Ganyan bayiinde, bir altılı kuponu yatırdıktan sonra, aklıma, şehrin kasvetinden uzaklaşmak düşüyor. Bunun yolu, motosikletimin mekanik içgüdüsüyle, üzerinde Hayyam’ın söğüt ağacını bulabileceğim mekâna ulaşmak. En ideal olanı ise, biraz uzak olmasına rağmen Çağlayan… Motosikletim, sahibi olduğumdan beri beni yanlış bir yere götürmemiştir.


* "Her gün kalkıp meyhaneye gitmeliyim. Kalenderlerle boş sözler etmeliyim. Senden bir şey gizlenemez nasıl olsa; hoş gör de sana gönülden sesleneyim…"


Sıkıcı bir yolculuktan sonra içine girdiğim ortamı mutlulukla seyretmeye başlıyorum. Müthiş bir manzara! Kayalardan süzülen şelalenin hemen önünde söğüt ağaçlarıyla örtülmüş bir bahçe. Her ağacın altında bir masa ve her masada rakı içip, balık yiyen insanlar. Hemen karşıdan sana ulaşan ıslak bir yel, püfür püfür. Burası bir cennet köşesi! Cennet bu kadar güzel bir yer ise hemen ölmeye razıyım…


*         "Şarap, sığınağım sensin! Söğüt ağacı, senin de gölgendeyim…"


Şimdilik ölmek yerine, bu akıllı, zevk sahibi insanlara katılmak için oturabileceğim bir masa aramaya başlamalıyım.

Boş bir masa bulamıyorum, ama garsonun yardımıyla dört kişilik bir masada oturan üç kişinin yanındaki boş sandalyeye ilişiyorum. Karşıma denk gelen adamın tek başına olduğu, ötekilerin onu umursamadan kendi muhabbetlerinde oluşlarından belli oluyor. Ayrıca onlar rakı içerken, karşıdaki adam bira içmekte…

Birisinin, ötekine, “bunların topunu hemen asacaksın,” dediğini duyunca, kimi asmaya niyetlendiğini anlayabilmek için sohbetlerine kulak veriyorum. Aynı adam, kullandığı özdeyişin ününe rağmen, kendisi üretmiş edasıyla, “sonra da yargılayacaksın,” diyor.  Öteki, “oh-ha!” diye müdahale edince de, “ ne ohası? Kafamı bozma, bak, seni de katarım o asılacakların arasına!” diye çıkışıyor. Hoşuma gidiyor bu diyalog ama adamın beni de asmasından korkarak gülmüyorum. Benimle bir ilgileri yok. Benim de istediğim bu: bu nadir manzarayı içime sindirmemi engelleyebilecek hiçbir ilişki istemiyorum.

Garsona bir buçuk porsiyon balık ızgara, bir ufak rakı ve birkaç çeşit meze siparişi veriyorum.


“Yılan gibi taşa girsen de Saki, sızar ecelin suya, bulur seni. Bu dünya toprak Saki, türkü söyle. Bu soluk yel, rakı ver, Saki…”


Hayyam’ın dörtlüğü tam da böyle miydi, tereddüt ediyorum. Siparişlerim çabuk geliyor. Erzincan’a tayin olup geldiğimden bu yana, burada verdiğim yüz dördüncü sipariş bu; çünkü tam iki yıldır Erzincan’dayım; çünkü yaz ve kış, her hafta Çağlayan’a mutlaka geliyorum; çünkü iki yılda yüz dört hafta var… Dünya’nın en güzel yeri: Çağlayan… Buraya, dünyaya doğar gibi gelirim hep. Yaşamsızlıktan yaşamın ortasına varıyormuşum gibi… Ve bir yudum rakının lezzetinde doğumuma merhaba derim.

“Merhaba!”

Garsonla ahbapça bir ilişkimiz var; çünkü onlar bana iyi muamele yaparlar, ben de onlara bahşişi biraz bolca veririm. Siparişlerimi getiren garsona yan taraftaki ağacın gövdesinde asılı rafta duran televizyonu göstererek, “TRT4’ ü açsan da, at yarışlarını seyretsem,” diyorum.

