alt
 
Dedem eliyle radyoyu işaret ederek: 
     -Evlat, aç şunu da ajansı dinleyelim, dedi. 
     Radyoyu açtım. Gene önce cızırtı duyuldu, ses gelsin diye bekledik; biraz gecikmiş olmalı ki dedem sabredemedi: 
     -N'oldu buna; yoksa bozuldu mu? Dedi. 
     -Bozulmamıştır dede. Bazen böyle oluyor, lambaları geç ısınıyor, ses de geç geliyor, dedim. 
     Nitekim birkaç saniye sonra radodan gelen bir hafif müzik sesi duyulmaya başlandı. İki program arasında kalan zaman boşluğunu doldurmak için bu tür müzik çalınıyordu. Az sonra da müzik kesildi ve gong vurdu. Bayan sipiker: 
     -Saat on üç. Burası Ankara Radyosu, şimdi haber merkezinin hazırladığı haberleri sunacağız. Önce özetler, dedi: 
     -Cumurbaşkanı Cemal Gürsel, Başbakan İnönü'yü kabul etti. 
     -Milli Savunma Bakanı İlhami Sancar, Kıbrıs'ta yaşanan kanlı olayların oradaki soydaşlarımıza yönelik bir katliam olduğunu ve Türkiye ile birlikte diğer garantör devletler İngiltere ve Yunanistan'ın bu katliama dur demesi gerektiğini söyledi 
     -Türk savaş uçakları ihtar amacıyla Lefkoşe üzerinde uçuş yaptı. 
     -Petrol ürünlerine zam geldi. 
     -Yurdun pek çok yerinde çetin kış şartları normal hayatı etkiliyor. Yoğun kar yağışının bilhassa doğu illerimizde etkisini daha birkaç gün sürdüreceği tahmin ediliyor. 
     Osman Dedem, yarım saat kadar haberleri dinledikten sonra radyoyu kapatmamı söyledi ve üst kattaki sofada bulunan valizini getirmemi istedi. Hemen yerimden kalkıp önce radyoyu kapattım sonra da yukarı kata çıktım. Minik de peşimden geldi. Valizi alıp geri döndüğümde ise, Minik yanımda yoktu. Nasıl olsa birazdan gelir diye tahmin ettiğimden, üzerinde durmadım. 
     Osman Dedem, önüne koyduğum valizin fermuarını açıp, elini dibine daldırıp kahverengi, siyah, gri karışımı bir renge bürünmüş, yıpranmış yüzü olan bir defter çıkarıp bana verdi. 
     -Bu defterde, Yörük Dedenin göç sırasında yazdığı notlar var. Senin olsun, iyi sakla, dedi. O sırada hemen, Osman Dedemin bu değerli hatıranın varisi olarak neden beni uygun bulduğu sorusu aklıma geldi. Öyle ya, kızına yani anneme ya da ağabeylerime, ablama neden vermemişti? Sevinmeli miydim? 
     Defterin kapağını kaldırıp açtığımda, burnuma daha önce hiç duymadığım bir koku geldi. Sararmış, kapağı gibi yıpranmış, mürekkepleri solmuş sayfalarına baktığımda yüzüm asılmış olmalı ki Osman Dedem sordu: 
     -Ne o, yoksa beğenmedin mi, istemiyor musun? 
     -İstiyorum, ama dede ben bu yazıyı okuyamam ki... Çünkü burada eski Türkçe yazıyor, dedim. 
     -Ben orasını düşünememişim. Ver bana! Sen de git kalem kâğıt al gel, ben sana buradakilerin Türkçesini yazdıracağım. Hem notlardaki senin bilmediğin eski kelimelerin de bugünkü anlamını söylerim. dedi. 
     İki döşeme ötedeki defter ve kalemimi alıp, söyleyeceklerini yazmak için dedemin yanına oturdum. Sokak kapısının kapanma sesi duyuldu. Osman Dedem: 
     -Yazma işi galiba yarına kaldı, dedi. 
     Çünkü annemle ninem pazardan dönmüşlerdi ve biraz sonra da yemek vaktiydi. 

          ● ● ● 

     Burası Kırşehir'de iki sene içinde taşındığımız, üçüncü evimizdi. Yani göç etme alışkanlığımız hâlâ devam ediyordu. Kırşehir'de taşındığımız her evde ilk hafta hiç yemek pişirmedik. Sağ olsun komşularımız. Onlar, bu süre içinde durmadan bize yemek getirdiler. Taşınan insanın işi çoktur, yemek pişirmeye zaman bulamaz, diye düşündüklerinden böyle yemek getirme gibi bir âdetleri varmış. Ölü çıkan eve yemek taşıma süresi, bundan da uzunmuş. 
