Üçüncü yayınevine gittim. Holde rastladığım kişi oranın sahibi ve editörüymüş. Geliş nedenimi bildirince yandaki odaya yöneldi adam. Peşine takıldım. Adam, eski tip ahşap büro masasının çekmecelerini karıştırırken romanın adını bir kez daha sordu. Biraz aşınmış kanepe türü iki koltuk önünde ayakta beklerken nezaket gereği, “buyurun” deyip yer göstermeyen   adamın hödüklüğüne inat koltuğa oturdum.  Adam, masanın çekmecelerini epeyce bir  takırdattıktan sonra yaklaşıp romanın teksini verdi. Masasına giderken tekse tarak attım.

   Adamın, beni biraz  sorgulamasını istedim. Hatta çay-kahve sunmasını umdum. Yaşça ondan  büyüktüm.  Konuğu sayılırdım. 

            İki köyüm vardı. Köy ağası filan değildim tabi. Anne ve babam ayrı köylerdendi. Her iki köyde de, mahallelere ait köy odaları olurdu. Köye para kazanmaya gelen çerçi, zerzevatçı ve kalaycılar bile köy odalarında misafir edilirdi. Hayvanlarının yemi ve otu dahi verilirdi. Böylesine konukseverlik kültüründen gelen birisi olduğum için umdum çay-kahveyi. İhtiyacım olduğu için değil.

            “Türk Millet’i  kitap fukarası,” diyerek söze girdi adam.  “Yani, kitap alıp okumuyor. Dolaysıyla yayınevleri çok sıkıntılı bir dönemde.  Bu nedenle romanınızı yayın programına alamayacağım.”

            Adam bunları söylerken roman metninin sayfalarına bir tarak daha attım. Romanın bırakın okunmasını, benim gibi tarak atılmadığını, (Kapak yapıştırması soncu kalıba konulduğu için.) başlangıçtaki bazı yapışık sayfaların bile açılmadığını anladım. Adamın sözleri, öbür yayınevlerindeki kızgınlığımı daha da körükledi.

            “Türk Milleti’nin kitap okunmadığından yakınıyorsunuz ama okuması gereken asıl siz okumuyorsunuz. Romanım okunmamış,” diyerek lafı gediğine oturttum.

       Bir an afallayan yayınevi sahibi:

            “İki roman yazmış, yirmi yıllık yazarım ben,” diyerek küstahça bakış yöneltti bana.   “Romanın daha ilk sayfasına bakınca, o romanın piyasa yapıp yapmayacağını çok iyi anlarım,”  derken,  kendinden belki de on beş yaş büyük bir yazar adayını adam yerine koymadığını yüz ifadesiyle de belli etti. Kendi çöplüğünde öten horoza bile karşılık vermekten çekinmem. 

            “Bravo,” diyerek yaptım bunu. Adam yine ters baktı bana.

            “Banka müdürlüğünden emekli olan biraderimle Kütahya’da büyük bir kitapevi açmak istiyoruz. Yayınevinizden çıkan ve yazdığınız kitapları kitapevimizde görmek isteriz,” dediğimde adamın yüzü yumuşayıverdi.  

            Paranın kokusunu almasından olsa gerek, kolaylık ve iskontodan söz ederken epey bir albenili gençten bir kadın girdi içeriye.  Adamla kadın, nerdeyse kafa kafaya vererek yavaştan konuşurlarken içimden, “Kendisini dev aynasına gören bu adama bu oyun yeter,” deyip sessizce sıvıştım odadan ve daireden.

            O günlerde, (İki bin altı yılının sonlarına doğru) internet denen derya ile yeni yeni tanışıyordum. O yayınevine girmeyi başardım. İşi gereği asıl kendisinin okuması gerekirken milletin kitap okumadığından yakınan adamın iki romanı yayınlanmış. Birer baskıda kalmışlar.

            Romana ilave edeceğim konu daha sonra cazibesini yitirdi bende. İki kitaplı yazarın;

   “Romanın ilk sayfasına bakıp piyasa yapıp yapmayacağını anlarım,” dediği roman metninin,   önemli bir editör tarafından dikte edici şekilde okunması, işte o nedenle mutlu etmişti beni. Ajanstaki uygulamalar da gözümün önüne gelince, daha bir okşandı yüreğim. Dosya alınırken, hukuki nitelikli “teslim alma” belgesi verilmişti. Yirmi küsur gün sonra telefonda, “Roman dosyasını kendiniz mi alacaksınız yoksa ücreti bize ait olmak üzere kargo ile adresinize mi gönderilmeyi mi uygun bulursunuz?” diye sormaları, derinden etkiledi beni. Yabancılara  yönelik bu ajansın uygulamaları, yıllar öncesi bir olayı anımsattı bana.  