İsteğimi reddetmek için, “millet müzik dinliyor, be abi, fırça yedirtirsin bana,” diyor.

“Sesini açmasan da olur.”

Televizyonu açıyor, sesini kapatıyor. At yarışları ekranda. At yarışlarına kaptırıp manzarayı kaçıracak değilim. At yarışı dediğin, her yarım saatte bir, iki dakikalık bir seyir… Karşımda oturan genç adamın suratı da televizyona çevrili, onun da at yarışlarına meraklı olduğunu sanıyorum. Kuponumu çıkartıp önüme koyuyorum, birinci ayak koşmak üzere. Birinci ayakta üç numaralı İslambol isimli at sürdirekt favori, bende de tek. Atın kazanacağından eminim. İçim rahat olarak koşunun başlamasını bekliyorum.

Masa komşum göz ucuyla önümdeki kupona baktıktan sonra, “yanlış oynamışsın,” diyor.

“Neyi?” diye soruyorum.

“Birinci ayağı yanlış oynamışsınız,” diye tekrarlıyor. “Orada üç numara gelmez. Beş numaralı at koşuyu kazanır!”

“Olabilir.”

 Ukalalığını sarhoşluğuna veriyorum. Tartışmaya hiç niyetli değilim. Tavrımdan niyetimi anlayan adam da muhabbet isteğinden vazgeçerek kendi âlemine dönüyor.

Koşu yapılıyor ve beş numaralı Bela Otero müthiş bir sprint ile üç numaralı İslambol’u ikincilikte bırakıyor. Böylece, altılım daha birinci ayaktan yatıyor. Masa komşumun tahminindeki müthiş isabetten dolayı takdir etmekle beraber, şom ağızlılık yaparak altılımın yatmasına sebep olduğunu da düşünmeden edemiyorum. Bir ukalalık ederek, “ben dememiş miydim!” demesinden korkuyorum. Öyle bir şey yaparsa, bütün günümü zehir edecek bir tepki gösterebilirim.

“Şom ağızlılık yaparak, canınızı sıktım. Kusura bakmayın!” diyerek tekrar laf atan adamın nezaketine,

“Estağfurullah! Siz öyle dediğiniz için kazanmadı ki!” diyerek karşılık veriyorum. “Gene de, isabetli tahmininiz için sizi tebrik ederim! Nasıl tahmin edebildiniz?”

Birden hüzünlendiğini fark ediyorum, adeta acı çekmeye başlıyor. “Ben, Veli efendi’ de büyüdüm. Hayatımın çok önemli bir bölümü orada geçti,” diyor.

“Nasıl yani?”

“Rahmetli babam Türkiye’nin en güçlü ekürisinin sahibiydi. Öldüğü zaman da annem…” Susuyor. Sonra, “atları iyi tanırım,” diye tamamlıyor.

“Devam ediyor mu?”

“Maalesef, darmaduman olduk. Ben…” Devam edip etmemekte tereddüt ediyor, yutkunuyor.

“İsterseniz, anlatmayın. Geçmiş için üzülmeye değmez…”

“Ben geçmiş için üzülmek yerine, ondan ders almayı yeğledim! Biraz pahalıya mal olan bir ders oldu, ama…”

“Sizin Bela Otero’ nun geleceğini tahmin ettiğiniz gibi, durun, ben de sizin hakkınızdaki tahminimi söyleyeyim.”

“Buyurun!”

Bir an kendimi ukalalık yapıyormuş gibi hissediyorum, gene de, “herhalde kumarbazdınız. Bütün servetinizi kumarda bitirdiniz,” diyorum.

Hafifçe gülümsüyor. “Keşke öyle olsaydı,” diyor.

Ben de gülümsüyorum. “Desenize, gene yanlış tahminde bulundum. Bugün başka bir tahmin yapmayı denemem artık…”

“Önemli değil. Yüz tane daha tahmin söyleseniz, bulamayabilirdiniz…”

“Şu dersi bana da anlatmak ister miydiniz?”

