-“Deli!”Diye bağırdıktan sonra;

     -Git, hemen aynaya bak!

     -Ne gördün?

**

     Delilere sataşan, onlarla alay eden insanlara çok kızıyorum. Hele bazıları fıkra anlatırken “Delinin biri…” diye giriş yapıp gülmeye başlamıyor mu, doğrusu gıcık oluyorum. Tabii anlatılan fıkralarda en ufak bir gerçek payı yok; hepsi yalan dolu ve abartılı.

     Yahu arkadaş, sizin başka işiniz yok mu da delilerle uğraşıyorsunuz? Bu insanlar kendilerini savunmadıkları için mi bu kadar cüretkarsınız? Dikkat edin, savunamadıkları için demiyorum; savunmadıkları için… Çünkü onlar böyle bir savunmaya gerek duymuyorlar. Malum, seviyeye inmemek meselesi…

     -Felsefe öldü! Felsefe öldü! Cahil cühela takımı gözünüz aydın, Felsefe öldü!

     Diye bağırıyor az ötede Kızıl Filozof. Felsefe tahsili yaptı mı yapmadı mı, ya da bu konuda bir şeyler okudu mu okumadı mı, bilmiyorum. Ona neden Kızıl Filozof demişler? Çünkü materyalist görüşler ileri sürüyor ve materyalizmi eleştiren görüşlere şiddetle karşı çıkıyordu.

     Bağırmasına devam ederek etrafına birkaç kişi toplamayı başardı. Bunların çoğu tabii ki neden bağırdığını merak ettikleri için oradaydı. Yoksa insanlar felsefe dinlemeye hiç de istekli değillerdi. Hatta “felsefe” sözcüğünü aralarında ilk defa duyanlar bile vardı. Çünkü şöyle konuşmalara tanık oldum:

     -Sen bu felsefe dediğini tanıyor musun?

     -Hayır tanımıyorum. Bir akrabası ya da sevdiği bir arkadaşı olmalı.

     -Allah rahmet eylesin.

     -Başın sağ olsun arkadaş?

     Bu söz Kızıl Filozof’u çıldırttı:

     -Ne diyorsun sen be! Neden başım sağ olsunmuş?

     -Felsefe öldü diye yakınıyorsun ya!

     -Dam başında saksağan, vur beline kazmayı! Bre angut, Felsefeyi sen insan mı sanıyorsun?

     -Ne ya?

     -Felsefenin ne olduğunu sana anlatabilmem için bazı felsefî konulardan, hiç olmazsa varlık, evren ve zaman ile ilgili bilgilerden biraz haberdar olman lâzım.

     -Varlığı ve zamanı bilirim de evreni bilmem.

     -Evren var olan her şeyi içinde toplayan, kapsayan bir bütündür. Evrende sonsuz denebilecek sayıda güneş, gezegen v.s vardır. Dünyamız da evrenin bir parçasıdır.

     -Ben küçük bir köyde doğdum, yıllarca orada yaşadım. Sonra hastalanınca buraya geldim. Yani köyümden ve buradan başka bir yer bilmem. Var diyene de inanmam. Köyümdeki Hasan Emmiyi, Hüseyin Dayıyı, Hacer Anayı, Fatma Teyzeyi ve diğerlerini tanırım; tabii bir de buradaki insanları.

     -Varlık, evren ve zamanı anlayabilmek için hareket, döngü ve değişimin birlikteliğini fark etmek gerekir.

     Şiddetli bir osuruk sesi duyuldu ve tartışmacılar sustu. Evet gelen Osurukçuydu.

     Osurukçu nokta koymasaydı bu tartışma daha çok uzayabilirdi. Osuruk sesinden sonra ortalığı bir sessizlik kapladıysa da bu uzun sürmedi. Söylenmeler, küfürler birbirini takip etti. Oradakilerin bazıları yüzlerini ekşitiyor, bazıları burunlarını kapatıyor, bazıları söyleniyor, bazıları da bir an önce uzaklaşmaya çalışıyorlardı.

     Osurukçu, sık sık yellenirdi. Kalabalıkta, yatakhanede, yemekhanede ya da doktorların yanında olması fark etmez. Karnında gaz hissettiği zaman hemencecik boşaltma yoluna gider. Bir insanın karnında o kadar çok gaz olabileceğine kimse inanmamakta, hatta bazıları ağzınla osuruk sesini taklit ettiğini iddia etmekteydi.