     Yenice Mahallesi'nde, Tolu Hoca'nın cadde üzerindeki iki katlı evinde oturuyorduk Osman Dedemler bize misafir geldiğinde. Ev sahibimiz Tolu Hoca da bitişiğimizdeki iki katlı, bizimkinin benzeri evinde karısıyla birlikte yaşıyordu. Onların yanında ise Vali Konağı vardı. Bazen caddede oynarken topumuzu Vali Konağının bahçesine kaçırdığımız oluyordu. Duvarı fazla yüksek olmadığı için, top oraya kolayca kaçıyordu. Kapıda bekleyen görevli polis amcalara, yalvara yalvara topu geri alıyorduk. Arada polis amcaların “Bir daha kaçırırsanız topunuzu keserim. Ona göre!” tehditine “Söz polis amca, kaçırmayacağız.” cevabını veriyorduk. Ama daha birkaç gün geçmeden hatta bazen söz verdikten bir saat kadar sonra, topumuz tekrar Vali Konağının bahçesine kaçıyordu. Gene bizden aynı yalvarma ve polis amcalardan bunun karşılığında aynı tehdit... 
     Tolu Hoca'yı ben sadece bir kere gördüm. Çok yaşlıydı. Biz taşındıktan birkaç ay sonra da öldü. Karısı da yaşlıydı ama Tolu Hoca'ya göre genç sayılırdı. 
     Evimizin karşısında, yani caddenin öteki tarafında, Şaziye Abla ve kocası Muhtar Amca oturuyordu. Bir çocukları vardı: Talat abi. O İstanbul'da bir üniversitede okuyordu ve çok seyrek Kırşehir'e geliyordu. Şaziye Ablanın kocasına neden Muhtar Amca dediğimizi bilmiyorum. Adı mı Muhtar'dı, yoksa bir zamanlar muhtarlık mı yapmıştı? Şaziye abla, meşhur Kırşehirli sanatçı Şemsi Yastıman'ın ablasıydı. Şemsi Yastıman'ı ablasına ziyarete gelirken hiç görmedim. Bazen babam Şaziye Abla'dan turşu istemek için beni gönderirdi. Çok lezzetli turşu yapardı. Elime bir kase alıp kapılarını çalardım. Hiç yüksünmeden o kaseyi turşu ile doldurup iade ederdi. Şaziye ablanın babası sağdı. Çarşıda bir bakkal dükkanı vardı. Çok nefis çemen yapardı, birkaç kere gidip almış ve sıcak ekmeğin üzerine sürerek zevkle yemiştim. Bu bakkal amca çok yaşlıydı, belki de seksen yaşındaydı. Ama yaşına rağmen oldukça hareketli bir insandı. Çöp gibi zayıftı ve beli hafif kamburdu. 
     Şaziye ablalardan üç ev ötede de, Kırşehirli siyaset adamı Osman Bölükbaşı'nın babasının evi vardı. Galiba Bölükbaşı'nın annesi üveymiş, öyle duymuştum. Yaz tatillerinde birkaç kere Bölükbaşı'nın oğlu Deniz'in dedesini ziyarete geldiğini görmüştüm. Deniz, bizim akranımız olmasına rağmen bizimle konuşmazdı, mahalleden arkadaşı da yoktu. Bazen caddeye çıkıp tek başına oyalanır ya da oynardı. Biz uzaktan bakardık ona; yanına gidip de arkadaşlık teklif etmekten çekinirdik. 
     Şaziye Ablanın evinin bitişiğinde, büyük bahçesi olan iki katlı ahşap bir konakta Konyalılar diye anılan bir aile otururdu. Çok gürültücü bir aileydi. Konuşmaları, kahkahaları, kavgaları bütün mahalleden duyulurdu. Onlarla herhangi bir irtibarımız yoktu, sadece kahkahalarını, bağırıp çağırmalarını, kavgalarını uzaktan izlemekle yetinirdik. 
     Oturduğumuz mahallede, üzüm bağları boldu ve bu bağların kenarına ekilmiş ceviz ağaçları vardı. Biz çocuklar, mal sahibi topladıktan sonra bahçesine girip, geri kalan cevizleri toplayabilirdik. Buna “başaklama” denilirdi. Çok olmasa bile başaklama yaptığımız, yani topladığımız cevizler bize yeterdi. Biz bu cevizleri kırıp yeme yerine, oyun oynamada kullanırdık. Oyun oynadığımız arkadaşlar, bu konuda çok iyi oldukları için ben, hep ütülürdüm. En sonunda anladım ki, bu ceviz ütme oyunu bana göre değilmiş ve ne kadar ısrar ederlerse etsinler bir daha oynamadım. 
