.
    -İyi günler
    -İyi günler, buyurun..
    -Pazartesi, öğlen için bir randevu verir misiniz?
    -Pazartesi öğleden sonra 2'ye kadar halledebilirsek, olur.
    -Bizim başka vaktimiz yok yalnız... Eşimle ben çalışıyoruz, sadece öğle tatilinde gelebiliriz.
   -Olur madem... Pazartesi saat 12'yi işaretliyorum. Adresi alayım lütfen.
   -Adreees... Aslında biliyormuşsunuz, Viorel'in evi...
   -... (O an ellerimin titrediğini hissettim, kalemim düştü. Karşımdaki adamın gözlerine baktım. Adamın kirpiklerinde, sanki donmuş gibi duran gözyaşı damlasını farkettim. Acaba öldü mü ki diye düşünürken, otomatiğe bağlanmış gibi, masadan yeni bir kalem alıp ajandada pazartesi saat 12'nin karşısına "Viorel'in evi" diye yazdım ve alacağım cevaptan korkarak):
   -Kendisi...Nasıl?
   -Yatıyor, kendine bakacak durumda değil. Bize taşıdık. Ev sahibine çıkış verdik. Eşyalarını sizin almanızı özellikle istedi.
   -İyileşip geleceğini umuyorduk...ameliyat olduğunu söylemişti kızı...iyileşeceğinden emindik...
   -Olmadı, beyninden tümör almışlardı, yeniden oluştu, lenf düğümlerinde de buldular, bütün vücuduna yayılmış... Uyandığı zaman acı çekiyor, o yüzden genelde uyutuyoruz.
   -Siz damadı mısınız?
   -Evet, büyük damadıyım.
   -İki kızım da Türk'le evli demişti.
   -Öyleyiz...
   -... (Boğazımdaki düğümün, konuşunca serbest kalacağını, hıçkırıklara boğulacağımı tahmin edip sustum... Bir kaç defa yutkunup...):
   -Uzun zamandır görmüyorduk, aslında merak da ediyorduk... Ama iyileşip geleceğinden emindik.
   -Biz de öyle sanıyorduk... Ama bu defa olmadı...
   Genç adam dışarı çıkarken, dükkanın kapalı ortamında boğulduğumu hissettim. Ben de arkasından çıktım. Viorel'in iki kızıyla köpeği dışarda bekliyorlardı. Eşim:
   -Çok çok selam söyleyin, çok üzüldük...iyileşip gelecek diyorduk...şimdi ne söylenir bilmiyorum ki... dedi.
Viorel'in kızlarıyla damadı teşekkür edip yanımızdan ayrılırken, sakladığımız hıçkırıkları ikimiz de serbest bıraktık...
 
   .....
   Yaklaşık otuz senedir İsviçre'deyiz. Çalıştığımız fabrikalar krize yenik düşüp, küçülmeye karar verdiklerinde, bizim bölümleri Doğu Avrupa ülkelerine veya Çin'e taşıdılar. Bu arada bizleri de kapının önüne koyverdiler. Bir müddet iş aradık. 40-50 yaş üstü insanlar, kalifiye de olsalar iş bulamıyorlar. Kendimize, yeni bir ekmek teknesi arayışına girdiğimizde de burayı bulduk. Biraz da ticaretle uğraşacaktık. Bundan böyle insanların, kullanmaktan sıkıldığı eşyaları veya evden ayrılan çocukların bekarlık eskilerini, boşanan eşlerin evlerini biz toplayacaktık. Bizim için işimizin en acı tarafı da ölen birinin evini toplamaktı. Bu zamana kadar ölümden dolayı boşalttığımız evlerin sahiplerini tanımasak bile, onların önem verdikleri eşyaları toplarken hem üzülüyor hem de etkileniyorduk. Şimdi de Viorel'in evini boşaltmamız için randevu almıştık. Türkçe'de "İkinci el eşya mağazası" dediğimiz bu dükkanda ne hayatlara şahit olmuştuk, ne hayatlara şahit olacaktık...
                   ....
