Atatürk'e Aydın Etkisi

1948 yılında TRT’deki bir programda spiker karşısındaki kişiye hitaben derki:

"Atatürk'ün çevresinde birçok aydınlar vardır. Bu aydınlardan olan kimi kişiler şunlardı; Yakup Kadri Karaosmanoğlu; Ruşen Eşref Bey; Mazhar Müfit Kansu Bey, Yunus Nadi Bey gibi. Zaman zaman, bazı konularda onu (Atatürk'ü) aydınlatmak için sizlerin de Atatürk'e bir etkiniz bir katkınız olmuş olabilir mi?" Türündeki soruya Yakup Kadri'nin cevabı şöyledir:

 

Soruya patlamayla verilen bu cevapta; " Yahu, kızım, sen neden bahsediyorsun? Ne aydınlatması? ADAM, her konuda bizlerden yarım asır önde! Bizim onun dünya görüşüne, düşünce tarzına ne biçim etkimiz, nasıl bir katkımız olabilirdi ki?" diyordu Yakup Kadri Karaosmanoğlu.

 

Bence olmuştur. Adam'dan yarım asır geride olan aydınlar var. Ya da bu aydınlardan yarım asır önde olan ADAM, her bir aydının; her bir eksik olan; yarım kalmış kısır görüşlü düşüncelerinden hareketle; ADAM; kendisinin kararlı doğrularını ortaya koymanın mihenk taşlarını oluşturmuş olmalıdır. Onların eksikliği ADAM'da fazlalık oluşla belirmekte olup; onların bile haberi olmadan adam, onların bilmezi yanlarını kendisinde bilme yapmıştır. Onların cehaletini ADAM, kendisinde aydınlanmaya çevirmiştir.

 

Kadro içinde olanlar süreci enine boyuna kavramış değillerdi. Şimdi ne yapılacak? İleride ne yapılacak olduğunu, kavramış değildiler. Meşru hükümetin, işgalci kuvvetler etkisiyle serbest davranamadığını söylüyorlardı. Bu kabil kavrayış içinde olan tutumun; rutin heyecanıyla davranıyorlardı. Bu nedenle, saltanat erkinin kurtarılması gerektiğini hıfz eden örtülü bilinçle ancak Mustafa Kemal’e inanacaklardı.

 

Kadrodakiler bu tarz örtülü bilinç içinde olmakla; “Doğrusu nedir? Bilmiyoruz. Ama sana inanıyoruz” diyorlardı. Kurtuluşlu kadrodan olanlar; böylece askeri görevleri kapsamındaki düsturun refleksiyle millici hareket içine katılıp, işgalcilere karşı bu türden duygusal ve nesnel nedenlerle karşı oluyorlardı.

 

Kurtuluştu savaşın; olup biten süreç olaylarına, sürecin sonrası olan zaman içinde Kurtuluş Savaşı günlerine yeniden idrakle baktığımızda şunları görürüz. Ya da “İttihatçılar bizi savaşa soktu da battık” denen talihsiz söylemler için şunlar da hatırlatılmalıdır.

 

1-En önemlisi tekâmülünü, ömrünü tamamlayan bir imparatorluk, kendi çöküşüyle tarih sahnesinde kaçınılmaz ama mutlu doğumla, silinmektedir. 1699 da başlayan duraklama ve çöküş süreci, toprak kayıplarını beraberinde getirdi. Kayıp topraklar aynı zamanda da gelir kaybı demekti. Bu kez de kayıp toprakları geri almanın hevesine ve paniğine düşüldü. Bu panikle Osmanlı, kendince zamanı uygun algıladığı her fırsatta kendi saldırı şartlarını oluşturuyordu. Böylelikle bu çöküşe Osmanlı, bilmeden de olsa; istemeden de olsa kendi katkısını koyacaktı. Ki, İttihat ve Terakki de, bu türden olan, kısırlığının; siyasi hayallerinin içindeydi.

 

2- Hasımlarının gözünde Osmanlı hasta adam konumuna düşmüştü. Hem de mirası meşruiyetle pay edilmesi gereken hasta ve iflah olmaz bir yapıydı. Özellikle de 1800'lü yıllardan 1914 yılına kadar, muarızlar (karşı koyanlar) sanki konjonktür bu değilmiş gibi düşünmektedirler. Karşı çıkıcılar sanki emperyalistler Osmanlı topraklarını, payı mal edilecek, bir ülke olarak görülmüyormuş gibi bir gafleti durumun içindeydiler. Bu gafleti unutturmalarla kimileri; “ittihatçılar bizi savaşa soktu da battık” diyebilmektedirler. Vesilece katkı olan ittihattı nedeni, salt konjonktürden kaynaklı neden gibi görmenin mantıksal kusuru, bu söylemle de hemen sırıtık veriyordu.