 

            Bin dokuz yüz yetmiş yılıydı. Artvin Orman Başmüdürlüğü’nde (İdari kuruluşun adı o zamanlar böyleydi.)  orman yollarının planlanması, etüt, aplikasyonu ve yapım kontrolüyle görevliydim. Sovyetler Birliği’ne sınırdaş ve hudut bölüğü olan Başköy’e inen bir dere vadisine yapılacak orman yolunun güzergahını tespit ediyordum. Derenin kavis çizmesiyle hududa epey yaklaştık. Orman muhafaza memuru ve araziyi iyi bilen köylü tarafından hududa daha fazla yaklaşmamız konusunda uyarıldım.

            Anlattıklarına göre, iki sene önce burada yaşanan bir olay, neredeyse yeni bir dünya savaşına neden oluyormuş.  

            Bu civarda, Gürcü asıllı Türk vatandaşları oturuyordu. Bu yöredeki Türkiye-Sovyetler Birliği sınırıyla köyler ve dolaysıyla akrabalıklar da bölünmüş. Sovyetler Birliği, Türkiye’ye kaçış olmasın diye, aşılması çok zor dikenli tel çitle örmüş sınırını. Geniş görüş alanlarına hakim yerlere  gözetleme kuleleri kondurmuşlar. Bunlarla yetinmeyip, tel örgülerine bitişik, altı metrelik ince kumdan iz manileri yapmışlar. Bir kuşun konması bile belli oluyormuş iz manilerinde…        

            Başköy’den bir delikanlı, sınırın hemen ötesinde kendisi gibi mayıs çayı filizlerini toplayan bir kız görüyor.  Yanık bakıyorlar birbirlerine. Oğlanın yüreğine sevda ateşi düşüveriyor. Yakınlarının uyarısına aldırmadan tel çite yaklaşıyor. 

            “Gamarjoba lamazi gogo!” diye sesleniyor kıza.

             (Merhaba güzel kız)

            Gamarjoba lamazi bico!” diye karşılık veriyor kız.

            (Merhaba güzel oğlan)

            Kız ve oğlan, her gün daha da duygu yüklü bakış yönetiyorlar birbirlerine. Sonraki günlerde oğlan, söylediği şarkılarla kızın gönlünü iyice kendine akıtıyor. İlk zamanlarda  sevdalıların aşkına gösterilen anlayış giderek kayboluyor. Sovyet tarafında, kızın çay toplamasına bile engel olunuyor.

            Gözü kara oğlan, bazı geceler dikenli tel örgü engelini aşarak kıza gidiyor. İz manisin-den geçerken ayakkabılarını tersten bağlıyor ayaklarına. Sovyetlerden insan geçiyormuş gibi iz kalıyor iz manilerinde. Bir gece, geriye dönerken gözetleme kulesinin ışıldağına yakalanıyor oğlan. Dikenli tel örgüden geçip Türk toprağına ayak bastığı halde kurşun yağmuruna tutuluyor. Siper bir yere atladığı gibi ondörtlük tabancasıyla karşılık veriyor. Işıldağın devamlı tutulduğu yere, öbür kuleden de ateş ediliyor. Kurşunların bir kısmı, aşağıdaki Başköy hudut bölüğüne ulaşıyor. İki asker yaralanıyor. Bölüğe ateş edildiğini sanan askerler, makineli tüfekler dahil silahlarını alıp, köyün üstündeki sırta çıkıyorlar. Silahlı çatışmaya onlar da katılınca ucu açık çok büyük bir tehlikeye doğru yol alıyor olay. Borçka’daki taburdan takviye kuvvet gönderiliyor. Sabaha karşı sona eriyor silahlı çatışma.


   Bu olay, iki ülkeyi savaşın eşiğine sürüklüyor. Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki savaşın, “Üçüncü Dünya Savaşı”na yol açacağından kaygılanan başka devletlerin araya girmesiyle karşılıklı savaş hazırlıkları askıya alınıyor. Bu tür olayların anlayışla karşılanması için hudut yetkililerinin ortak toplantılar yapması uygun görülüyor. Bizimkiler onlara gittiğinde rakı götürüyor. Sovyetliler de votka getiriyor. Karşılıklı kadeh tokuşturmalarla olaylar tatlıya bağlanıyor.

