-Deli, zır deli, zır zır deli…

     -Bir de yeni çıktı: Ivır zıvır deli.

     -Yani işe yaramaz, sahte, numaradan deli…

     Odamın camından dışarı bakıyorum. Sis var. Ağaçları hayal meyal seçebiliyorum. Dışarıda olup bitenleri çok merak etmiş olmama rağmen çıkıp da bakamıyorum. Çünkü odalarımızdan dışarı çıkmanın geçici bir süre yasaklanmış olduğuna dair sık sık anons yapılıyor.

     Bu da gösteriyor ki darbe henüz tamamlanmamış. Kahvaltı zili çalalı çok olmasına rağmen gidemedik. Zaten gitsek de kahvaltı edecek bir şey bulamazdık. Çünkü darbeciler yemekhane personelini de tutuklamış olabilirlerdi.

     Olayın ayrıntılarını daha sonra Dedikoducu’dan öğrenecektim. Dedikoducu’nun  anlattıklarına göre, gece saat 02.00’de darbeciler harekete geçmişler. Önce nöbet kulesindeki güvenlikçileri, daha sonra görev yerlerinde olmaları gerektiği halde lokalde uyuyan ya da okey oynayan güvenlikçileri tutuklamışlar. Hepsinin cop, kelepçe ve silahlarına el koymuşlar. Daha sonra nöbetçi doktorlara, hasta bakıcılara ve hemşirelere gelmiş sıra. Sabaha karşı mutfak görevlilerini ve nöbetçi temizlik elemanlarını da tutuklayıp bütün kritik noktalara kendi adamlarını yerleştirmişler. Mesai saatinde de görevlerine başlamak amacıyla hastaneye gelenleri tek tek bahçede yakalamışlar.

     Hazırladıkları mükemmel darbe planını hiçbir aksaklığı meydan vermeden uygulamışlar. Tutuklanan her kişinin üstünü arayıp telefon, saat, banka maaş kartı, kredi kartı, para, takı gibi ne buldularsa el koymuşlar. Tabii o kişilerden telefonunun, maaş kartının ve kredi kartının şifresini almayı da unutmamışlar.

     Tutuklanan kişiler şimdilik tecrit bölümüne hapsedilmiş. Pekiyi oradaki hastalar ne olmuş diye sorabilirsiniz. Hastaları bir minibüse doldurup hastane dışına çıkarmışlar. Ancak hastaları bir başka hastaneye nakletmedikleri belli; çünkü minibüs çok kısa bir süre sonra boş olarak geri dönmüş. Galiba bu zavallıları ya bir uçurumdan aşağıya attılar ya da kurda kuşa yem olsun diye ormanın içine bıraktılar. Bir daha bu hastalardan hiçbir haber çıkmadı. Zaten ne olduklarını merak edip de bir araştıran da olmadı.

     Kablolu telefon ve internet bağlantılarını da kesmişler. Kamera kayıtlarının kaydedilip izlendiği odaya bu işten anlayan ve güvenilir bir eleman yerleştirip dikkat çekici en ufak bir görüntü saptadığında hemen haber vermesi konusunda uyarmışlar.

     Hem korkuyordum hem de dışarıda neler olup bittiği konusunda merak içindeydim. Sonunda merakım korkuma baskın çıktı ve giyinmeye başladım. Dışarı çıkacaktım. Koridorda kimse yoktu. Ağır ağır ilerlemeye devam ettim. Bina çıkış kapısına yaklaşmıştım. Orada nöbet tutan bir adam vardı. Geriye dönüp odama gitsem galiba daha iyi olacaktı! Ancak görevli beni görmüştü ve çaresiz sonuna kadar bu oyunu oynayacaktım. Omuzlarımı dikleştirdim, kendine güveni olan bir insan görüntüsü vermeye çalışıyordum. Kapıdaki adamı tanımıştım, beni İmparator’un yanına götürenlerden biriydi. O da beni tanıdı, yanına yaklaştığımda kendine çeki düzen verdi ve selamımı aldı. Sonra da saygılı bir şekilde kapıyı açtı. Dışarı çıktım.

     İşte bahçedeydim. Sis biraz dağılmıştı. Feri azalmış olan güneşi soluk da olsa görebiliyordum. Bahçede beş-altı tane görevli vardı. Onları dikkatlice inceledim. Şansa bak ki bunlardan biri beni İmparator’a götüren diğer adamdı. Onun yanına gittim, selamlaştık. Elini uzattı. Tokalaştık. Biraz ilerisindeki görevlilere seslendi:

     -Arkadaşlar, Kargacı da bizim ekiptendir. Haberiniz olsun!