 

Osmanlı için emperyalistlerin düşüncesi; 'Terekesi paylaşılacak hasta adam' dan da öte bir şey değildi. Ölmekte olan adam görülen Osmanlı’yı, talan ve işgal etmenin gerekçesini ortaya koyan, gizli paylaşım anlaşmaları 1914 yılına dek adım adım sahneye konuldu. Bu sahneye konuşun içine hem Osmanlı’nın iç unsurları dâhil oldular; hem de Osmanlının Avrupa gibi dış unsurları dâhil oldular.

 

Mondros silah bırakma anlaşmasının gereği oluşla, galipler yurdun, uygun buldukları yerini; işgal edeceklerdi. En temel savunma olan işgale karşı direnç göstermek suçtu!  Orduya silah bıraktırılması ve yine ordunun dağıtılması gündemdeydi. 1918 de meclis kapatılmıştı. Yönetimin bir anlamda ve dar anlamda ahaliyle bağı kopmuştu. Azınlık çeteleri oluşmuştu. Baskı, şiddet ve dağa çıkmalar başlamıştı. İşgalin bahane ve gerekçeleri emperyalistlerce ortaya konuyordu. Bunu, ahaliye hazmettirmek zordu.

 

İşgalin sindirilemez oluşunu halka sindirtilmesi ve işgale direnç gösterilmemesi için halkın tavrının işgale “hemahenk”  (uyumlu) olması için içte saltanatı hilafiye de kendince bir faaliyet, başlatmıştı. Nasihat heyeti (heyet-i nasiha) denilen bu faaliyeti oluşum, genel olarak halkın işgale razı olmasını öğütleyecekti. Ordunun silah bırakılmasına ve ordunun dağıtılmasına ses çıkartılmamasını tavsiye edecekti. Kimi ihanetçi, işbirlikçi çete baskılarına karşı oluşan direnç ruhuna karşı, sabırlı olun denerek meşru direnme hakkı kırılacaktı. Tarihler 5 Nisan 1919 ve sonrasını gösteriyorken” heyeti nasiha” tam bir ihanetçi olmanın nasihasıydı.

 

İhanetçi ihanetini söyler mi? İktidara göre de nasihat heyetinin amacı, “selamı şahane ile” ahali yakınlığının taltif olmalarıydı! Yoğurdum kara diyen olmazdı! Şehzadeler eşliğindeki nasihat heyeti, millici kongre süreçlerine (Ali Galip olayına) kadar devam etti. İktidarın Heyeti Nasihalarına karşılık; bağımsızlığın felsefesinin de heyeti temsilcik içinde oluşan dirençle kongreleri (toplantıları) vardı.

 

Heyet-i nasiha,  genel bağlamıyla, çöken yapının kendi kendisine bir darbe vurmasıydı.  Olası direnişçi çoban ateşleriyle başlayacak şevkin, kırılmasıydı. Ve çoban ateşleri nedenle akmağa başlayacak olan suyun kendi yatağını kendi bulmasına karşı oluştu.  Bu istek düşmanın ricası üzerine düşmanla işbirliği içinde olunarak saltanatın ihanetiyle yapılıyordu. Oluşacak haklı direnişi kırma işi; ihanetçi saltanatın direktifi oluş noktanın, ihanetçi meşruiyetliği içinde olmakla; haklı direnişi pasifize etmekti.

 

Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşına girişinde; konjonktürden habersiz oluşla bir zamanlar Osmanlı'nın elinde olan karışık siyasi coğrafyaları; Osmanlının yeniden eline geçirme isteği de vardı. Bu istek; Osmanlının savaş katılma süreci içinde gerekli bir ana gündemi oluşturmaktaydı.

 

Hatta Almanlar Osmanlı’yı yanına çekmek için Osmanlı silahlı kadrolarının bu heveslerine plânlı bir şekilde tercüman oldular! Almanlar “Osmanlı’nın kayıp topraklarını geri alacağı” gibi garip bir söylemle Osmanlının hissiyatına damardan girdiler.

( Kurtuluşun Felsefesi 003 başlıklı yazı Bayram KAYA tarafından 16.02.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.