    Dükkanı yeni devraldığımız günlerdi. Tepeden tırnağa temizlik ve bakım için kollarımızı sıvamıştık. Kırık dökük eşyaları ayıklıyor, daha iyilerini ortaya çıkarıyor, küçük parçaları tek tek silip yerleştiriyor, üstünde 15-20 yılın tozu bulunan antikaları parlatıyorduk. Bu arada da dükkanı kapatmamıştık, müşteriler içeri girip çıkıyor, bir çok eşyayı -o kargaşada zarar görmesinler diye- oldukça ucuza satıyorduk. İşte o günlerde içeri bir kadınla bir adam girdi. Mağazanın her yerini dolaştılar. Masa-sandalye, oturma grubu, mobilya, yatak odası, dekorasyon objeleri elektronik eşya, kitaplar...ama nerde özel ve güzel eşya varsa onu çıkarıp inceliyorlardı. En sonunda iki kitap alıp yanıma geldiler. Dükkanın eski işletmecisi, daha önce bana, pahalı ve özel kitapları göstermişti, bunlar da onlardandı. Adam numaralı gözlüklerini başparmağının ucuyla burnunun üstüne doğru hafifçe kaldırdı. Çipil çipil gözleriyle bakıp "Bunlar kaç para? " diye sordu. "Bir tanesi 30, ikisi 60 Frank" dedim. Gözleri birden donuklaştı. "Normaldir" dedi. "Aslında daha fazla eder, ama benim o kadar param yok.", "Sorun değil, ikisi 50 de olur." dedim. "Ah evet ama bana sorun olur." dedi. Yanındaki kadın "Ben ilave ederim babacığım." dedi. Adam, "Aaa kızım bana yardım ediyor, ne güzel !" diye memnuniyetini belirtti. Fakat kızının da cebinden yeterli para çıkmadı, beraberce ancak 40 Frank toparlayabildiler. "Olur, olur ! " dedim, "Dükkanı yeni açtık, paraya ihtiyacımız var." Baba-kız çok sevindiler, kitapları babanın sırt çantasına yerleştirirken; "Siyah-beyaz, eski fotoğraf gelirse benim için bekletir misin?" dedi, adam. "Ama eski, yer fotoğrafları olsun." Ben de "Olur, ayırırım." dedim. Adam "not al, hatırlatma tahtasına as!" diye ısrar etti. Bir küçük kağıt alıp, yazdım ve bir magnet yardımıyla hatırlatma tahtasına astım.
    Adamın üstünde sarı bir mont, sırt çantası, elinde ince bir baston vardı. Ben kağıda "Siyah-beyaz, eski fotoğraf gelirse ayrılacak. (Sırt çantalı adam) " diye yazmıştım. Hemen aklınıza "O nasıl şey Sarı Çizmeli Mehmet Ağa gibi... " demek gelmesin. Eşimle aramızda bir şifreleme olarak da görebilirsiniz. Ben olmadığım zaman, tanıyabilmesi için belirgin özelliklerini yazmalıydım. Adam baston kullandığından elinde çanta taşıyamıyordu. Sırt çantası da bastonu gibi vazgeçilmez aksesuarıydı.
    Bir dahaki  hafta işleri büyük oranda bitirmiştik. Gelenler "Burası ne güzel olmuş" diyorlardı. Sırt çantalı adam da gelmişti, "Ben bu koridora, bu bölümlere giremiyordum, üçüncü ayağım olduğu için." deyip, bastonunu gösterdi. "Her yeri açmışsınız, güzel olmuş, dört ayaklı bile olsam sığarım artık." dedi. Hemen kapının önündeki vitrini açıp, küçük ama değerli aksesuarlara bakmaya başladı. Daha çok Meryem Ana, İsa figürlü madalyonlara, anahtarlıklara bakıyordu. Genelde gümüş olanlara... Bir kaç tanesini eline alıp sordu. Ben "Siz daha iyi biliyorsunuz." dedim, gülümsedi. Çıkarıp 10 Frank verdi. "Gönlüm 20 diyor ama cüzdanım izin vermiyor." dedi. "Sorun değil." dedim. Hatta aziz figürlü bir anahtarlık da ben hediye ettim. "Neden?" diye sordu. "Bugün doğum günüm değil ki" Ben de " Bu azizi tanımıyorum, ama siz tanıyorsunuzdur." dedim. Yine gülümsedi, "Çocukları korur, ben bunu, küçük kızıma hediye edeyim." dedi. Sonra "Benim kağıdımı attın mı?" diye sordu. "Hayır" dedim, gösterdim. Yüksek sesle okudu:
   -sirt.....sen...te...li.........adam... Bu ne demek?
