer beni yanlış anlamazsanız, arabam hemen şurada park halinde. Sizi gideceğiniz yere bırakmayı önerecektim."

Gerçekten güzel ve yerinde bir teklifti. Üstelik de yüzlerce kişinin içinde belki de tek cesur olan kişiydi.

Beyefendinin yüzündeki mahcup ifadesiyle ilgisi karşısında şaşkınlığım yerini hoşgörüye bırakmıştı.

"Ah, teşekkür ederim çok ince düşüncelisiniz."

Cesareti katlanmıştı ki;

“Siz burada bekleyin, ben hemen aracımı buraya getiririm; daha fazla yürümemiş olursunuz böyle.” demez mi?

Ki ona teşekkür ettikten sonra teklifini reddetmeyi düşünüyordum. Ama beyefendi sözcüklerimin "evet" anlamına geldiğini, algılamış olmalı ki, iki üç adımla yanımdan uzaklaşmıştı. Bense ardından baka-kalmış,  sadece; "Ama ben..." diye sözcüklerimi çakıl taşı gibi ağzımın içinde yuvarlamıştım.

 

"Acaba o beyefendi gelmeden bir taksi mi, çevirsem?" diye düşünmeye başlamıştım.

Öyle ya, hiç tanımadığım bir insanın aracına neden binecektim ki? Gözlerim Karaköy ve Taksim'den akan trafikte sarı taksi aramaya başlamıştı. Dolmuş da gelmemişti. Bense öylece durakta beklemek istemiyordum.

Tam o sırada bakışlarım Halk Pazarının olduğu yöne doğru kaydı. Açık tezgâhlarda giysiler, ayakkabı ve terlikleri görünce yüzüm aydınlanmıştı.

Bu kez de adımlarımın rotasını o yöne çevirmiştim. Aracını almaya giden beyefendiye kabalık olacaktı belki de ama en azından riski göze almayacaktım.

Ee bu koca şehrin adı İstanbul'du. Her çeşit insan yaşamaktaydı. Boşuna dememişler; "72,5 Milletin yaşadığı şehirdir İstanbul," diye...

 

Açık Halk Pazarına varır varmaz ilk dükkâna yaklaştım. Bakışlarım tezgâhta topuksuz ayakkabılarda dolaşırken düşünüyordum:

"Yahu, benim cüzdanımda bir ayakkabı alacak para yoktu ki..."

"Acaba kaça satıyorlar?"

Ben böyle ekşi yüz ifadesiyle bakınırken dükkân sahibi genç bayan yanıma yaklaştı:

"Size nasıl yardımcı olabilirim bayan?"

Dükkân sahibesi genç bir kızdı. Üstelik de ses sanatçısı Sibel Can'ın sanki ikizi gibi kopyasıydı.

O anda ayaklarıma bakmış olmalı ki, gülsün mü, konuşsun mu bilemedi zavallım. Onun şaşkın hali öyle hoşuma gitmişti ki, konuşmasına fırsat vermedim:

"Komik olan ayaklarımda ayakkabının olmayışı değil, komik olan nedir biliyor musunuz hanımefendi?"

İlgiyle sordu:

"Nedir?"

Hoş bir gülüşle karşıladı sözlerim onun sorusunu:

"Ayakkabı alacak param evimde. Evim de Cihangir'de. Ve ben evime nasıl gideceğimi düşünürken sizi fark ettim. Kendime gülüp duruyorum şu son yarım saatte..."

Maviş gözleri öyle hoş gülüyordu ki. Hani yüzü aydınlatan gözler mi, yoksa yanakla, dudaklar mı? Diye sorsalar bana "gözler," diye yanıt verirdim, inanın.

Genç kız tezgâhtan bir ayakkabı seçip konuştu.

"Demokrasilerde çareler tükenmezmiş, bakın bu model size çok yakışacak. Ayak bileğiniz ince çünkü..."

Bir anda içim o genç kıza öyle kaynamıştı ki, sanki yeryüzüne inmiş bir melek gibiydi. Ayakkabıları ayağıma geçirir geçirmez, elim çantama uzandı. İçinden çalıştığım bakanlığın kimliğini çıkartıp, ona uzattım:

"Bu iyiliğinizi asla unutmayacağım. Yarın ayakkabınızın ücretini mutlaka ödemek için yine buraya geleceğim."

Adının Fatoş olduğunu öğrendiğim genç kız, uzattığım kimliğime şöyle bir bakıp, "Olur mu öyle şey canım? İstediğiniz zaman gelir, ödersiniz. Ben insanın gözlerinden anlarım ödeyip ödemeyeceğini. İnsanlık hali, benim de başıma gelebilirdi."

Onun anlayışı karşısında öyle mahcup olmuştum ki, sadece teşekkür etmek yetmezdi. Bir anlık durgunluğumu görünce elimden tutup beni küçük dükkânına çekti:

"Hadi gelin birlikte bir kahve içelim."

Yaşamımda içtiğim en güzel kahveydi.

Biz sıcacık kahveleri yudumladıktan sonra, adet yerini bulsun, diye kahve fallarına öyle dalmıştık ki; beni aracıyla evime bırakmayı teklif eden kişiyi çoktan unutmuştum bile.

Daha sonra o beyefendiyle tekrar karşılaştık tabi. Hem de "Dünya küçükmüş," denilir bir karşılaşmayla...

Balıkesir Akçay yazlık evimizin alt kata su basmasıyla evimizin ve alt katın hasar tespiti için sigortadan bilirkişi çağırmıştık. İşte yıllar sonra aynı kişiyle evimizin hasar tespiti yapılırken karşılaşmıştık.

O gün onun sigorta müfettişi olduğunu öğrenmiştim.

Kahvelerimizi içerken geçmişteki o anları söyleşip gülümsemiştik...

 

Emine Pişiren

"...Gerçek Yaşanmış Bir Istanbul Anısıdır."

 

( Ayakkabımın Teki Denize Düşünce... başlıklı yazı BelkiBirGün tarafından 21.04.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.