Öncesizliğin pusulasına
not düşüyorum zamanı:
Dün ve dünsüzlüğümün
kıblesi…
Patavatsız bir izlekte
ruh bulan cemaate sesleniyorum sözüm ona:
‘’Ne kadar vaktim
kaldı?’’
Akbabalar kadar savsak
o defolu mülakata sığdırıyorum bilinç ötemde salınan düşüngeçleri ve teğet
geçen nidaları sıralıyorum tüm işgüzarlığımla.
Racon kesen kaçıncı
dalya?
Ne çok vasıfsız
serzeniş ve demli acılar üstelik mutluluğun peşrevinde tüm soyut imleri
tekeline alan sayısız şiircik.
Gök kubbeden
nasiplendiğimle aldığım kaçıncı abdest.
Temize çekmeliyim
benliğimi.
Türemeliyim belki de
ölümüne doğurmalıyım yeni günü ki rötuşladıkça evren ve nidalarını savurdukça insanoğlu…
Ne çok gel-git.
Sanırsın ki kıyamet
öncesi sağanağın yüz görümü o patavatsız ve nefret yüklü serzenişleri ile hayır
işlediğine inanan söz malikleri.
Edimlerden arda kalan
sadece titrek gölgeler.
Gölgeler bile umudunu
kesmişken…
Ve temize geçirdiği
günahlarına atıfta bulundukça…
İşlevselliğimin
zincirlerine yüklendikçe kopma noktasına gelen hayat çizgim: Ha koptu ha
kopacak, dememden öte çömez bir sağanağa rast gelip de nasiplenemediğim
yoksunluk damlaları…
Gökyüzü bile
değdirmezken elini, sükût bile devingenliğine tüm gerçek dışı söylemlerin kılıf
geçirmişken…
Zaruri ne ise ya da
ikbalime yüklediğim sırlarım. Sırlı bir aynadan yansımasını dahi beklemezken
aksimin varıp varacağım o kör nokta.
Edimsiz suretlerle
kesişiyor yolum.
Patavatsız zihniyetlere
rast geliyorum.
Çömeldikçe boyunduruğuna
giriyorum ithamların.
Yükseldikçe arafta
görmezden gelen cehennem bekçilerine garip bir reveransla el sallıyorum…
Hayli titrek, hayli
meşakkatli bir o kadar yorucu.
Sınır dışı edilen
iyilik göstergesi hoşnutluk bile görmezden gelinirken…
Paye vermekten öte ya
da sancılanan bir evrenin rahminden dökülen kumpas.
Tüm meziyetleri ile
görücüye çıkmışken insanoğlu ve saklı tuttuğu referanslarına rağbet etmezken
Tanrı içim rahat başımı koyuyorum vicdan denen tortusuz gölete belki de
boğulmayı beklediğim hatta yürekten dilediğim yine de ölümü teğet geçmeyi
marifet belleyen o saf yanım.
Yandaşlarıma rast
gelmediğim gibi ölülerime rahmet okumalarını da beklemiyorum zahir hele ki
külfet bellemiş iken sevgiyi nazarında en ufak detayı bile yere göğe sığdıramazken
söz maliki ve o çatık kaşlı zaruri gölgeler, vasıfsızlığı ile çalım atmaya
çalıştığı her köşede gözünü kırpmadan beklemede: Varlıksızlığın boyunduruğunda
ya da beyanatların asılsızlığında yetmedi kara kaplı deftere gizledikleri
beyanatları ile saf tutmaya ant içmiş…
Kıran kırana.
Kırağı çalan hafif
meşrep söylencelere her ne kadar itibar etmesem de en çatık kaşlı kelamı bile
sahipleniyorum: hani olur da nasiplenirim şu bakir evrende ve olur da yolu
düşer sabinin esefle kınadığı masumiyetten arda kalan çapakta bir kelam da ben
ederim devran yürüdükçe ve azaldıkça günahlarım.
Söz kırıntılarını ihlal
eden silgiler.
Boca ettiğim
noktalardan nasiplendikçe devrik cümleler.
Cümle âlem seyrindeyken
karanlığın.
Karanlık bile
sıkılmışken kör noktalardan.
Görme yetisini kaybeden
gönülsüz gözler.
Bir hıçkırığın vebali
ise sırdaş bir cümle hele ki yetim başını okşamaya doyamadığım boyunduruğun
hakkaniyetine teslim olmuşken…
Sözsüz cümleler
türetmeye ahdediyorum peşi sıra: Kâh gözümde bir kıvılcım kâh yüreğimde bir
deprem kâh yeryüzünde doyuramadığım gönül gözüm…
Sonrası mı?
Öncesizliğin şeceresini
henüz yeni yeni yordarken sadece tünüyorum kırık dalıma ve kırmaya yeltendiğim
zincirlerle boğuştukça bilemeye çalışıyorum iç sesimi: hayli yorgun olsa da
asılsız olmadığını bildiğim o sevgi dergâhına kırıyorum rotamı: Ermeme
ihtimalini göz önüne alarak: en azından bir sonraki durakta varlığımı idame
ettirecek bir güce sahip olmanın inancına vakıf olduğum o hengâmede kaybolmayı
da göze alarak.