1
EMEKLİLİKTE KÖY MÜ, YOKSA ŞEHİR Mİ?
Aktif çalışırken meşhur
bir söz önem taşımaktadır: “Doğduğumuz değil, doyduğumuz yer”. Memur isek,
nereye tayin olursak oraya gitmek zorundayızdır. Esnaf isek, işyerimizi nereye
kurduysak, orada faaliyetimizi yürütmek zorundayızdır. Fabrika sahibi isek,
fabrikamızın girdileri, üretim süreci ve çıktı olan mal ve hizmetleri piyasaya
sunmakla veya sunan elemanlarımızı takip etmekle günlerimiz geçer.
Bazen iş gereği
seyahatler olabilir. Söz konusu iş sehayatleri, çoğu zaman zevk ve sefa
etkinliklerine zaman bırakmayabilir. Ancak emekli olunca, kişilerin yeni
yaşayacakları yerleri seçme hakkı doğar. Uzunca yıllar tayin olup gezenler
büyük ölçüde emeklilikte sılaya dönmeyi düşlerler ama, çoğu zaman bu da mümkün
olmayabilir. Eşin memleketi ve çocukların kök saldıkları yerler buna da engel
olabilir.
Büyük ve kalabalık
şehirlerin trafiğinden, gürültüsünden, kirliliğinden, hayat yorgunluğundan
bıkanların en büyük hayali, genellikle küçük bir kıyı kasabasında hayata devam
etmektir.
İşletmecilikte genel
bir ilke vardır ki, bu ilkenin söz konusu makalemizde de uygulanma imkanı
mevcuttur.
“Getirisi yüksek olanın
götürüsü de yüksektir”.
Büyük şehirde yaşamak
gerçekten zordur. Kiralar yüksek, trafik yoğun, kalabalık, gürültü, kirlilik,
insanlar arasındaki sahte samimiyet, asayiş problemleri, gizemlilik, pırıl
pırıl güneş alan bir konut bulamamak vb. olumsuzluklara rağmen; neden en
kalabalık yerler büyük şehirler?
Çünkü, iş bulma şansı
yüksek, kültürel ve sanatsal faaliyetler orada, şehirciliğin en güzel
uygulamaları mevcut, idarecilerin en yetkilileri orada, en güzel ve kaliteli
mal ve hizmete ulaşmak mümkün. Mal ve hizmetin bolluğundan dolayı karşılaştırma
imkanı mevcut.
Görüldüğü gibi, getirisi
de yüksek, götürüsü de yüksek. Ancak herkes büyük kentlerde toplaştığı için,
getirisinin daha yüksek olduğu anlaşılabiliyor.
Köyde, yaylada veya bir
balıkçı kasabasında ise, bol oksijen var, temiz hava ve güneş var, sakinlik ve sükûnet
had safhada, hayvanlarla birebir haşir-neşir olmak bir mecburiyet gibi, doğal
ve genetiği bozulmamış gıdalara ulaşmak veya üretmek çok kolay, belki hayat
daha ucuz (arsa ve inşaat).
Ama, bir Atatürk Kültür
Merkezi yok. Tren, tramvay, metro, metrobüs yok. Sanatsal ve müzikal bir
etkinlik yok. Konferans-panel-sempozyum-kongre-kitap fuarı-kermes vb. yok. Görkemli
bayram kutlamaları, düğün salonları, türkü evleri, süperlüks kafeterya ve restoranlar
yok. Işıl ışıl ışıldayan caddeler, sulara dans ettiren fıskiyeli havuzlar yok.
Kelle paça-kokoreç-tandır-cağ kebabı-kadayıf dolması-tavuklu nohutlu pilav yok.
Bir parka oturup çeşit
çeşit giyinmiş, bir çok özellik ve rengi çevreye sunan insanları seyretme
imkanı yok. Hayvanlarımızın bakımını bırakıp, bir gün dahi şehirde kalma
imkanımız yok.