“Sıkmayayım sizi…”

“Estağfurullah! Bilakis, memnuniyetle dinlerim.”

Bir şeyleri, hatta bir sohbeti paylaşabileceğim o kadar az arkadaşım var ki! At yarışlarında bahis oynamak için ganyan bayiine giderken yalnızım; çünkü yaşadığım çevre içinde bu zevkime iştirak edebilecek hiç kimse yok. Şifreli kanaldan Galatasaray’ın maçlarını seyretmeye giderken yalnızım; çünkü yaşadığım çevrede Galatasaraylı yok. İlginç ama yok işte! Hemen hemen herkes ya Beşiktaşlı, ya da Fenerbahçeli… Çok merhametli insanlar! Zayıfların yanında yer alıyorlar… Yalnızlığımı paylaşabildiğim tek dostum motosikletim. Hep onunla birlikte gezeriz.

Bugün tesadüfen karşılaştığımız bu yabancıyla sohbet edebilirim. Neden olmasın? 

Masadaki diğer iki kişi alkol sınırını aşmış görünüyorlar. Konuşmaları öyle bozuk ki, birbirlerini dahi anlayamıyorlar; gene de birbirlerini dinlemeden, birbirlerine bir şeyler anlatıyorlar. Oturdukları yerde içgüdüsel bir zorlamayla oturabiliyorlar. İçgüdüleri müdahale etmese yere uzanıverecekler ve bir daha kalkamayacaklar. Göz bebekleri bir eşeğin ki kadar genişlemiş; bu, alkol zehirlenmesinin belirtisi…  Bu adamlar, evlerine sağ salim dönemeyecekler, onlar için bu muhabbet hastanede bitecek gibi! Eğer şansları varsa kusarlar ve kurtulurlar… Aman be, şimdi de iki sarhoş herifi taktım kafaya! Takıntısız olamayacak mıyım, ben?

Karşımda oturan adamın, benden günah gitti der gibi suratıma bakarak sandalyesinde iyice yerleştiğini fark ediyorum. Bira bardağından iki yudum bira içtikten sonra anlatmaya başlıyor:

“Rahmetli babam buralıydı. Katı bir adamdı. Tek çocuğu olmama rağmen, harasındaki tayları daha bir itinayla yetiştirirdi. O ilgisizlik içerisinde yanlış ortamlara girip çıkıyordum. Yanlışlarımı ve yalnızlığımı paylaşmanın çeşitli yollarını aramış, en sonunda da eroini denemiştim. Babam öldüğü zaman çok üzülmüştüm ve bir daha kurtulamayacağım bir alışkanlık edinmiştim. O hengamede babamdan kalan ne varsa dağıtıp yok etmiştim. Kendimi de yok etmek için her şeyi yapıyordum.  Sıra ölmeye gelmişti…”

“Ama görüyorum ki, kendinizi var etmek için bir şeyler yapmışsınız,” diyorum.

“Evet!” diyor. “Bir gün annem,  beni elimde şırıngayla yakalayınca fenalık geçirdi; eskiden beri yüksek tansiyonu vardı ve o an vücudu felç olmuştu. O haliyle hastaneye yetiştirdikten sonra, benim yüzümden ölmemesini, buna dayanamayacağımı söyleyerek ağlıyordum. Bana, o illetten kurtulmamı, tek arzusunun bu olduğunu fısıldadığında, iyileşirse bu arzusunu yerine getireceğime söz verdim. İyi ki söz vermişim. İnanır mısınız, iyileşirsem oğlum da iyileşecek diye iyileşmek için savaşıyordu. Ağlıyor, hıçkırıklar arasında dualar ediyordu. Annem uzun bir süre felç tedavisi gördükten sonra ayağa kalkmayı başarmıştı. O ayağa kalktıktan sonra, beni tedavi edebilecek kurumları denemeye başladık. Her deneyimim başarısızlıkla sonuçlanıyordu…”

Sürükleyici bir hikayeydi. Televizyonda at yarışı devam ediyordu ama, sohbetin cazibesiyle onlardan vazgeçmiştim.