   - (Almanca'sını söyledim) Der Mann mit Rucksack...
   -Ooo... Teşekkürler...Üç bacaklı adam dememişsin. Bu hangi dil?
   -Türkçe
   -Güzeeel... Biliyor musun, benim iki kızım da Türkle evlendi. İki damadım da Türk.
   -Aaa ne güzel... Türkiye'ye gittiniz mi?
   Gittim, Hatay'a gittim. Güzel zeytin yağı, güzel defne sabunu var... Siz nerelisiniz?
   -Adana
   - Önce Adana'ya uçuyoruz, sonra arabayla Hatay'a gidiyoruz.
   -Evet...olabilir... ama şimdi Hatay'da da havaalanı var.
   -Öyle mi?... Bilmiyordum...Damadın şehrine gittik. Onların evindeyiz. Birileri geldi. İçeri giren herkes "Meraba" deyip elini uzatıyor. Herkes "Meraba, meraba..." ben de elimi uzatıp "Viorel, Viorel" diyorum el sıkışıyoruz, her defasında. Sonra damada dönüp "Bu Meraba ailesi büyük bir klan mı?" dedim. Önce bir kahkaha attı, sonra "Evet... bütün Türkiye Meraba Klanıdır." dedi.
   -Doğru demiş.
   -Meğer bana "Hoşgeldin" diyorlarmış, ben de tanışıyorlar sanmıştım.
   -Bir daha gitmeyi düşünür müsünüz?
   -Tedavi oluyorum, iki haftada bir terapiye gidiyorum, sırt ağrısı problemim var, oturamıyorum ama iyileşeceğim, belki sonra giderim.
   -Bir kahve içer misiniz?
   -Kahve?...Evet memnun olurum. Türkiş kafe değil, değil mi?
   -Hayır, makineden yapacağım. Buyrun, büroya geçin.
   -Sen mi yapacaksın, karın mı yapacak?
   -Ben yapacağım... Buyrun...
   -Hmm... Ben oturmayım, kahvemi alıp, dışarı çıkayım, vitaminle birlikte içerim.
   Ben kahvesini getirdiğimde, cebinden sigara tabakasını çıkardı.
   -Bak bunun kapağı bozuldu, oynuyor, tam kapanmıyor. Bundan gelirse benim için ayırır mısın? Diye tabakasını gösterdi.
   -Ayırırım... onu da yazayım... deyip, hatırlatma kağıdını yeniden elime aldım.
   -Viorel... dedi.
   -Efendim?
   -Benim adım Viorel. Tekrar eder misin lütfen?
   -Violet...?
   - Hayır...Ben çiçek değilim. Vi...o...rel
   -Viorel
   -Şimdi doğru... dedi, sigarayı alıp dışarı çıkarken, " kahvemi de sen getirir misin lütfen" diye rica etti.
   ...
    Sonraki günler Viorel'le dostluğumuz bir hayli ilerledi. Önceleri haftada bir geliyordu. Parası olsa da olmasa da 2-3 güne bir gelmeye başladı. Hatta kızları babalarını evde bulamayınca dükkana gelip soruyorlardı.
