YEĞENİM MERHUM “SAFA SALİH ERDEM” ANISINA

Altı kardeşten en küçüğümüz, göz nurumuz kız kardeşim Ayşe’nin ikinci oğluydu Safa’mız. 1997 yılında ilk okul ikinci sınıfa gidiyordu. Öyle bir hareketliydi ki, anlatılması mümkün değil. Bir gün merhum dayım Hacı Mehmet Ülkü’nün kızı Melahat ablama sülale ziyaretine gitmiştik. Safa her zamanki gibi hareketli halini göstermek istiyor gibiydi.

Çocuktu elbette koşacak, oynayacak ve hareket edecekti. İzlemesi de güzel oluyordu tabi. Ancak hareketlilik her zaman olumlu sonuçlanmıyordu. Koşarken mi, oynarken mi bilemedik, bir feryadı figan koptu. Yiğidimiz oğlak yemlik veya suluklarının birinin kenarındaki yırtılmış teneke parçasına gözünün hemen üstünü, alnını yırttırmıştı. Oluk gibi kan akıyordu.

Hemen hiç vakit kaybetmeden acile götürdük. Dikiş atılması gerekiyordu. Ellerini tutma görevini bana vermişti doktor. Ama zaptedebilmek ne mümkün, öyle bir güç kullanıyordu ki, daha doğrusu inanılmaz bir güce sahipti ki, koskocaman ben Safa’nın ellerini gerektiği gibi tutamadım ve doktordan azar işittim.

Yine günün birinde, ben Ankara’da Gazi Üniversitesinde Öğretim Üyesi iken, kardeşim Ayşe’den bir telefon gelir:

“Abi bizim Safa rahatsızlandı, Ankara’ya getireceğiz”. “Hayırdır bizim kız noldu?

“Kan değerlerinde bozukluk varmış, acilen Ankara’ya götürün dediler.”

Bir pazar akrabalarının düğünü vardır. Düğünde yine Safa’cığımız oynar zıplar, akşama kadar hareketli bir gün geçirir. Akşama doğru, yavrumuz “anne bende bir halsizlik var, kendimi yorgun ve kırgın hissediyorum “ der.

Kardeşim, Safa’nın vücudunu inceler ve kurşun kalemle yapılmış gibi siyah noktalar görür. Hiç vakit kaybetmeden pazartesi günü, Bucak Sigorta doktoruna götürür. Muayene eden doktor hemen devlet hastanesine sevk eder. Devlet hastanesi daha büyük bir yere götürün der. Salı günü Isparta devlet hastanesine götürülür. Isparta hekimleri de derhal Ankara’ya yetiştirin derler. Bunun üzerine kardeşim beni arar.

Ben durumun vehametinin henüz farkında değilim. O zamanlar Kızılay – Batıkent metrosu yeni açıldı. Yeğenime jest ve de zevk olsun diye ona bindirerek Batıkent’teki evimize götürdüm. Halbuki zavallı yavrumuzun ne zevkte ne de jestte gözü vardı. Oldukça yorgun ve bitkin bir hali vardı. Özenle hazırladığımız kahvaltı hiç ilgisini dahi çekmedi. Hiç vakit kaybetmeden dış kapı sigorta hastanesine götürdük. Hızlı bir muayeneden sonra, süratle Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesine sevk ettiler. Hastaneye yatırdılar ve binbir güçlükle topuğundan kan aldılar. Kanı bana verip grubunu ölçtürmemi istediler.

O gece 1997’nin sonu, 1998 in başı yılbaşı gecesiydi. Hiçbir yerde işlemimi yaptıramadım. Son çare kendi Üniversitemin Tıp Fakültesine gittim ve labaratuvarda işlemimi yaptırdım. Ancak sonuç inanılmazdı. “kan bize hiçbir şekilde grubunu belirtmiyor” dediler. Yani yavrumuzun kanı evsafını ve özelliğini öyle bir kaybetmiş ki, en gelişmiş cihazlar dahi kan grubunu tespit edemedi. Dolayısıyla verilecek kanı da tesbit edememiş olduk. Geriye dönüp baktığımda yavrumuz kendinden geçmiş, sessiz sedasız yatağında yatıyordu.

Hekimlerimiz, “zaten de kan verebilecek bir durumumuz da kalmadı” dediler.

Yanına bizi yaklaştırmıyorlardı. Ancak odanın kapısının küçük cam penceresinden bakabiliyorduk. Doktorlarımız çaresizdi. Ellerinden gelen her türlü çabayı göstermelerine rağmen, çaresizliklerine kahrediyorlardı. Yeğenim kan kanserinin en akut şekline yakalanmıştı. Doktorlarımız hayati fonksiyonlarının durduğunu ve makinaya bağlandığını söylediler. Hepsi hepsi, pazardan perşembeye dört günlük bir süreçti. Perşembe Cuma yavrumuzu kapının camından öylece seyredebildik.

Kızkardeşim, şu anda fen lisesi son sınıf öğrencisi Ahmet yeğenime altı aylık hamileydi. Onun yaşadığı üzüntü ve kaygının çok daha fazla bir önemi ve değeri vardı. Kardeşim o haliyle hastanenin koridorunda ölümle pençeleşen yavrumuzu bekledi. Daha doğrusu hep beraber bekledik. Doktorlar hiçbir gelişmenin olamayacağını, belirli bir süre sonra makinadan ayıracaklarını söylediler.

Kadere inanıp, metanetli ve güçlü olmaktan, Rabbimize dua etmekten başka çaremiz yoktu. Ankara’ya bana çok kan kanseri hasta gelmişti. Dört ay, 2 yıl, 6 yıl yaşayanları görmüştüm. Hatta 10 yaşından sonra iyileşip otuz yaşına merdiven dayayan (Mustafa ATAKLI) yiğidimizi görmüştüm. (Rabbim Kıymetli arkadaşım İbrahim ATAKLI’nın oğlu olan Mustafa’ya sağlıklı, sıhhatli nice uzun yıllar nasip etsin inşallah). Ama ne kader ki, bizim yiğidimizin sevimsiz hastalığı, çok daha fazla akutmuş. Teşhis ile son arasındaki zaman dilimi, bir haftayı bile bulmamıştı.

Eniştem esnaf olduğu için, Bucak esnaf odalarının cenaze nakil aracını çağırdık. Mübarek Cuma günü son nefesini veren yeğenimiz Safa’mızı büyük bir acı içerisinde İlçemize getirdik ve Hacısarılar Mezarlığımıza, gerçek sahibimize emanet ettik. Nur gölünde yat sevgili yeğenim, kabrin pür-ü nur, makamın Cennet olsun inşallah.

Evlatta cimrilik yapmayalım, üçü iki, ikiyi tek, teki de yok sayalım. “Ayağa değmedik taş, başa gelmedik iş olmaz” demiş atalarımız. Geçim kaygısıyla çocuklarını tek de bırakanlar, Allah korusun günün birinde onun da başına bir iş gelirse, evlatsız kalacaklarını unutmamalıdırlar.

Rabbim cümlemize evlat acısı göstermesin inşallah.

Safa’mız başta olmak üzere, ağabeyim Mustafa, Anam, Babam ve tüm geçmişlerimize Rabbim gani gani Rahmetler eylesin.

Selam, sevgi ve dualarımla. Allah’a (cc) emanet olunuz.

12 Temmuz 2016 Saat: 14.30 Antalya

Yrd.Doç.Dr. Süleyman COŞKUNER

 

( Yeğenim Merhum Safa Salih Erdem Anısına başlıklı yazı S. COŞKUNER tarafından 12.07.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.