     Adamlar anladıklarını belli etmek için kafalarını sallamakla yetindiler. Bu olanlardan sonra bana cesaret gelmişti. Sordum:

     -İşler nasıl gidiyor? Darbe henüz sonuçlanmadı mı?

     -Hemen hemen hepsini ele geçirip içeri attık. Bir tek kişi kaldı.

     -Kimmiş o?

     -Başhekim… Saat 10’a geliyor ama adam hâlâ ortalıkta yok!

     -Hayret! Başhekim her gün herkesten çok önce işe gelirdi.

     -Aksilik olacak ya; bugün gelmedi işte!

     Biz konuşurken kuledeki nöbetçinin sesi duyuldu:

     -Geliyor! Aşağıdakiler, hazır olun!

     Hemen bahçe kapısını açtılar. Bir araba hastaneye doğru ilerliyordu. Bu Başhekim’in arabasıydı. Nefesimi tutup heyecanla beklemeye başladım. Diğerlerinin de benden bir farkı yoktu. Buna rağmen soğukkanlı görünmeye uğraşıyorlardı. Yanlış bir hareket her şeyi mahvedebilirdi.

     Kapıya birkaç metre kala araba ani bir frenle durdu. Oysa ne güzel geliyordu, mutlaka içeri gireceğini sanıyordum. Başhekim bir şeylerden şüphelenmiş olmalıydı. Geri dönüp gidebilirdi. O zaman ne olurdu? Bunu düşünmek istemiyorum.

     Arabanın yeniden çalışıp bize doğru ilerlediğini görünce hepimizin yüzünde bir tebessüm belirdi. Başhekim girince kapı hemen kapatıldı. Bundan sonrası artık çok kolaydı.

     Araba otoparktaki yerine gidip durdu. Dört kişi arabadan inen Başhekim’in etrafını kuşattı. Aralarında konuşmalar oldu fakat tam olarak ne konuştuklarını duyamadım. İki kişi kollarına girdi, bir kişi önde bir kişi de arkada Başhekim’i tecrit bölümüne doğru götürdüler.

     Daha sonra hastanenin kapısının dışına dev bir pankart asıldı. Pankarttaki yazı şöyleydi:

     “HASTANEMİZDE KARANTİNA UYGULANDIĞINDAN HASTA VE ZİYARETÇİ KABUL EDİLMEMEKTEDİR. MÜDÜRİYET”

     Pankartı okuyan geri döneceğinden sürpriz ziyaretçiler de böylece engellenmiş olacaktı.

     Son durum İmparator’a rapor edildi ve onun verdiği direktifle anons yapılmaya başlandı:

     “Dikkat, dikkat! Baskıcı, işkenceci hastane yönetimine karşı başarılı bir darbe gerçekleştirilmiştir. Yeni yönetimin yapacağı açıklamaları dinlemek için çok ağır hastaların haricinde herkes bahçede toplanacaktır. Bu emre uymayanlar şiddetle cezalandırılacaktır.”

     Herkes bahçeye çıkıncaya kadar bu anons sürekli tekrarlandı.

     Bahçede toplananlar merak içindeydi. Ne olmuştu, nasıl olmuştu? Bundan da önemlisi neler olacaktı? Darbe buradaki insanların yaşantısını nasıl etkileyecekti? Kimi hastalar darbenin sonuçlarının ne olabileceğini düşünmeden sevinç çığlıkları atarak kutlama yapıyorlardı. Kulaktan kulağa yeni bir devlet kurulacağı haberi bazılarını oldukça heyecanlandırmıştı.

     Marşlar çalınmaya başladığında bahçede toplanan hastalardaki heyecan daha da artmıştı. Marşlara eşlik edenler; elleriyle, ayaklarıyla tempo tutanlar vardı. Birçok hastanın yürüyüşü bile değişmişti. Bunların ayakları şimdi yere daha kuvvetli basıyordu.

     Konuşma kürsüsünün hazırlanması bittikten sonra İmparator on kişilik bir koruma ekibi ile göründü. Yüzü gülüyordu. Kürsüye çıktı. Sağ tarafına Toprak Baba’yı aldı. Arkasında yeni devletin üst kademelerinde görev alacaklar ve koruma görevlileri sıralandılar. Ayrıca kalabalık İmparator’dan 5-6 metre uzağa çekilip buraya çok sayıda güvenlik elemanı yerleştirildi. Kalabalığa el salladı. Tezahürattan ortalık yıkılıyordu. Bir süre seslerin kesilmesini bekledi. Ama kesilmiyordu. O meşhur pazularını gösterme hareketini yapmak zorunda kaldı. Ortalık bu hareketten sonra birden sessizliğe büründü.

