30 Nisan 1878 ( 27 Rebiülahir 1295) Göçün Yirmi Sekizinci Günü;

Sabahleyin hava sisli ve soğuktu. Rutubet âdeta iliklerimize kadar işlemişti. Birkaç saat sonra sis dağıldı, güneş göründü. Ortalık tam ısınmıştı ki, havada dolaşan büyük beyaz bulutları gördük, tabii güneş de kayboldu. Beyaz bulutların ardından koyu gri renkli bulutlar geldi ve yağmur başladı. Akşama kadar yağmur yağdı. Arabalarımızın üzerindeki çadır bezi bu kadar yağmura dayanamadı ve içeriye su sızdırmaya başladı. Üşüyorduk. Üzerimize bir-iki giysi daha giymek zorunda kaldık. Buna rağmen üşümemiz bitmediği gibi öksürmeye de başladık. Önümüzdeki ve arkamızdaki arabalardan gelen öksürük seslerini duyuyordum. Bizim arabada da durum onlardan farklı değildi.

Vücudlarımız ıslaktı. Bu ıslaklık ter miydi? Bilemem, ama bildiğim şu ki; bu ıslaklık yüzünden hepimiz ekşi ekşi kokuyorduk. Bugüne kadar tozun toprağın içinde kalmış, ama vücudumuzu yıkama imkanımız hiç olmamıştı. Üstelik bundan sonra da olmayacaktı. Mola verilen yerlerde elimizi, yüzümüzü, bazen de ayaklarımızı yıkayabiliyorduk sadece. Bir de bu yetmezmiş gibi hepimiz bitlendik. Fırsat buldukça kendimizdeki ve yakınımızdaki kişilerin üzerlerinde ve başlarındaki bitleri kırıyorduk. “Çıt, çıt,çıt..” diye bit kırma sesleri, yolda giderken kağnı gıcırtılarına karışsa da durduğumuzda duyuluyordu.

Mola verdik; biraz sonra da yağmur dindi. Toprak kokusu her zaman çok hoşuma giderdi; onun için derin derin nefes alırdım bu kokuyu ciğerlerime doldurmak için. Oysa şimdi rahatsız ediyordu beni. Güneş karşımızdaki dağların üzerinden son ışıklarını gönderip kayboldu. Hava karardı ve soğudu. Öksürüğüm arttı. Ciğerlerim sökülüyor sanki her öksürdüğümde. Üzerimde bir halsizlik var. Elim kalemi bile zor tutuyor. Yazmaya ara verip yatacağım. Çünkü problem sadece elimde değil, kafamın içi de uğultulu ve karışık. Zaten karanlıkta ne yazdığımı da göremiyorum.

Son on gün içinde iki yaşlı erkek, bir yaşlı kadın ve bir de on üç yaşında bir çocuk öldü.

 

● ● ●

 

2 Mayıs 1878 ( 29 Rebiülahir 1295) Göçün Otuzuncu Günü;

Bugün biraz daha iyi gibiyim. İki gündür ateşler içinde yandım kavruldum. Devamlı öksürdüm ve soğuk soğuk terler döktüm. Üzerime ne kadar yorgan örterlerse örtsünler zangır zangır titredim. Yattığım yerden iki gün hiç kalkamadım. Kalkmayı bırakın kolumu bile oynatamadım. Uyudum mu bilmiyorum, ama galiba sayıkladım. Bunu da gördüğüm hayallerden çıkarıyorum. Karlar buzlar içindeyim, donmuş bir nehrin üzerinde yüzükoyun yatıyorum; sonra da bir yanardağ kraterinin içine düşüyorum. Cehennem sıcağının tam ortasına. Sonra gene karlar ve buzlar... Böyle tekrarlanıp duruyor...

Çok az da olsa bazen aklım başıma gelmedi değil. İşte o sırada da hep ölümü düşündüm. Ben ölürsem karım Sabiha ne yapacaktı tek başına? Ya on bir yaşındaki oğlum Ali ve dokuz yaşındaki kızım Zeynep; onların hali ne olacaktı? Hiç olmazsa, çocuklarımın mürüvvetini görünceye kadar yaşasaydım!

