BUCAK’TAN BİR DERVİŞ GEÇTİ “DELİ
SÜLEYMAN”
Merhum Deli Süleyman’ın
yaşını tahmin etmem çok zor. Ancak rahmetli babamın emsali diyebilirim. Yani 1925
doğumlu falan. İlçemizde “Deli Süleyman” diye anılırdı. Deli miydi, yoksa veli
miydi ancak Rabbimiz biliyor. Hiç kimseye zararı olmadı. Hızlı hızlı konuşur,
konuştukları gayet net anlaşılırdı. Mantıksız hiçbir konuşması olmaz,
derinliğini anlamak ise, her yiğidin harcı değildi.
Onu en çok sokaklarda
gezerken görürdük. Bazen sessiz sedasız yollarda yürür, bazen kendi kendine
konuşur, ne dediği anlaşılmaz, bazen de birisine hitaben birşeyler anlatırdı. Aralıklarla
uğradığı evler olurdu. O evlerden birisi de bizim ata yurdumuz olan Çavuşlar
Mahallesindeki evimizdi. Rahmetli anam her gelişinde, merdiven başındaki ilkel
balkonumuzda sofra serer, Allah ne verdiyse ikram ederdi.
Hiç kimseye zarar
vermezdi, ancak durumunu bilmeyen çocuklar ondan korkarlar ve bazıları da
kaçardı. Ne hazindir ki, bazıları da ona taş atarlardı deli diye. Kahkaha ile
gülmesini çok sever, ancak bazen de derin düşüncelere dalardı. Tabi neler
düşündüğünü Allah’tan gayri kimse bilmezdi.
1970’li yıllarda
evimizin altı samanlık, yan tarafı da ahır idi. Rahmetli babacığımın lakabı “Besici
Çakır Ahmet” idi. Ahırımız tam dolu olursa, 24 tane dana alırdı. Deli Süleyman,
hemen hemen her gün ahırımıza uğrar, biz olalım olmayalım, tosunlarla muhabbet
ederdi.
Onun varlığından hiç
rahatsız olmazdık. Çünkü, yanlış yapmayacağından emindik. O günkü şartlarda
tosunları sulama sistemimiz çok ilkeldi. Yandan açılmış 20 litrelik yağ
tenekelerini tosunların önüne koyar, dikten açılmış ve sap takılmış diğer bir
yağ tenekesi ile önlerine su getirmek suretiyle mallarımızı sulardık.
Bir gün Deli Süleyman, “bizim
oğlan malları ben sulayacağım” dedi. Önce tereddüt ettim. “Yarım yamalak
işlerse, mallarımız susuz kalır” diye. Bir gözüm Deli Süleyman’da, diğer gözüm
başka işlerde olmak üzere işimize devam ettim.
Bir ara ne göreyim. Süleyman
malların arka tarafına geçmiş, dananın birinin boynundan kucaklamış, hem
bağırıyor, hem de var gücüyle dananın kafasını su tenekesinin içine sokmaya
çalışıyor. Garibime gitti, “ne oldu Süleyman, niçin tosunla kavga edip kafasını
çekiştiriyorsun” dediğimde, aldığım cevap karşısında, Süleyman’ın deli değil “veli”
olduğuna bir kez daha şahitlik ettim.
Dedi ki: “Su içmiyor
ama, ona su içirmeye çalışıyorum”. Ee hepsi içmek zorunda değil ki, bazıları
bir öğün içer, bir öğün içmeyebilir, hele hele kafasından bastırırsan, içecekse
bile hiç içmez. Çünkü o senin su içirmek istediğini bilmez, belki kesmeye
götüreceksin zanneder.
Önceki düşüncelerimden
utanmıştım. Zira sulama işini ona bırakınca, “ya bazılarını içirmeden atlarsa”
diye düşünmemiş değildim.
Aynı yerde çok
oyalanmazdı, yapılacak iş veya görevi bitince hızlıca oradan ayrılırdı. Daha Sela
verilmeden, kimseler duymadan en yakınındaki kişiye “falanca ölmüş hee” derdi. Araştırılınca
doğru çıkardı. Normalde kulakları çok ağır işitirdi. Bir lafı anlatmak için
kulağına olanca gücümüzle bağırmamız gerekirdi. Yine de tam anlatabildiğimize
emin olamazdık.
Bir gün yine ahırımıza
geldi ve rahmetli babacığıma dedi ki; “Çakııııır, oğlanın askerden gelmesine 15
gün kaldı dee mi…” Hayretler verici bir durum. Gerçekten rahmetli Mustafa
ağabeyimin askerliğinin bitmesine tamı tamına 15 gün vardı. Nereden, nasıl
bilebildiğini Rabbimden başka kimse bilemezdi.
Kulağının hiç duymamasına
rağmen, her cenaze merasimine ilk önce o gelirdi. Cenaze mezarlığa
uğurlanıncaya kadar, topluluktan ayrılmazdı. O esnada sessiz kalmaz, ilgili
ilgisiz birilerine havadisler anlatırdı. Bu havadislerin bazıları çok ciddi ve
gerçek olup düşündürürken; bazıları da mugallitçe olur, kahkaha ile güldürürdü.
Tabi kendisi de çok iyi gülerdi.
Bir gün çarşıdan
geliyorum. Süleyman kucağında 3-5 aylık bir beşik bebeği ile birlikte kıs kıs
gülerek gidiyor. “Süleyman bu bebek kimin, nereye götürüyorsun? Diye sorduğumda,
tebessümle karışık kıs-kıs gülerek geçip gitti. Bir anlam verememiştim.
Biraz daha eve doğru
yukarıya çıkınca, mesele kendiliğinden ortaya çıkmıştı. Zira mahallemizin
bebekli genç gelinlerinden birisi, feryad-ı figan: “bebeğim kayboldu, beşiğinden
bebeğimi kaçırmışlar” diye bağırıp mahalleyi ayağa kaldırmıştı.
Hemen müdahale ettim. Bebeğinin
kaçırılmadığını, Deli Süleyman’ın kucağında pazara doğru gittiğini söyledim. Bebeğin
götürülme sürecinde ağlamaması da ayrı bir derinlikti.
Aslında Süleyman’ımızın
mesajı oldukça açıktı: “Bir bebek, beşiğinden sökülüp götürülüyor ve annesinin
bundan haberi olmuyordu”. Bu süre içerisinde anne niye beşiğinden uzaklaşıyordu?
Ya bir köpek tarafından götürülse idi? Allah korusun… Götüren genç anneyi
sınayan ve imtihana çeken “Veli Süleyman” değil de, ya gerçek bir bebek hırsızı
olsaydı ne olacaktı? Süleyman bir süre sonra o bebeği geri getirecek ve anneye
söylenecekti. Ama gerçek hırsız veya köpek geri getirir miydi?
İnanın ilçemizde her
bir insanımızın benimkinden daha fazla, Veli Süleyman ile ilgili hatırası
vardır. Keşke herkes kendine ait olan kısmı anlatsa da, “Kocaman bir Veli
Süleyman Külliyesi” kitabı ortaya çıksa da, Süleyman’ımızı ölümsüzleştirebilsek…
Rahmetli Gerceli
Sülüman’ımız da bir tarafımda “Sülüman abi ben de varım, beni niye yazmıyorsun
diyor. İnşallah Gerceli, seni de yazacağım unutmadım…
Selam, sevgi ve
dualarımla… Allah’a (cc) emanet olunuz…
13 Temmuz 2016 Saat:
9.30. Antalya.
Yrd.Doç.Dr. Süleyman
COŞKUNER
Kaliteli Yaşam Uzmanı