8 Ağustos 1878 (9 Şaban 1295) Göçün Yüz Yirmi sekizinci Günü;

Üç günde on dört kişi kaybettik. Galiba bu hastalık hepimizi bitirecek! Bitlerle mücadelemiz aylardır sürüyor; ama ne yapsak nafile, kurtulamıyoruz. Tayakadın'a geleli sekiz gün oldu.

Burada beklemekten başka yapacak bir işimiz yok. Bazen arabadan inip etrafı dolaşıyorum hızlı adımlarla ve sonra tekrar dönüyorum. Karımı yalnız bırakmak istemiyorum. İyileşeceğine dair umudumu henüz yitirmedim.

Bugün, konaklama yerinde dolaşırken gene buradaki insanları inceledim. Gülen bir yüz, neşeli bir insan aradım. Büyük ya da küçük... Görseydim, belki benim de moralim yükselirdi. Ama maalesef gülen bir yüz göremedim. İnsanların suratları asık, gözlerinin nereye baktığı belli değil, bedenleri üflesen yıkılacak, umutları tükenmiş, boşlukta rastgele dolaşan cisimlere benziyorlar. Konuşmuyorlar, ağlamıyorlar; belki de yaşar gibi görünüyorlar ama aslında ölüler... Çocuklara bakıyorum. Çocuk olur da oynamaz mı, bağırmaz mı, gülmez mi? Buradaki çocuklar oynamıyor, bağırmıyor, gülmüyor. Ayakları bedenlerini tutmakta zorlanan birer korkuluk gibi hepsi... Bir de derler ki “Çocuk, her yerde her zaman çocuktur.” Bu söz, göçün çocukları için geçerli değil...

Bana vatansız kalmanın bir tasvirini yap deseler, işte bu gördüklerimi yazardım. Bu vatansız insanlar; geçmişten kopmanın boşluğunda, meçhul bir gelecek kaygısının yarattığı bir halet-i ruhiyye içindeler... Vatan diye tutanabilecekleri bir karış toprak istiyorlar, belki de böyle yurtsuz, ocaksız yaşamak onlar için ölümden de beter.

Aklını kaçıranlar da var. Yani deli dediklerimiz. Kendi kendilerine konuşuyorlar, oradan oraya bazen büyük adımlarla bazen de koşarak gidip geliyorlar. Kimse onların umrunda değil; onlar da kimsenin... Sayıları çok, her geçen gün daha fazla sayıda deliye rastlar oldum... İçlerinde bir tanesi farklı; onu daha önce de birkaç defa görmüştüm: Elindeki boş beşiği sımsıkı tutan, başındaki yana kaymış başörtüsünden dışarı sarkmış, kirden birbirine yapışmış saçları görünen genç bir kadın. Şimdiki görüntüsü pislikten dolayı çirkin, fakat daha önceleri çok güzel bir kadın olduğu da belli. Masmavi gözleri var. Konaklama yerinin her tarafında dolaşıyor; bir şeyler arar gibi, ama bulamıyor. Galiba bebeğini kaybetmiş! Sık sık durup gökyüzüne bakıyor. Orada bir şey mi görüyor, yoksa gökyüzünden gelecek bir şey mi bekliyor? Gökyüzüne bakarken birşeyler mırıldanıyor, ne dediğini tam olarak anlamasam da, bana sanki dua ediyormuş gibi geliyor.

Bağıran insanlar duyuyorum. Kafamı sesin geldiği tarafa çeviriyorum. Bir cenaze arabasının etrafında iki kadın bir erkek, askerlerle tartışıyor. Arabaya bindirilen kişinin ölmediğini, canlı olduğunu iddia ediyorlar. Bazen bağırıyor, bazen de askere yalvarıyorlar. Ama onları dinleyen yok. Askerler üçünü de iteliyor, üçü de yere düşüyor. Cenaze arabası hareket ediyor. Düşenler feryat ediyor, ama sesleri çok az çıkıyor. Yerden kalkmaya mecalleri yok, ellerini havaya açmışlar yücelerden yardım gelir umuduyla... Giden canlı mı ölü mü? Ya kalanlar!

Bugün beni umutlandıran bir olay da oldu: Konaklama yerinde birçok mukayyidin görevlendirildiği ve bunlara gidip ailemizdeki kişileri yazdırmamız söylendi. Hemen koştum, ama buna rağmen önümde sekiz-dokuz kişi vardı. Yarım saatten fazla bekledim. Bana sıra geldiğinde sorulan sorulara cevap vererek ailemi yazdırdım. Bu bana moral verdi, çünkü bunun göçmenlerin kabul edilmeden önce yapılan bir işlem olduğunu düşünüyorum. Yoksa Osmanlı, boş yere neden bu konaklama yerindeki insanların adını yazdırsındı?

İki gün hiç durmadan yağmur yağdı. Bu günlerde arabanın içinde oturmaktan ayaklarım uyuştu. Yağmura rağmen aşağı indim, uyuşukluk geçsin diye. Yere basınca ayaklarım önce hiç yokmuş zannettim, sonra bir karıncalanma hissettim. Biraz bekleyince ayaklarım eski haline döndü. Dışarda daha durmak istiyordum ama yağmur müsaade etmiyordu. Zaten çok ıslanmıştım, arabaya binmek zorundaydım.

Bugün hava açtı. Bulgar ve Yunan tarafında yağmur Edirne'den önce başlamış ve daha şiddetliymiş. O nedenle Meriç, Tunca ve Arda nehirleri taşmış. Gelen haberlere göre Edirne'nin nehir kıyısında bulunan mahalleleri ile Karaağaç'ı ve Sarayiçi'ni sel basmış. Bu mevsimde sel, pek görülmeyen bir olaymış. Bu da bizim şansımıza... Konakladığımız yer su ve çamur içinde. Her tarafta gölcükler oluşmuş.

Yağmur dindiği için etrafta dolaşan insan sayısı da arttı. Erkeklerin giysilerinin her tarafı yama dolu. Hemen hemen yamasız giysisi olan hiç erkek yok gibi. Zayıflayan bellerinden aşağı düşen pantolonlarını sık sık çekiştiriyorlar. Donuk yüzlerinin bir kısmını kirli tülbentleriyle örtmeye çalışan kadınların da giysileri bakımından onlardan aşağı kalır tarafı yok. Su birikintilerinin ve çamurun içinde yürürken ürkek ürkek etrafa bakan çocuklar. Ve tabii üzerlerinden yerlere sular süzülen, günlerdir ayakta beklemek zorunda kalan hayvanlar... Her şeye rağmen buna bile razılar; hiç olmazsa yağmur dindi ya!

(Devam edecek...)

( Göçe Göçe- Mutsuz Göçmen Çocukları-25 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 24.09.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.