İki gün, o kadar yedirmek istemelerine rağmen ağzıma bir tek lokma almadım. Bırakın lokmayı, su bile içemiyordum. Hayal meyal küçük bir elin kaşıkla ağzıma su damlatmaya çalıştığını görür gibiydim. Bu Zeynep'in eli. Sonra diğer bir el, öncekinden biraz daha büyük, ama gene de bir çocuğa ait olduğu belli. Bu da oğlum Ali'nin eli. O da ağzıma bir şeyler vermeye uğraşıyor. Aslında verilenin, tam olarak ne olduğunu anlayamıyorum: Yiyecek mi, su mu?

Kendimi biraz toparladığımda üzerimdeki giysilerin vıcık vıcık olduğunu farkettim. Değiştirmeliydim. Çocuklara arabadan inmelerini söyledim. Karım geldi, giysi çıkardı. Onun da yardımıyla sırtımdakileri çıkarıp yenilerini giydim. Tabii bu biraz uzun sürdü.

Dışarıda yağmur başladı. Hafif hafif yağıyor.

Hastalık yetmezmiş gibi, bir başka bela daha çıktı. Silah sesleri duyduk, hatta insan çığlıkları... Bizim kafileye bir saldırı olduğunu zannettim. Patlayan silah sesleri giderek çoğaldı, insan çığlıkları iyice duyulur oldu. Yattığım yerden kalkıp, oturdum. Korucular hızlı gitmemiz konusunda bizleri uyardılar. Sürücüler hiç durmadan üvendireleri hayvanların kaba etlerine batırdılar. Öküzler üvendirenin verdiği acıyla koşmaya başladılar. Tabii buna koşma denirse! Hayvanların işi çok zor. Bu kadar ağırlığı böyle bozuk bir yolda, sürüklemek bile zorken, şimdi koşmaya çalışıyorlardı.

Korucular, bizden yüz elli-iki yüz metre geride olan bir konvoyun, iki manga kadar Rus askerinin saldırısına uğradığını, daha sonra bize de saldırabilecekleri haberini getirdi. Bu haber bizim heyecanımızı artırdı.

Yarım saat kadar gittikten sonra durdurulduk. Yolda gitmek, düşmana açık bir hedef olmak demekti. Onun için kafile ilerideki boş arazide toplanacak, arabalar ve tümsekler siper alınarak savunma durumuna geçilecekti. Arabaların hepsi geniş düzlüğe indirilip bir daire şeklinde dizildi. Hayvanlar boyunduruktan çıkarıldı. Çünkü koşulu olurlarsa çatışma durumunda korkan hayvanların oraya buraya kaçışma ihtimali vardı. Herkes arabalarından indi; ben inmedim. Çünkü inemiyordum. Karım yanımda kalmak istedi, ama kabul etmedim. Çocuklara sahip çıkması daha uygun olurdu.

Silah sesleri kesildikten sonra korucular, olay mahalline gidip bilgi edinmeye çalıştılar. Ruslar katliam ve soygunlarını yapıp oradan ayrılmışlar. Çok sayıda ölü ve yaralı varmış. O konvoydakilerin arabaları devrilmiş, eşyaları talan edilmiş, hatta hayvanları öldürülmüş.

Bizden birkaç kişi oraya gidip yaralılara yardım etmek istediklerini söyleyince, korucular buna şiddetle karşı çıktılar. Yardım edeyim derken, kendimizi tehlikeye atmanın lüzumu yokmuş, Ruslar her an oraya gene gelebilirlermiş.

Tekrar yola koyulmak için hayvanlar koşuldu. Ancak çok sayıda arabamız, gündüz yağan yağmur nedeniyle, bulunduğumuz arazideki toprak, çamur haline geldiğinden, saplanıp kaldı. Kafiledeki çoluk çocuk, herkesin -ben hariç- çabasıyla bu arabalarımız kurtarıldı. Hepsinin üstleri, başları, elleri, yüzleri çamur içinde kaldı. Kimin umurunda çamur, aksine başarmanın verdiği sevinç kirli yüzlerini güldürüyordu.

(Devam edecek...)

( Göçe Göçe-9 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 4.09.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.