     Birçok çocuğun elinde, bir ağaç çatalın uçlarına bağlanmış lastikleri ve lastiklerin ucuna bağlı meşini olan, taş atmada kullanılan kuşlastikleri yani sapanlar vardı. Kuşlastiği kullanma konusunda da beceriksizdim. Bununla taşlar kuşlara atılır, bazen de evlerin camları kazayla kırılırdı. Bir keresinde ağabeyim kuşlastiği ile bir ibibik kuşu vurmuştu. Kuşun yere düşüşünü görmüştüm. Koştuk, ağabeyim ölü kuşu yerden aldı. Güzel bir kuştu, uzun bir gagası vardı ve tüyleri rengarenkti. Daha yakından bakmak için ağabeyimden isteyip elime aldım. Ama biraz sonra kuştan çok pis bir koku geldi burnuma. Kuşu bu yüzden attık; elime sinen kokusu ise, ne kadar yıkarsam yıkayayım üç-dört gün geçmedi. O günden sonra elimi kuşlastiğine sürmedim. 
     Evimizin boyasız ve eski çift kanatlı bir sokak kapısı vardı. Kapının üzerinde dışarıdan gelenlerin içerdekilere haber vermek için kullandıkları, dökme demirden bir tokmak bulunuyordu. Öyle ki sesi, evin en uzak yerinden bile rahatlıkla duyulabilirdi. 
     Yer yer çürümüş tahta kapı eşiğinden adım atılınca, eve girilirdi. Girişte yerleri toprak, geniş bir hol vardı. Holün sol tarafında bir oda, sağda ise rutubet içerisinde eski püskü, birkaç rafı kırılmış iki tahta dolabı, siyaha yakın bir renk almış olan bulaşıkların üzerinde yıkandığı bir tezgahı olan mutfak bulunuyordu. 
     Bu holden bahçeye açılan bir kapı vardı. Bahçe 250-300 metrekare civarındaydı. Bahçenin sağ tarafında her gittiğimde içine düşeceğim diye korktuğum, kocaman hela taşı olan, kapısız bir kenef vardı. Öyle ki kenefe gidecek kişi, yaklaşınca öksürerek içerde kimse olup olmadığını kontrol etmek zorundaydı. Cevap gelmezse, ihtiyacını görmek üzere girerdi. Bahçede birkaç tane gül fidanı ve meyve vermeyen biçimsiz bir dut ağacı vardı. Bahçede ayrıca eskiden ahır olarak kullanıldığı içindeki kurumuş dışkılardan ve çürümüş samanlardan belli olan, kapısı paramparça olmuş bir yapı da bulunuyordu. Bu yapı yıkıldı yıkılacak izlenimi yaratıyordu. Bir keresinde yolda başıboş gezen bir kotik bulmuştum. Bulduğum yerde sahibi gelecek mi diye saatlerce bekledim. Gelen giden olmayınca aldım bu ahıra getirdim. Annem bundan hiç memnun olmadı. Hemen götürüp sahibine vermemi söyledi. Sahibi yoktu ki kime vereyim!... Kotik bizde sadece iki gün misafir kalabildi. Baskılara dayanamayıp, hayvanı bulduğum yere götürüp bıraktım. Çok üzülmüştüm, ama başka çarem de yoktu. Bir saat sonra, bu eşek yavrusunu bıraktığım yere gidip baktığımda, orada olmadığını gördüm. Biri almış götürmüş. 
     Girişteki holden, tahta merdivenle yukarı kattaki sofaya çıkılıyor. Sofadaki cumbada bir sedir vardır. Buraya oturup caddeden gelip geçenler rahatlıklar izlenebilir. Sofaya biri sağda ve diğeri solda olmak üzere iki odanın kapısı açılırdı. Ayrıca sofaya çıkılan merdivenin başında, bahçeye bakan balkonun kapısı vardı. Bu balkon oldukça genişti ve tahtadandı. Ancak buraya çıkıp oturmak biraz cesaret gerektirirdi. Çünkü tahta balkonun korkulukları yoktu ve zemindeki tahtaların da bir kısmı kırılmıştı. 
     İşte biz Osman Dedemle, bu evin alt kattındaki, çok iyi ısınan odasında bugün de kaldığımız yerden konuşmamıza devam edecektik. Daha doğrusu Yörük Dede'nin göç notlarını yazacaktım: 
(Devam edecek...)

( Göçe Göçe-5 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 31.08.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.