     Ben de bu adamdan yani Osurukçu’dan hiç hoşlanmıyordum. O nedenle hızlı adımlarla oradan ayrıldım.

     Bazıları burada bir insanın canının sıkılacağını zanneder. Hiç de öyle değil. Her an değişik bir olay ya da kişi ile karşılaşma ihtimaliniz var. İnsanları ve olayları ilginç bir yer. Her gün burada benim dikkatimi çeken onlarca olaya tanık oluyorum.

     Görmeyi çok istediğim halde bir türlü bunu gerçekleştiremediğim bir yer var: Tecrit bölümü. Oraya girebilmenin planlarını yaptım günlerce. Önce kapıda bekleyen güvenlik elemanına rüşvet vermeyi denemeye karar verdim, sonra olacaklardan çekindiğim için vazgeçtim. Yeni planım bir görevlinin önlüğünü giyip oradaki hastalara yemek veya ilaç götürenlerin arasına karışmaktı. Bu da pek akıllıca değildi fakat başka bir çözüm üretemiyordum.

     Neyse ki olay, hiç ummadığım bir zamanda ve tabii ummadığım bir şekilde kendiliğinden çözüldü. Bakın anlatayım:

     Kafamın içinde bir şeyler olmaya başladığını hissettiğimde yatağa uzandım. Kendime, beynime odaklandım. İşte yaşadıklarım, hissettiklerim:

     Siyah renkli bir lokomotif çuf çuf yaparak tren katarını çekiyor. Metal sesi beynimi tırmalıyor. Bu yetmezmiş gibi bir de fren sesi ve birbirine çarpan vagonlar… Hastanedeki günler aklıma geliyor, buradan çocukluğuma kadar uzanıyorum. Upuzun onca yıl birkaç saniyede bir filim şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden; hem de yaşadığım hiçbir olayı atlamadan. Anacığımı görüyorum, babamın elini öpüyorum, ilkokula başladığım ilk gün, mahallede bir çocukla kavga ediyorum, çocuğun annesi elinde süpürge beni kovalıyor.

     Yeri göğü inleterek bir jet uçağı geçiyor, iki yıldız uzay boşluğunda birbirine kafa tutuyor ve tabii ki bu kavga büyük bir patlama ile sonuçlanıyor. Atlar yarışıyor, bazıları tökezleyip yere düşerken binicileri metrelerce öteye savruluyor. Bir hortum önüne kattıklarını önce göğe çıkarıyor, sonra acımasızca yere vuruyor.

     Birbirine çarpan teneke sesleri, çığlıklar, böğürmeler duyuyorum.

     Bunun gibi şeyler işte aklımdan geçenler. Yani bir düşüncenin bir başka düşünceyi çağrıştırmasından ibaret.

    Bunlar değil asıl beni rahatsız eden. Beynimin son sürat giden bir araba motoru gibi çalışması. Durdurmayı bırakın yavaşlatamıyorum bile. Çıldırmak üzereyim, galiba çıldırdım. Evet, evet çıldırdım… Bağırıyorum, bağırıyorum… Ayağa kalktım, dolaba önce kafa attım sonra da tekmelemeye başladım. Tekrar yatağımın yanına gidip karyolayı ters çevirdim.

     İşte bundan sonrasını hatırlamıyorum.

     Gözlerimi açıp da kendime geldiğimde tavanda varlığı ile yokluğu birbirinden farkı olmayan sarı renkli ölü bir ışık yayan üzeri sinek pisliği ile kaplı ampulü gördüm. Sırt üstü yatar vaziyetteydim. Başımı sağa sola salladım, ayaklarımı oynattım, ellerime dayanarak oturmak istedim. Ellerim sanki yoktu. Tekrar denedim, oynatamıyordum, çünkü bir bebek gibi belenmiştim.

     Ben etrafa saldırınca güvenlik elemanları gelmiş, önce kelepçelemişler sonra da bana deli gömleği giydirmişler. Doktora haber vermişler. O da gelince teskin edici bir iğne yapmış ve:

      -Tecrit bölümüne götürün. Orada üç gün kalsın. Demiş.