    Oturmadan, ayakta kahvesini içerken " vitaminim" dediği sigarasını değil de bizimle sohbeti tercih etmeye başlamıştı. Aldığı eşyaların parasını ödeyemediği zaman yazdırıyordu. Antika eşyaları çok iyi tanıyordu. Ben bazan fiyatlarını ona sorardım; " Ne deyim, bu kaç para olur?"gibi. Olabilecek ederini söylerken, eşyanın özelliklerini de anlatırdı. Bizimki gibi mağazaları veya pazarları çok gezdiği için mi öğrenmişti, yoksa bu işin eğitimini mi almıştı, bilmiyordum.
    Bir gün sordum:
   -Viorel, tarih öğretmeni miydin? Bu antikaları nerden biliyorsun?
   -Hobim... sadece hobim... dedi ve devam etti:
   -Ben aslında Romanyalıyım. Romanya'da klan sistemi vardı... bir zamanlar. Anlıyor musun? Klanda önemli olan aile ismidir. Bir insan sadece baba değil, büyük büyük dedelerinin bile ismiyle anılır. Nasıl anlatsam yani Mavi Kan... Anladın mı?
   -Yani asalet ünvanın vardı. Lord, Kont gibi.
   -Hah evet doğru... Ailemin malikanesinde antikalar vardı. Normal günlük hayatımız da bu eşyaların içinde geçerdi. Belki o günlerden bir iz, hatıra aradığım için hobi edindim.
   -Madem ki asildin, burda ne işin var? Sosyal yardımla geçiniyorsun, rahat değilsin.
   Ekşi bir şey yemiş gibi suratını buruşturdu.
   -Sen Çavuşesku'yu hatırlıyor musun?
   -Evet
   -İşte o darbe yaptı. Ülkeye dikta rejimini getirdi. "Komünizm'i getirdim dedi ama uyguladığı şey diktatörlüktü. Biz o zamanın gençleri toplanıp gösteri yapalım dedik. Çavuşesku'nun " Vur! "emriyle bize ateş edildi. Beni burdan vurdular.( Alnı ile saçlı deri arasında bir yer gösterdi.Derin bir iz vardı.) Sokaktan ölüleri toplarken benim yaşadığımı farketmişler, alıp hastaneye götürmüşler. 2-3 ay komada kalmışım. Biraz iyileşince annem "İsviçre'ye git, orda akrabalarımız var." dedi. Ben de buraya geldim.
Annem Romanyalı idi ama yarı İsviçreliymiş. Ben bilmiyordum, sonra öğrendim. Asalet ünvanı olan babamdı, ama babam kötü bir insandı. Annem çok iyi, çok asil bir kadındı.
O günden beri Romanya 'ya dönmedim, ama annemi hâlâ anarım, özlerim. 
   Ailesiyle irtibatı var mıydı kardeşleri, yeğenleri, kuzenleri... O konudan hiçbir zaman bahsetmedi.
   Üç kızı vardı, "benim bütün varlığım..." dediği. İlk hanımıyla çok severek evlenmiş, "Ruh eşim gibiydi, her konuda anlaşırdık. O günler genç ve sağlıklıyım, çok çalışıyorum. Karım kendisi ve çocuklarla fazla ilgilenmediğimden yakınırdı. Bahçe içinde tripleks bir villamız vardı. İçini hep en özel antikalarla doldurmuştu. Bir gün ilgisizliğimden bıkmış,beni boşadı. Ondan iki kızım var. Okudular, güzel meslekler edindiler, evlendiler. Kızlarımla hiç ayrılmadık, sık sık buluşur, bir araya geliriz." diye anlatmıştı. İkinci kez evlendiğinde yeniden bir ev almış. Fakat yeni karısı da çok savurgan bir kadınmış, gerekli-gereksiz çok para harcarmış. O zamanlar epey bir zenginmiş, Viorel. Bir gün kredi kartları ekstreleri gelince, ceketini almış, bütün banka kartlarını, evi, arabayı bırakıp çıkmış, evden. Ondan da bir kızı vardı. Küçük kızı annesiyle yaşamak istememiş, birlikte yaşıyorlarmış. "Her şeye sıfırdan başlama konusunda tecrübeliyim." diyordu.