Köylerde veya
yaylalarda mangal keyfi gerçekten çok güzel ama, onların malzemeleri bile,
mangala hazır hale şehirlerde getiriliyor.
Ekonomik gücü yüksek
olan bazı şehirliler, köy ve yaylalarda yazlıklar ediniyorlar. Hatta otoparklı villalar
bile yapıyorlar. Hafta sonlarında veya yazın çok sıcaklarında kısa sürelerle
çok keyifli vakitler geçirebiliyorlar. (Bu zevki tatmak için yanlarına çok
yakın dost, arkadaş ve akrabalarını da almak zorundalar.)
Nedense bu yazlıkların
ve villaların kilitli gün sayısı, aktif olarak kullanılma gün sayısından daha
fazladır. Çünkü insanların birlikte yaşama özlemleri, yalnız yaşamaktan çok
daha fazla baskın gelmektedir.
Ekonomik gücü yüksek
olanların istedikleri ve iyi yönetebildikleri takdirde, hem şehir, hem de köy -
yayla hayatını başarı ile yaşama imkanları vardır. Fakat gücü zayıf olanlar,
nerede kendilerini buldularsa, orada çakılı kalma ihtimalleri çok yüksektir. Bir
fabrikada asgari ücretle iş bulan köylünün, ancak bayramlarda köyüne ve
yaylasına sınırlı gün gitme şansı vardır. Köyde çobanlık ve üreticilik yapan
bir kimsenin ise, şehire ürünlerini satmak haricinde, zevk-i sefa yapmak için
zaman harcayabilmesi hemen hemen imkansızdır. (Zaman ve kaynak kısıtı
açısından).
İstanbul’da yaşayıp da
bunalan bazı tanınmış kişilerin, balıkçı kasabalarında veya yaylalarda yaşamak
için İstanbul’u terk ettiklerine basın-yayından şahit olmuşuzdur. Ancak
bunların bir çoğu bir müddet sonra, her hangi bir ödül töreni veya katılmak zorunda hissettiği
şehir proğramına dahil olabilmek için geri dönmüşlerdir.
Şehir ve köy hayatının
yaşamını hayal etmekle, gerçeğini yaşamak arasında çok büyük farklar vardır.
Büyük önder ATATÜRK, boşuna; “Köylü Milletin Efendisidir” dememiştir. Köyde
yaşamak, şerefli olduğu kadar da, oldukça zor ve meşakkatlidir. Toprakla uğraşmak,
her gün en az iki defa hayvanların ellerinden öpmek (beslemek-sulamak), sebze
ve meyveyi kazasız belasız hasat edip, pazara sürebilmek, her yiğidin harcı
değildir.
Üstelik 25 yıl memurluk
yapmış bir şehirlinin, başarıyla hayvan beslemesi, ürün üretebilmesi,
köylülerle tam ve etkili iletişim kurabilmesi oldukça zordur.
Şehirde, çoğumuzun
evlerinde dahi olmayan lüks koltuklarda ve janjanlı mekanlarda üç liraya çay
keyfi yapılabilirken, köylerde elli kuruşa bile çay bulmak çoğu zaman mümkün
olmayabilir. Çünkü köyün tek kahvecisi bile, kahvesini kapatıp çoğu zaman
tarlaya çalışmaya gitmektedir.
O halde nerede yaşayacağız?
Herkes kendi imkanı, durumu
istek ve beklentilerine göre, nerede canı istiyorsa orada yaşasın. Hatta yılı
ikiye, üçe bölsün biraz şehirde biraz köyde veya yaylada yaşasın. Ama bir yerde
yaşarken, diğerini asla hor görmesin. Zira şehirli köye, köylü de şehire her
zaman muhtaç…
Selam, sevgi ve
dualarımla. Allah’a (cc) emanet olunuz.
16 Kasım 2016. Saat:
20.00 Antalya
Yrd.Doç.Dr. Süleyman
COŞKUNER
Kaliteli Yaşam Uzmanı