23 Haziran 1878 (22 Cemaziyelahir 1295) Göçün Seksen İkinci Günü;

Altı can daha kaybettik.

Ama ben, artık bu ölenlere kızmaya başladım. Şaka yapmıyorum, zaten böyle bir konunun şakası olmaz. Ölülere kızmamı saçmalık olarak görenler olursa, onlara da kızarım, olur biter.

Neden kızdığımı da açıklayayım:

Biz bu büyük göçe çıkarken, önümüzde sadece iki seçenek vardı: Ölmek ve yaşamak. Bunlardan ölümü seçmek işin en kolayıdır. Ölürsün her şey biter, her şey sona erer. Ne acı, ne dert, ne korku, ne de sıkıntı kalır. Öteki dünyada geçim derdi yoktur, mücadele yoktur, savaş yoktur, doğadaki tehlikelerden sakınma çabası yoktur. Hepsinden bir anda kurtuluverirsin. Biz kolayı değil zoru seçmeliydik; yani yaşamalı, sağ kalmalı, hayata tutunmalıydık. Bunu kendimiz için değilse bile, çocuklarımız için yapmalıydık. Çünkü bizim hayatımız, aynı zamanda onların hayatını da etkileyecekti. Onların çoğunun yaşaması, bizim hayatta kalmamıza bağlıydı.

Yaşamak için direnecektik, yaşamak istediğimizi hiç durmadan kendimize telkin edecek ve gerekirse “Yaşamak istiyorum!” diye sesimiz çıktığı kadar bağıracaktık. Belki de bazen yaşamak için öldürmek zorunda kalacaktık; o zaman da hiç çekinmeden bunu yapacaktık. Ölüme teslim olmak zayıflıktır, acizliktir. Kahramanlık yaşamayı gerektirir. Cesareti olanlar kahramandır ve bunlar hem yaşayan hem de yaşatanlardır.

Göçün seksen ikinci günündeyiz ve düşünüyorum, diyorum ki: Ölenler zaten korkaktılar ve gittiler; ya bu kalanlara ne demeli? Bunların da hemen hemen tamamı hayatından bezmiş, direncini kaybetmiş, diri ile ölü arası bir varlık oluvermişler. Silkinmeleri, üzerlerindeki ölüm bulutunun içinden çıkmaları; hayat güneşinin ışığına doğru koşmaları gerekiyor.

Bugün bu kadar kötümser ve de kırıcı olmamın sebebi, galiba yaşadığım o önemli olaydır. Çünkü bugün yıllarca emek harcadığım eserim, kitabım çalındı. Birkaç cilt olacağını tahmin ettiğim bu Türk Tarihi ile ilgili kitabı, yeniden yazmam da artık mümkün değil.

Mola yerinde havanın sıcaklığı da bizi rehavete sokmuştu. Gölge yerlerde sere serpe uzanmış dinleniyorduk. Nasıl oldu bilmiyorum, sadece ben değil hiç kimse onları farketmedi, görmedi. Altı kişi bizim araba dahil altı arabanın içinden bir şeyler alıp kaçtılar. Biz onları çalarken değil, kaçarken gördük. Her şey bir-iki dakika içinde oldu bitti. Yakalamak ne mümkün; adeta uçtular. Biz ise sadece arkalarından bakakaldık. Bunlar komitacı filan değil; onun bunun malını talan eden, çalan; hırsız, yağmacı kısacası çapulcular...

Kitabım birkaç bakır eşya ile birlikte, süslü püslü küçük bir sandığın içindeydi. Çapulcu sandığı görünce, içinde çok değerli bir şeyler olduğunu ummuş olmalı ki, öteki eşyalara hiç dokunmadan onu çalıvermiş. Sandığın içindeki bakırlar, hem az hem de ucuz şeylerdi. Kitap ise hiç işine yaramayacak. Ya bir yere atacak ya da ateşte yakacak. Ne fark eder ne yapacağı? Olan bana oldu ve gitti benim onca yıldır verdiğim emek!

                                                                                                                                 ●

Bu geceki gördüğüm rüyanın etkisi de hâlâ üzerimde. Aslında ben rüya yorumlarına inanmam, bunların gelecekle ilgili mesajlar verdiği iddialarını, saçma bulurum. Belki de bu rüyayı görmeme sebep Sadi Ali'nin küçük kızı Fatma'nın söyledikleridir. Fatma on bir yaşında çilli suratlı, sarı saçlı, zayıf mı zayıf, biraz kaçık bir kızcağız. Ne zaman görsem elinde bir parça bez vardır ve durmadan burnunu siler. Gerçekten burnu akıyor da mı siliyor yoksa bu tekrarlı hareketi yapmaktan kendini alıkoyamıyor mu, bilinmez. Fatma bugün mola yerinde her gördüğüne:

-Alaz'ı gördüm, büyümüş, kocaman bir kızan olmuş. Ölmemiş, ölmemiş! Deyip durdu.