            Orman Muhafaza Memuru ve olaya tanık köylülerden dinlediğim bu olayı, (Aşık oğlan İstanbul’a gitmiş.) iki sayfalık özet halinde yazıp teksirle çoğalttım. (O teksir kağıdı ve makinesiyle yapılıyordu.) Daha başka bilgilerle bilirlikte yazdığım özeti, İstanbul’daki sekiz film şirketine yolladım. Önde gelen bu sekiz film şirketine,“Benden senaryolaştırmamı ister-seniz, senaryo tekniğini bilmiyorum. Bir örnek gönderirseniz ona göre yazarım,” diye öneride bulundum. Beş-altı ay bekledim. Ne yazık ki, iki satırlık da olsa hiçbirinden bir yanıt gelmedi.

 

            Birlikte görev yaptığımız orman yüksek mühendisi arkadaş, Amerikan film şirketlerine yazmamı söyledi. Kafama yattı bu öneri. Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçisine İngilizce mektup yazıp, Amerika’da önde gelen üç film şirketinin adresini istedim. Bir hafta sonra  mektup geldi. Metro-Goldwyn-Mayer, Columbia Pictures ve Warner Bros. film şirketlerinin adresleri bildirilmiş. Edebiyat diline uygun İngilizcem olmasa da bu üç film şirketine hudutta yaşanan olayın özetini ve sonradan olanları yazdım. Aynı şekilde onlardan da senaryo örneği istedim. İki hafta sonra, birer-ikişer gün arayla üç film şirketinden yanıt geldi.  İlk başta, çok memnun olduklarını belirtip teşekkür etmişler. Üçünün orta noktası şu idi. “Yazarlarla direkt bağlantı yapmıyor olmaları. Ajanslar ve film şirketleri kanalıyla iletişim kurmaları.  Amerika dışındaki bu tür çalışmaları, bazı ülkelerdeki ofisleri tarafından yürütmeleri.”

            Film şirketlerinde birisi, Londra’daki ofislerinin adresini ve direktörünü bildirmiş. Bana


yardımcı olması için talimat verildiğini yazmış. Bir diğeri, Türkiye’ye en yakın ofislerinin İsrail’in 


Hayfa şehrinde olduğunu belirtip adresini bildirmiş. Yardımcı olunması için direktöre direktif 


verilmiş. Üçüncü film şirketi de, bulunduğum şehirdeki bir film şirketinin Roma’da adresi yazılı 


ofisle temasa geçmesini önermiş. İsmi yazılı kişiye, yardımcı olması için direktif verildiğini 


bildirmişler.  İsim ve imzalı olarak gönderilen mektuplar, birer saygınlık ve değer verme 


belgesiydi adeta…


            Amerika Birleşik Devletleri büyükelçisinin ve üç film şirketinin verdiği yanıtlar hoşuma giderken yüreğimin incindiğini de hissettim… Yabancı film şirketlerinden böyle yakınlık görürken ülkendeki film şirketlerinden bir kart bile alamamak insanın daha çok gücüne gidiyor …Dünyanın öbür ucundaki dili, dini ve milliyeti farklı insanların ilgisine tanık olunca kendi insanının duyarsızlığına isyan edesin geliyor...Yetiştiğim kültürde, makul bir isteği yerine getirmek erdemlikti.  Sevap kazanmaydı. Güvenli kişi olma ilkesiydi. Makul dileği yerine getirmek ayrı bir huzur kaynağıydı. Mayanda bu değerler olunca tanık oldukların, ömür boyu silinmeyecek iz bırakıyor sende…

            Dünyanın en ünlü üç film şirketinin verdikleri ayrıntılı bilgi ve yol göstermelerle ufkum genişledi. Aydınlandım…İnsana değer vermenin bir erdemlik ve büyük bir aydınlık olduğunu daha iyi anladım…

            İş yoğunluğu ve başka meşguliyetler nedeniyle film şirketlerinin ofisleriyle bağlantı  kurma fırsatım olmadı…

 

            “Yazmadan önce, yazmayı iyi öğrenmeniz gerekir!” diyen üniversite öğretim üyesi editörün, bu sert eleştiriyle edebi yönden beni aydınlatmak istediğini anladım. Romandaki hataların göz önüne serilmesi bunun bir göstergesiydi. Değişik konularda araştırma yapmayı ve uygulamayı seven birisiyim.  Araştırma ve uygulamalı öğretim bana göre en öğretici sistemdi. Bunlara, eleştiriyi de ekledim. Araştırma, uygulama ve eleştirilmek…

            Aydınlanmanın üç temel unsuru bunlar…

            Romandaki hatalara gelince:   


             Devamı haftaya


             Veysel Başer

( Edebi Aydınlık -2 başlıklı yazı Veysel Başer tarafından 24.09.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.