“ Sonra kurtulmayı başardınız herhalde, değil mi?”

“Evet!”

“Nasıl oldu bu?” diye soruyorum. Hikayenin bundan sonrasını ölürüm, ama öğrenmeden edemem. Merak içerisinde adamın ağzının içine bakmaktayım.

Anlatmaya devam ediyor: “Bir uyuşturucu rehabilitasyon köyü ile ilgili bilgi edinmiştik. Gidip müracaat edince, tedavimi kabul ettiler. Şartları oldukça ağırdı ama, onlara uyabilirsem tedavi olabileceğimi söylüyorlardı. Gözüm kapalı kabul ettim. İki üç yıl o köyde yaşayacaktım. Uyuşturucu başta olmak üzere sigara, gazete, televizyon ve radyonun yasak olduğu bir yaşamdı o… Sabahları ekmeğimi kendim pişiriyordum. Bana tahsis edilen evin bahçesinde yetiştirdiğim sebze ve meyvelerle karnımı doyuruyordum. İlginç değil mi? En zevklisi o bahçede bir şeyler yetiştirmek için bahçıvanlık yapmaktı. Köyün besihanesinde küçükbaş, büyükbaş bir sürü hayvanımız vardı. İnek sağıyorduk, koyun kırpıyorduk. Yapmadığımız hiçbir şey olmazdı. Gündüzleri taş ocağında, inşaatlarda çalışıyorduk. Yeni gelecek komşular için yeni evler yapardık. Salon, mutfak iç içe bir salon, bir de banyo, küçücük evler. Kriz dönemlerini atlatırken herkes birbirine destek oluyordu ve hiçbir menfaatin gözetilmediği bu desteklerle, sevgiyle tanıştım. Sevgiyle! Ne müthiş bir kelime, sevgi! Ondan daha müthiş hiçbir şey olamaz, biliyor musunuz? Bilemezsiniz tabii; çünkü siz, onun sayesinde uyuşturucu bağımlılığından kurtulmadınız ki!”

“Sevgi” denilen şeyin yüce bir duygu olduğunu, ben de bilirdim ama, bir insanın hayatında böylesine önemli bir rol oynadığına ilk defa tanık oluyordum. Sevgi, ölümcül bir bağımlılığın bir tedavi aracı olmuştu…

Yanımızdaki iki sarhoş, garsonlar tarafından bir taksiye bindirilip yollanıyorlar…

Devam ediyor: “İstanbul’ da bir apartman dairesinden, bir de buradaki atadan kalma çiftlikten başka hiçbir mal varlığımız kalmamıştı. İstanbul'daki apartman dairesini sattık, annemle birlikte İstanbul'u terk ederek, buraya, ata topraklarına döndük. Burada, Çağlayan Köyündeki çiftliğimize yerleştik…  İnanır mısınız, İstanbul’dayken altmış üç yaşında olan anneciğim buraya yerleştikten sonra kırk üç yaşında bir insan oldu. Ana oğul, yeni hayatımızı çok sevdik.”

“Tabii ki, çiftliğinizdeki evinizde televizyon, radyo yok ve gazete de almıyorsunuz,” diyerek gene bir tahminde bulunuyorum.

“Doğru söylüyorsunuz,” diyor.

“İyi ama, at yarışlarını nasıl takip ediyorsunuz?” Birden, çok aptalca bir soru sorduğumu anlıyorum.

O da, aptalca sorulan bir soruyu cevaplar gibi, “ hayatım onların arasında geçti ama; ben, at yarışlarıyla hiç ilgilenmem. İnanın bana! Demin, televizyonu açtıklarında atların padok gezintilerini veriyordu. Beş numaralı at pırıl pırıldı; onun için kazanır dedim. Kazanamayabilirdi de, attım, tuttu işte!”

“Vallahi ilginç insansınız!” diyerek kadehimi kaldırıyorum. “Şerefinize!” Küçük bir yudum rakı içtikten sonra, “uyuşturucudan sonra alkol mü başladı?” diye soruyorum. “Gördüğüm kadarıyla alkol almayı seviyorsunuz!”