Ben dahil, onu dinleyenler de sadece kafamızı salladık durduk; tabii acıyan gözlerle bakarak... Rüyam şöyle:

Geniş bir düzlükteyiz, her taraf çimenle kaplı. Arabalar bir sıra halinde dizilmiş, öküzler salma bırakılmış, iştahla yeşil ve taze çimenleri yiyorlar. Arabaların az ilerisinde, metrelerce derinliği olan bir uçurum var. Öyle ki bakarken bile korkuyorum.

Arabaların yanında, beş yaşlarında bir erkek çocuk görüyorum. Hareketli, neşeli bir çocuk olduğu davranışlarından belli. Dikkatle bakınca bunun Alaz bebek olduğunu anlıyorum. “Daha yeni doğmuştu, ne çabuk büyüdü!” diye hayret ediyorum. Çocuk kağnı arabalarının yanına doğru gidiyor, bir tanesini çekiştirmeye başlıyor. Gerçekte onu kıpırdatması bile mümkün değilken, araba yürümeye başlıyor. Alaz bebek önde, araba arkada uçuruma doğru gidiyor. “Eyvah! Alaz bebek uçuruma düşecek, paramparça olacak!” diye bağırıyorum. Ama korktuğum olmuyor, Alaz bebek arabanın önünden kendini yan tarafa atıveriyor. Kağnı ise hızla uçurumun derinliklerine doğru yuvarlanıyor. Yaptığından hoşlanmış olmalı ki Alaz bebeğin sevinç çığlıklarını duyuyorum.. Sonra da geri dönüp, bir arabayı daha aynı şekilde uçuruma yuvarlıyor. Bunu iki araba daha izliyor. Ben her defasında heyecan içinde bağırıp duruyorum. O ise, gene aynı sevinç çığlıklarını atıyor.

Arabalarla olan oyundan bıktı Alaz bebek, buradan ayrılıp öküzlerin yanına doğru gidiyor. İçlerinden birinin sırtına biniyor. Öküz bir at gibi önce şaha kalkıyor, sonra dört nala koşmaya başlıyor. Diğer öküzler de aynı tempoyla bu öküzü izliyor. Alaz bebek sağ elini yumruk yapıp havada sallıyor ve kahkahalar atıyor. Ben ise “Düşecek, düşecek, düşecek...” Diye bağırıyorum. Düşmüyor.

Düzlükte koşan yüzlerce öküz ve en öndeki öküzün sırtında Alaz bebek... İlginç bir görüntü! Derken gökyüzünde büyük bir kuş görüyorum. Kartal değil, acaba ne olabilir. Süzülerek Alaz bebeğin üzerine doğru alçalıyor ve pençeleriyle onu öküzün üzerinden alıp, gökyüzüne havalanıyor. Kuş, Alaz bebekle birlikte yukarılara doğru yükseliyor, yükseliyor; sanki dünyanın dışına gitmek niyetindeymiş gibi. Dünyanın dışına gitmiyor; Alaz bebeği pençelerinden bırakıyor. Alaz bebek hızla yere doğru düşmeye başlıyor, düşüyor, düşüyor... Ben, “Onu tutmalıyım, tutmalıyım onu!” diye bağırarak Alaz bebeğin düşeceğini tahmin ettiğim yere doğru koşuyorum.

Sonrası yok, rüya burada bitiyor. Çünkü bağırarak uyanııyorum. Karım ve çocuklarım gözlerini ovuşturarak şaşkın şaşkın bana bakıyorlar. Sesimden uyanmışlar. Ortalık ağarmamış, gece bitmemiş: daha yola çıkmaya vakit var, onun için uyumaları gerekir. Onlara:

-Merak edecek bir şey yok, sadece kötü bir rüya gördüm. Uyumanıza devam edin, diyorum. Onlar yorganlarının altına gömülürken ben de yaşadıklarımı not etmek üzere defterimi alıyorum. Nasıl olsa bu rüyadan sonra beni uyku tutmaz.

Birkaç saat sonra. Sinsice geceye sokulan güneş, karanlığı aydınlığa dönüştürüyordu. Gece çaresizdi, çekilmeliydi yavaş yavaş. Öyle de yaptı. Güneşi yeneceği anın gelmesini beklemek galiba en iyisiydi. Aydınlığı kovalayacağı anı sabırla beklemeyi öğrenmeliydi.

(Devam edecek...)

( Göçe Göçe-balkanlara Bırakılan Alaz Bebek-15 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 10.09.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.