     Mikrofondan “Yurttaşlarım, sevgili yurttaşlarım!” diye konuşmaya başlayınca “Yaşa, Varol! Bağırışlarıyla birlikte bir alkış koptu. Gene beklemek zorunda kaldı. Bu sefer sessizlik kendiliğinden sağlandı.

     İmparator, daha önceki yönetimi kötüleyerek konuşmasını sürdürdü ve gerçekleştirilen bu devrimle bütün haksızlıklara son verileceğini söyledi. Toprak Baba’nın bana yazdırdıklarını okudu. Uzunca bir metindi. Dinleyenlerin çoğu okunan bu metinden bir şey anlamamış olmasına rağmen sık sık alkışlamaktan da geri kalmadı.

     Daha önce de söylediğim gibi yeni bir devlet kuruluyordu: Demokratik Deliler Devleti. Yeni devletin adını aklında tutamayanlar dilerlerse kısaca 3D de diyebilirlerdi. Bu devlette doğrudan demokrasi uygulanacak, her karar yurttaşların oyuna sunulacak; hak, hukuk, adalet, eşitlik ve özgürlük ilke olarak benimsenecekti. 3D sınırları içinde para kullanılmayacaktı, çünkü her türlü hizmet ve mal yurttaşlara ücretsiz olarak verilecekti.

     Seçimlere geçildi.

     İlk önce devlet başkanı seçilecekti. O nedenle İmparator aday olarak gösterilip başka aday olup olmadığı soruldu. Tabii usulen… İmparator aday olduktan sonra onun karşısına çıkacak olan kişinin aklından zoru var demekti. Evet bunlar deliydi ama o kadar da deli değillerdi doğrusu! İmparator oy birliği ile Demokratik Deliler Devletinin başkanı olarak seçildi.

     Sırada bakanların seçimi vardı. Önceden kararlaştırılmış olan kişiler yurttaşların oyuna sunuldu ve seçildiler. Buna göre Maliye Bakanı eski bir bankacı, Savunma Bakanı emekli bir paşa, Sağlık Bakanı bizim Psikiyatrist ve Gıda Bakanı da bir bakkal oldu.

     Yargı organı olarak sadece Yüksek Mahkeme vardı. Devlet içinde meydana gelebilecek her türlü haksızlık ve suçlara burası bakacaktı. Üyeleri emekli bir mahkeme başkatibi, eskiden adliyede çaycılık yapmış biri ve emekli bir mübaşirdi.

     Bu devletin ciltler dolusu binlerce kanun maddesi yoktu. Tek bir kanun maddesi vardı. O da şöyleydi:

     Madde:1 Demokratik Deliler Devleti’nde vatana ihanet suçu idam ile cezalandırılır.

     Yani 3D’de tek bir suç vardı ve bunun cezası da idamdı: Vatana ihanet. Buna göre bir suç işledi iddiası ile mahkeme huzuruna getirilen kişi ya beraat edecekti ya da idam edilecekti. Öyle ki hırsızlık nedeniyle yargılanan bir kişi bile vatana ihanet ettiği gerekçesiyle ölümle cezalandırılabilecekti. Kısacası her şey mahkeme heyetinin vereceği karara bağlıydı.

     Seçimler bittikten sonra teşekkür konuşması yapmak üzere İmparator tekrar kürsüye geldi.

     -Demokratik Deliler Devleti’nin değerli yurttaşları! Bugün burada hep birlikte dünya tarihinde bir ilk’e imza atmış olduk. Delilerin neler başarabileceklerini herkese kanıtladık. Gerçekleştirdiğimiz devrim, dünyanın diğer tutsak delilerine bağımsızlıklarını kazanıp kendi devletlerini kurmaları için bir örnek teşkil edecektir. Evet biz şimdi büyük bir iş başardık, ama bu işimizin bittiği anlamına gelmez. Daha önümüzde aşılması gereken birçok engel, birçok zorluk var. Ben inanıyorum ki bunların hepsinin üstesinden geleceğiz. Yurttaşlarıma bu konuda güvenim tamdır.”