“Kesinlikle sevmiyorum,” diye tepki gösteriyor; “çok nadir olarak içiyorum.”

“Bugün de, o nadir günlerden birisi herhalde?”

“Öyle sayılır. Hafif çakırkeyif bir kafaya ihtiyacım vardı; onu yaratmak için…”

“İlginç! Bazen benim de ihtiyacım olur buna; özellikle de önemli kararlar alacağım zamanlar…”

“Aynen öyle! İstanbul’ da bir kız arkadaşım var… Maalesef, uyuşturucu bağımlısı. Dün telefonla aradı beni.”

“Radyo, televizyon, gazete yok ama, telefon var galiba?”

“Aslında o da yok. Bir cep telefonu var ama, genelde kapalı oluyor. Acil durumlar için bulundurduğum bir şey.”

“Ne diye aramış kız arkadaşın? Dur! Bunu ben tahmin edeyim…”

Masa arkadaşımı güldürüyorum. “Tamam!”

Tahminimi, hiç düşünmeden söylüyorum: “Senin uyuşturucudan kurtulduğunu duyduğu için, sana, yardım et diye yalvardı, değil mi?”

“Vallahi bravo! Bildiniz…”

“Sen de onu, tedavi olduğun rehabilitasyon köyüne götürmeyi düşünüyorsun ama, karar veremiyorsun?”

“Hayır! Karar veremeyen o… Ona söyledim ama, gitmeye cesareti yok. Buraya gelmek istiyor… Buraya gelirse, benim kat ettiğim mesafeyi görerek cesaretlenir diye düşünüyorum. Üç yıl yaşadım ben o köyde. Ne yapıldığını, nasıl yapıldığını ezbere biliyorum. Aynen o köydeki şartlara sahip bir çiftliğim var şimdi. Kız arkadaşımı, o köye gitmemekte ısrarlı olursa, buraya getirip, burada tedavi etmeyi deneyeceğim. Başaramazsam, yardımcı olamazsam, diye kaygılanıyorum…”

“Yahu o kız başına bela olur!”

“ Öyle bir kaygım yok. Kaygım, layık olduğu ve çok ihtiyacı olacak olan sevgiyi aşılayamamak. Tek kaygım bu… Belki de onunla evlenmeyi istiyorum. Bilemiyorum!...”

Sevgi denilen şeyin üzerine inşa edilecek ne çok şey varmış! Aşkın, hasretin, dinin, daha birçok şeyin temelindeki sevgi kavramı, bir uyuşturucu bağımlılığının da tedavisinde temel ögeydi… “Başarırsın dostum!” diyorum. “Sen bu işi başarırsın… Artı, onunla birlikte, bir zaman gelir, çiftliğinizi bir rehabilitasyon merkezine dönüştürüp, yüzlerce uyuşturucu bağımlısını konuk edersiniz. Kim bilir, kendinizi bu işe adarsınız.” Sesli düşünüyor gibiydim…



"Bir nakıştır varlığımız senin çizdiğin, şaşılası neler neler bezediğin… Seni aramaktan dünyanın başı dertte; zengine de göründüğün yok, fakire de… Sen konuşuyorsun da biz sağır mıyız; yoksa, hep kör müyüz, sen varsın da görünürde…"



Masa arkadaşım müsaade istedikten sonra gidiyor. Onun yolu, bambaşka bir yol, eminim ki, mükemmelliğin yolu…


Her şeyi yarı yarıya tükettiğimde fizyolojimin, anatomimin, zekamın, duygularımın mükemmelleştiği o çakır keyfe ulaştığımı hissediyorum. Daha akşama çok var, tüketim hızını yavaşlatıyorum. Kendi başıma kalmışlığın tadını çıkartmaya başlıyorum,; yavaş yavaş, tadına vara vara…

Bahçenin hoparlöründen şarkıcı Ceylan'ın en son kaseti bangır bangır bağırtılıyor. İnsanı fıkır fıkır kaynatan oynak türküler okuyor Ceylan…