     Görmeyi çok istediğim tecride işte böyle getirilmişim. Burası ile ilgili çok söylenti vardı. Girip de çıkan pek fazla kişi yoktu ama az da olsa birkaç kişiye rastlamıştım. Anlattıkları korku vericiydi. Buradan ölü çıkmak mümkünmüş ama diri çıkmak şansa bağlıymış. Bırakın deliyi, akıllı bir adamı koysanız üç gün sonra delirirmiş. Bodur Onbaşı’nın o meşhur sopası ile attığı dayaklar; dayak atarken kahkahalarla gülmesi… Camı, havalandırması olmayan bırakın insanı hayvanın bile konulmaması gereken sineği, böceği ve faresi bol bir yermiş…

     Paketlenmiş bir şekilde karyolada leş gibi bir yatağın üzerinde yatıyorum. Tavana diktim gözlerimi… Çok basık. Tavan o kadar alçak ki belki de çok uzun boylu bir insan burada eğilerek yürümek zorunda kalırdı. Burnuma pis kokular geliyor, havası çok ağır. Nefes almakta zorlanıyorum. Birkaç kere tıkandım.

     İçeriyi incelemeye karar verdim, bu nedenle sol tarafıma döndüm. Karyola ile neredeyse bitişik bir masa ve yanında sandalye var. Başka da eşya yok. Kapı az ötede. Pencere yok.

     Sesler duyuyorum: Bağırmalar, çığlıklar ve küfürler… Şu anda gece mi gündüz mü bilemiyorum. Çıkıncaya kadar da hangi zamanda olduğumu hiç bilemedim. Çünkü burada ışıklar sürekli yanıyor ve pencere hiç olmadığı için dışarının aydınlık mı karanlık mı olduğu anlaşılmıyor.

     Kapı açıldı. İçeri Bodur Onbaşı girdi. Yanıma geldi, elindeki bıtraklı sopasıyla kafama iki, sırtıma da üç kere vurdu.

     -Ben içeri girdiğimde ayağa kalkacak ve hazır olda bekleyeceksin!

     Deyince yediğim dayağın sebebini anlamış oldum. Karyoladan inip ayağa kalktım. Deli gömleğini çözdü, çıkardı. Deli gömleği çıkmış olmasına rağmen ellerimi hissedemiyordum.

     Bodur Onbaşı ne yapmam ve ne yapmamam gerektiğini bana anlattı. Tuvaletlerin yerini tarif etti. Odamı temiz tutmamı ve verilen görevleri en iyi şekilde yapmamı tembih etti. Burada kalma süremin üç gün olduğunu söyledi. Giderken:

     -Buradan kaçmayı sakın ola ki, aklının ucundan bile geçirmeyesin! Gerçi girişteki demir kapıyı aşman imkansız ama gene de bir uyarayım dedim. Kaçma teşebbüsün bile suç sayılır ve buradan canlı çıkma ihtimalini sıfıra düşürür. Diye tehdit etti.

     O gittikten sonra yatağın üzerine oturdum. Ellerimdeki uyuşukluk azalmıştı ve artık parmaklarımı, kollarımı oynatabiliyordum. Odaya bir kere daha göz attım. Kapı açıktı. Demek ki koridora çıkmak serbestti. Kapının hangi renk olduğunu, demirden mi tahtadan mı yapıldığını bakarak bilme imkanı yoktu. Çünkü pislik içindeydi. Odanın duvarlarının hali daha perişandı. Küf kaplamış her tarafı. İlk günden beri sıvanmamış, badana yapılmamış gibiydi duvarlar. Yaş içindeydi. Sanki özellikle su sıkılmış gibi.

     Üç gün burada nasıl geçecekti? Acaba şu ana kadar bu üç günlük sürenin ne kadarı geçmişti?

     Dışarıdan konuşma sesleri geliyordu. Konuşanlardan biri Bodur Onbaşı’ydı diğeri de bir görevli olmalıydı:

     -Bu hastaların isim listesi. Burada ilaçların verileceği saatler ve miktarı yazıyor. Doktor buna titizlikle uyulması gerektiğini söyledi. Bu poşettekiler de ilaçlar.

     -Boşuna zahmet. Onların tek bir ilacı var, o da şu sopa!

     -Sen sopayı boş ver, sana söyleneni yap!

     Orada kaldığım süre içinde bana bir tek ilaç bile verilmedi. Büyük bir ihtimalle diğer hastalara da verilmemiştir. Oda oda gezip ilaç dağıtmakla uğraşacağına çöpe atmak Bodur Onbaşı için daha kolaydı. Nasıl olsa hastalara ilaç verilip verilmediğini kontrol eden de yoktu.