   Elektronik eşya konusunda da çok bilgiliydi. Benim tanımadığım, bilmediğim eşyaları tanıtır, ne işe yaradığını, nasıl kullanılacağını anlatırdı. Bir gün bana "Bozuk radyonuz, teybiniz, uydu alıcılarınız, video veya disk oynatıcılarınız varsa tamir edebilirim." dedi. Eşim önce, çok eski bir radyo-kaset çalar getirdi, " Bu çalışmıyor, ama herkes de bunu soruyor." dedi. Hani ilk gurbetçilerin Türkiye'ye gelirken boyunlarına astıkları türden... Viorel tamir etti, geri getirdi. Sonra bir kaç CD çalar, eski radyo, lamba, alarmlı saat tamiri de yaptı. Çalıştıramadığımız bir alet olduğunda "Buna Viorel baksın" diye bir kenara ayırıyorduk. Tamir işlerinden çok zevk aldığını söylüyor, karşılığında para almıyordu. Biz de altta kalmamaya çalışıyor, seçtiği eşyalardan para almıyorduk, eğer çok pahalı bir eşya seçtiyse daha ucuz bir fiyat söylüyorduk. Bu şekilde karşılıklı çıkar ilişkisi gibi  bir alış-verişimiz vardı.
    Bir gün "Elektroniğe ilgin nerden geliyor, o da mı hobi yoksa mesleğin mi?" diye sordum. Derin bir "ah"tan sonra gözlerini duvardaki bir deliğe dikerek anlatmaya başladı:
   -Ben elektrik-elektronik mühendisiyim. İsviçre'ye gelince üniversiteye devam ettim. Doktora yaptım. Sonra Zürih ETH Üniversitesi'nde hoca oldum. O zamanlar yazdığım 7-8 kitap, şimdi bile dünyanın bazı üniversitelerinde yardımcı ders kitabı olarak okutuluyor. Telif haklarım diğer şeyler gibi, ikinci karımın borçlarına gitti. Ben tamirleri yaparken eski sistemle yeni sistemi karşılaştırıyorum, yeni sistemleri öğreniyorum, böylece deşarj oluyorum.
   -Çok özür dilerim, bilmiyordum.
   -Önemli değil, nerden bilecektin? Bir gün bir kaza geçirdim. Belim kırıldı. Doktorlar omurgamı düzeltebilmek için o günden beri uğraşıyorlar. 12 yıldır tedavi görüyorum. Çalışamadığım için de üniversite komisyonu, beni işten çıkardı. Önce işsizlik sigortamdan maaş aldım. Onun süresi bitince Sosyal'e başvurdum. Sosyal de açlıktan ve soğuktan ölmeyecek kadar bakıyor. 65 yaşımda emekli olacağım, o zamana kadar mecburen Sosyal'den geçineceğim. Çalışamıyorum çünkü.
    Dünyanın en iyi üniversitelerinden birinde hocalık yap, yazdığın kitaplar ders kitabı olarak okutulsun, sonra gel burda kuruşları say. Viorel'in hayatı...
    O sene, dört haftalık yaz tatili ilanı verip memlekete gittik.
    Geri dönünce Viorel sarı montunu, sırt çantasını, üçüncü bacağını atmış... Güneş gözlüğü, spor kıyafetler, spor ayakkabılarıyla dükkana havalı bir giriş yapmıştı.
   -Bak Sefi (ismimi telaffuz edemediğinden öyle söylerdi) iyileşiyorum, kahvemi de artık oturarak içiyorum. Şimdi bir de dişlerimi yaptıracağım. Türkiye'de daha ucuzmuş, büyük damadım beni, yine Hatay'a götürecek, Meraba klanına...
   -Aaa Viorel... gençleşmişsin, nerdeyse tanıyamıyordum seni...Konuşunca sesinden tanıdım...
   -Tanıyamadığını anlamıştım, ( deyip bir kahkaha attı.)
    İlk defa kahkahayla güldüğüne şahit oluyordum.