Hemen önümdeki bir masada, bir kadın ve adam oturmakta. Yanında bir erkek olmasına karşın, kadının bakışları benim üzerimde. Öylesine bakıyor ki, sanki hipnoz etmek istiyor… Ben yanındaki adamın, kıskançlığa kapılarak bana çatabileceğini düşünerek kaygılanıyorum. Bakışlarımı başka bir tarafa kaçırıyorum. Adamın umursamazlığı ve kadının davetkâr bakışları, bir kadın tellalıyla ve fahişeyle karşı karşıya olabileceğimi düşündürüyor. Böyle bir kadınla yatmak, kaça mal olur acaba? Elli, yüz?.. Pantolonumun sol cebinde iki yüz lira var. Dün akşam fabrikadaki bankamatikten maaşımı çektim; oysa, hepsini çekmemeliydim. Parayı bu kadın için harcayamam; çünkü, götürüp bankaya kredi taksitimi yatırmam gerek... “Yüz altmış lira, bankaya, salakça…” her şeyi, her kazandığım parayı bir yerlere yatırmakla geçiyor hayatım. Şimdi de, böyle şuh bir güzelle birlikte olmak için yatırıversem?... Nasıl olsa, başka yerlere yatırdığımda da, karşılığında olan hiçbir şey yok. Yemin ediyorum ki, yok!.. Hayır, borçlar daha önemli…  Kadına bakmadığım halde, gözlerini hala üzerimde hissediyorum. Belki bakmıyor… Ne bileyim ben, bakmıyorum ki! Olanca yüzsüzlüğümle inat ederek bakışlarımı kadına çeviriyorum. Bakışları gene benim gözlerimde… Böylesine olağanüstü güzellikte gözleri bir Türkan Şoray’da görmüştüm, bir de bu kadında… İnadım inat, bakışlarımı ayırmıyorum ondan. Gerçekten de hipnoz olmuş gibiyim. Hayatım boyunca böyle büyülenmiş gibi, bir kadınla göz göze bakıştığımı hiç hatırlamıyorum… Az sonra yanındaki adama bir şeyler söyleyen kadın, sandalyesini tutan adamın yardımıyla yerinden kalkıyor. Galiba tuvalete gidecek… Birden, şaşkınlığım had safhaya ulaşıyor! Adam, kör birine eşlik ediyor… Kadın kör! Kadının elinden tutan,  adam, onu, masalara çarpacak gibi olduğunda yönlendirerek götürmeye başlıyor… “İnanamıyorum. O mühür gözler, körmüş!...” Salağa dönüşüyorum. “Dünyanın en salak adamı benim! İyi ki körmüş, iyi ki beni göremiyormuş… Yaşadığım salaklığın sahibini bilemeyecek.”  Hiç değilse bu beni teselli etmeli…

Şimdi bunları takmamalıyım kafaya. Şu nefis manzarayı içime sindire sindire bir içki içemeyecek miyim?... Nasıl olsa, ömrümün büyük bir bölümü o takıntılarla geçiyor…



       "Bahar geldi, başka şey istemem kafamda. Hele akla yer vermem bahar soframda. Şarap, seninleyim bu mevsim, koru beni. Söğüt ağacı, sen de ser gölgeni altıma…"



Yağmur bulutları var gökyüzünde; eminim ki, geçici bir bozulma bu, yağmur falan yağmayacak. Fakat, sert bir rüzgâr çıktı. Bu da, insanı rahatsız etmeye yetiyor. Keyfi kaçtı bu işin. Gidiyorum işte…

“Garson, hesap!”

Getirilen hesap hiçbir şey değil. Bedava! Şu ziyafet için başka şehirlerde, şu an ödediğim paranın dört beş mislini ödediğim olmuştu.

Yol güzergâhımda öylesine çok yeşil var ki, içim serinliyor, sıkılmıyorum motosiklet sürmekten. Sıkıcı olan tek şey, sarhoş şoförlerin tam gaz sürdüğü arabalar… 

( Sevgi Denilen Şey başlıklı yazı AliKemal tarafından 23.10.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.