     Biraz sonra kapı açıldı. Hemen ayağa kalktım. Artık kuralları öğrenmeye başlamıştım. Gelen oydu. Bodur Onbaşı elindeki su dolu kovayı ve paspası işaret ederek, önce odamı sonra da koridoru temizlememi söyleyip gitti.

     Odamın neresini, nasıl temizleyecektim? Temizlesem ne fark edecekti? Zaten leş gibiydi. Bu aklıma gelen soruları bir tarafa bırakıp odamın yerlerini paspaslamaya başladım. Sonra koridora çıktım. Odalardan gelen insanın içini sızlatan sesler koridorda daha fazla duyuluyordu.

     Koridor 30-40 metre uzunluğunda, her iki tarafında odaların bulunduğu, girişinde demir bir kapı olan bir yerdi. Tavanındaki sarı renkli ampul ışıkları burayı odadakinden biraz daha fazla aydınlatıyordu. Tabii burada da cam yoktu, o nedenle dışarıdan en ufak bir işaret alabilmek de mümkün değildi. Koridorun girişinde ve bir de en sonunda tuvaletler yer alıyordu. Tuvaletlerin yanında da banyolar vardı.

     Koridoru temizlemeye başladım. Pislik bakımından odamdan pek farkı yoktu.

      Odalarından tuvalete gitmek için çıkanlar oluyordu. Bunlar beni hiç fark etmemiş gibi davranıyorlar, işlerini bitirdikten sonra odalarına dönüyorlardı. Bazılarına selam verdiysem de karşılığını alamadım.

     Tuvaletlere yaklaştıkça keskin bir sidik kokusu genzimi yaktı.

     Koridordaki odaların bazılarının kapısının kilitli olduğunu gördüm. Bu odaların kapılarının üst kısmında içeriyi gözetleme yeri vardı. Merak ettim, bir tanesinden içeriye baktım. Bedenine göre kafası büyük, yüzü hafif çarpık, kolları ve bacakları çöp gibi bir adam odanın içinde geziniyordu. Bir başka odada ise üst kısmı çıplak bir hasta pis betonun üzerinde ölü gibi yatıyordu. Daha sonra bunu Bodur Onbaşı’ya haber verdiğimde karşılık olarak 5-6 sopa yedim.

     Kapısı açık bir odadan bolca küfür geliyordu. Oraya da baktım. Bir hasta deri kemerlerle yatağa bağlı yatıyordu. Beni görünce küfrü kesti ve onu çözmemi istedi. Çözmeye cesaret edemeyip oradan ayrıldım. Bu sefer bana küfretmeye başladı.

     Koridor temizliğinden başka, bir kere de tuvaletleri ve banyoları temizlemek zorunda kaldım. Kapısız, taşları kırık, muslukları bozuk tuvaletler… İçeride birkaç dakikadan fazla kalmak mümkün değil. Banyoların hali daha da kötü. Temizlenmek için girdiğin bu yerlerden kirlenerek çıkardın. Damlayan musluklar, yarısından fazlası düşmüş duvarlardaki fayanslar ve tabii ağır bir sabun kokusu.

     Yemek geldiğinde sevindim. Sevincim boşunaymış. Çünkü gelenler yemek artığına benziyordu. İçlerinde ne et ne de yağ vardı. Oysa hastanenin yemekleri oldukça kaliteliydi. Buraya getirilenle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Tabii yiyemedim.

     Zaten yemeği getiren görevli masaya bırakırken yemeği çok hızlı yemem konusunda beni uyardı. Çünkü birazdan boşları almak için gelecekmiş. Sanırım görevli yemek dağıtma işini bitirdikten sonra ilk başta verdiği yere dönüp hemen toplamaya başlıyordu. Sana verdiği bu birkaç dakika içinde yedin yedin; yemediysen aç kaldın. Böylece buraya bir kere daha boşları almak için gelmek zorunda kalmıyordu.

     Çok görmeyi arzu ettiğim bu iğrenç yerde ne kadar süre kaldım? Üç ay olabilir miydi? Oysa bana üç gün demişlerdi. Belki üç gündür de bana üç ay gibi gelmiştir.

     Tecritte yaşadıklarıma inanmak istemiyordum. Galiba bir korku filmi izlemiştim! Evet evet, bu gördüklerim gerçek olamazdı; olsa olsa bir korku filmi olabilirdi…

     Bir de şunu merak ediyordum: Burada kaldığım süre içinde Uzun Onbaşı’yı ve Topal Onbaşı’yı hiç görmemiştim. Oysa onların da burada görevli olduklarını duymuştum. Varsa yoksa Bodur Onbaşı. İnsan dövmekten, işkence yapmaktan bıkmayan o iblis her an burada!