    Sonraları bir kaç defa daha geldi. İlginç çakmak koleksiyonu yapıyormuş, değişik tarzlarda çakmak gördüğünde dayanamazdı. Ben de ondan etkilenmiş, değişik çakmaklarla ben de ilgilenmeye başlamıştım. Güzel kadın figürlü bir çakmağı almak istemiş, ben de " hayır, onu ben alacağım" demiştim. "Sana el bombası şeklinde olanı vereyim." deyince "Ben bomba istemiyorum, bu güzel kadını istiyorum, senin karın var, sana kızabilir, ama benim bana kızacak bir karım yok." demişti. Başka bir gün de kızının  telefonuyla, evinin fotoğraflarını çekmiş, bana göstermişti:
   -Bak bu masayı, masanın üstündeki abajuru sizden aldım. Bak bu siyah-beyaz fotoğraflar, şu çerçeveler, şu vazo, şu vitrin...
    Evinin dekorasyonunu tamamlamış, bütün eşyalarını da bizden almıştı,çok mutluydu. Ama Çavuşesku'dan hatıra kalan şu illet başağrısı bir türlü geçmiyordu. Mutluluğunu engelleyen tek şey de oydu.
     ...                                                                                                      
    Viorel, uzun bir zaman gelmedi. Gelince görsün diye ayırdığım eşyalara baktıkça  " Nerde bu adam? " diyordum. En çok da vitrindeki kadın figürlü çakmağı her gördükçe "Viorel, bunu görürse yine ister." diye düşünüyordum. Bir kaç defa da hanıma sordum, "Viorel geldi mi ben yokken?" diye. Kendi aramızda; "Türkiye'ye gidecekti, dişlerini yaptıracaktı, belki hala ordadır..." diye akıl yürütüyorduk.
 
    Bir gün büyük kızı geldi:
   -Babamı ameliyat ettirdik, beyninde tümör varmış, onu aldılar, ağrılarının sebebi eski kurşun yarası değilmiş. "Gidin Sefi'ye söyleyin, ayağa kalkınca mutlaka uğrayacağım." dedi.
   -Şimdi nasıl?... İyi mi?...İyileşecek değil mi?
   -İyileşsin diye ameliyat oldu, bekliyoruz, kontrolleri devam ediyor. "Baş ağrım geçince daha iyi olacağım." diyor.
   -Aslında uzun zamandır gelmiyor diye çok merak etmiştik. Hatta Türkiye'ye gittiğini bile düşünmüştük. Ah Viorel, demek hastaydın öyle mi? Bilinci açık ama değil mi?
   -Genelde uyuyor, uyanınca bilinci açık.
   -Şimdi hastanede mi, ziyaretine gelebilir miyiz?
   -Hastanede ama genelde uyuttukları için ziyaretçi almıyorlar.
   -Benim bildiğim Viorel, bunu da atlatır. Dinlensin, iyileşsin, buraya yine gelecektir. Çok çok selamımı söyleyin, kendisi için dua edeceğim.
   -Çok teşekkürler... Aslında hep sizi soruyor... "Sefi'ye borcum var mıymış bir sorun, varsa ödeyin" diyor.
   -Ne demek , daha neler, babanızın bize borcu falan yok.
   -Teşekkürler... 
   -Gönülden selamlarımı söyleyin.
   ..... 
   Ve bugün...
    Viorel'in kızlarıyla damadının ayrılmasından sonra gözyaşlarımızı artık saklayamıyorduk. Diğer müşterilere de göstermemek için içeri kaçtık. Eşim bir kaç kağıt mendili yüzüne kapattı,hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Lavaboya gidip yüzüme soğuk su çarptım. Sakinleşmeye çalışırken gözyaşlarımı değil, acımı da saklamaya gayret ediyordum. Sırf başka bir şeylerle uğraşmış olmak için masaya geçtim. Gözüm gayrı ihtiyari hatırlatma tahtasındaki bir nota takıldı: Siyah-beyaz eski fotoğraflar ayrılacak (Sırt çantalı adam)...
( Sırt Çantalı Adam başlıklı yazı Seferii tarafından 9.12.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.