     İmparator’un konuşmasını öğlen yemeğini haber veren zilin sesi böldü. Zil otomatik olarak çalıyordu ama herhangi bir hazırlık yapılmadığı için yemekhanede yiyecek hiçbir şey yoktu. En küçük ayrıntıyı bile dikkate alan İmparator ve adamları nedense bu konuyu atlamışlardı. Zilin çalması hastalara açlığını hatırlatmış olmalı ki “Açız, aç!” diye bir ses duyuldu, buna diğerleri eklendi. “İlaçlarımız da verilmedi…” diye bağıranlar da oldu.

     İmparator hemen yanındaki adamlarına yemekhane görevlilerinin işlerinin başına getirilmesi ve hastalara ilaç vermek için de birkaç doktorun serbest bırakılması emrini verdi. Konuşmasını sürdürdü:

     -En geç bir saat içinde yemeğiniz hazır olacak ve yemekten sonra ilaçlarınız dağıtılacak. Bundan sonra da yemek ve ilaç konusunda en ufak bir aksaklığa meydan verilmeyecek.

     Alkış ve sözlü tezahürat başladı. İmparator bu alkış ve tezahüratı durdurmaya çalışmadı. Böylece yemek hazırlanması için zamandan kazanmayı düşünüyordu. Alkış ve tezahürat kendiliğinden bitince devam etti:

     -Sizler bu devletin özgür yurttaşlarısınız. Size her türlü hizmet verilecektir. Demokratik hak ve özgürlüklerinizi sonuna kadar kullanabileceksiniz. Sizin oylarınızla alınan her karar bu devlette mutlaka uygulanacaktır. Yani siz ne isterseniz o olacaktır, ne isterseniz o olacaktır…

     İmparator son sözlerini birkaç kez tekrarlayınca kalabalıktan biri elini kaldırdı. Söz istiyordu. İmparator konuşmasını işaret etti. Adam:

     -Bodur Onbaşı’yı asalım! Dedi.

     Birkaç kişi daha bu öneriyi destekledi. Önce birçok kişi ne dendiğini iyi duyamamıştı, ama çok sayıda kişi tempo halinde “Bodur Onbaşı’yı asalım. Bodur’u asalım!” diye bağırmaya başlayınca oradakilerin çoğu buna katıldı. İmparator:

     -Bu devlette yurttaşların her istediği yerine getirilir. Bu öneriyi oylayalım, bakalım sonuç ne çıkacak? Bodur Onbaşı’nın asılmasını isteyenler el kaldırsın! Dedi.

     Kalkan ellerin sayısı yurttaşların yarısından çok fazlaydı.

     İmparator yanındaki adamlarına işaret verdi. İki kişi tecrit bölümüne doğru giderken iki kişi de yatakhaneye doğru yöneldi.

    Az sonra yatakhane binasından çıkan adamların birinin elinde idam düğümü atılmış urgan, diğerinin elinde ise bir tabure vardı. Bunlar İmparator’un yanındaki büyük bir ağacın dalına urganı atıp birkaç dakika içinde idam için gerekenleri hazırladılar. Bu kadar hazırlıklı ve hızlı olmaları bu infazın önceden planlandığını gösteriyordu.

     İki görevlinin Bodur Onbaşı’yı elleri arkadan bağlanmış olarak getirdiklerini gören kalabalık yuh çekmeye ve küfür etmeye başladı. Hatta bazıları saldırmak için hamle bile yaptıysa da bu hareket oradaki güvenlik elemanları tarafından engellendi.

     Bodur Onbaşı ne yalvardı ne ağladı ne direndi. Bir robot gibi yürüyordu. Başına gelecekleri tahmin etmiş olmalıydı. O nedenle çok korkmuş ve şok geçiriyor olabilirdi. Yüzü kireç gibi bembeyazdı, gözleri iri iri açıktı.

     Ağaçtan aşağıya sarkmış olan urganı ve altındaki tabureyi görünce durdu. Gözlerini kapattı ve yürümeye devam etti. Şimdi zaten kısa olan boyu bana, daha da küçülmüş gibi göründü.

     Bodur Onbaşı’nın son hali içimi burktu, ona acıdım. Evet zalimdi, vicdansızdı, kötüydü, belki de katildi ama gene de bir insanın hayatına son vermek acaba doğru muydu?

     Bodur Onbaşı’yı idamdan kurtaracak bir mucizenin olmasını öyle istiyordum ki….

(Devam edecek...)

( Demokratik Deliler Devleti-13 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 25.09.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.