     Neyse çıkıyordum. Onbaşı önde ben arkada doktorun odasına gidiyorduk işte. Etrafı net olarak göremiyordum, çünkü içerisi ile dışarısı arasındaki aydınlık farkına gözlerim alışamamıştı.

     Doktor bana bir şeyler söyledi ama ben hiçbir şey anlamadım. Sadece başımı sallayıp söylediklerini tasdik ettim.

     -Çıkabilirsin! Deyince de kendimi bahçeye attım. Bir yandan da arkamdan gelen var mı diye bakıyordum. Etraftaki nesneleri çok net algılayamasam da galiba gelen yoktu.

     Bir banka oturdum. Güneşi görüyordum, daha sonra da ağaçları gördüm. Kuş seslerini duyuyordum. Dünyanın bu kadar güzel ve zevk verici bir yer olduğunu ilk defa anlıyordum. Gözlerimi kapattım. Biraz uyudum bankın üzerinde. Çok uykum vardı. Tecritte iken çok az uyumuştum.

     Bir ses duyup gözlerimi açtım. Yanımda biri vardı.

     -Kargacı geçmiş olsun. Bana öyle bakma! Beni tanımadın mı?

     Evet tanımamıştım.

     -Benim ben, gözlerini aç da iyice bak!

     Biraz düşündükten sonra onun Dedikoducu olduğunu hatırladım.

     -Tamam hatırlıyorum, dedim.

     -Zamanında çıktın. Çünkü darbe yarın. Haberin olsun, İmparator’un adamları seni onun yanına götürecekler. Direnmeye kalkma sakın!

     Bize doğru gelenler olduğunu görünce yanımdan ayrıldı. O gidince aldı beni bir düşünce… Bir beladan henüz kurtulmuşken bir başkasına çatacaktım. İmparator’un benimle ne işi olabilirdi ki? Başıma kötü bir şey gelmesinden korkuyordum.

     Odama gittim. Yatağıma yattım. Uykusuz geçen günlerin acısını çıkaracaktım. Uyumuşum.

     Yemek zilinin sesine uyandım. Karnımı iyice doyurunca kendime geldim. Yemekhaneden çıkınca iki kişi koluma girip beni İmparator’a götürdüler. Toprak Baba da oradaydı. Korkudan ne yapacağımı bilemiyordum, ama korktuğum başıma gelmedi.

     İmparator, önce tehdit dolu bir tembih yaptı. Sonra da işimi söyledi: Yarın darbe tamamlanınca halka yapacağı konuşmayı hazırlayacaktım. Daha doğrusu, Toprak Baba konuşma metnini söyleyecek ben de yazacaktım.

     Derin bir nefes aldım, masadaki gösterilen yere oturdum ve yazmaya başladım. Etkileyici bir konuşmaydı. Bu konuşma sadece halkı etkilemekle kalmıyor aynı zamanda kurulan devletle ilgili bilgiler de veriyordu. Kısaca özetlersem:

     Kurulacak olan devletin adı; Demokratik Deliler Devleti,  yönetim şekli; doğrudan demokrasi olacaktı. Halk egemenliğine dayanacak, kararlar çoğunluk esasına göre halk oylaması ile alınacaktı. Devlet başkanı; yasama, yürütme ve yargı organları seçimle iş başına getirilecekti. Devlet sınırları içindeki halk iki sınıftan oluşacaktı: 1-Yurttaşlar 2-Köleler. Darbe gününe kadar hastanede yatmış olan herkes yurttaş olarak kabul edilirken hastanedeki görevlilerin hepsi de köle olarak kabul ediliyordu. Yurttaşlar bütün haklara sahip olacaklar, kölelerin hakları ise yönetim tarafından belirlenecekti.

     İmparator’un işaretiyle oradan ayrıldık. Odama geldim ve sabahı beklemeye başladım. Gözlerimin uyku için can atmasına rağmen açık tutmak için kendimi zorluyordum. Gözlerimi sabaha kadar açık tutmayı başaramadım. Dalmışım.

     Acaba sabahleyin dünyanın 207. Devletinin vatandaşı olarak mı uyanacaktım?

(Devam edecek...)

( Demokratik Deliler Devleti-12 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 23.09.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.