Bilenler bilir, bilmeyenlere de ben söyleyeyim. Ünleriyle ünlü üç ünlü yazarımız Sami Emekli, Bedri Kibar ve Kamil Oğuz Mangırcıklıoğlu, birer meyvede birer mikrogram vitamin iken birer baba tarafından birer anneye ikram edildikten sonra geçen dokuz ay on günün hemen akabinde bırakıldıkları cami avlusunda buluştukları günden beri arkadaştırlar. Bana inanmıyorsanız Sami Biberoğulları hoca ile Bedri Tokul komutana sorun isterseniz. İnanmasanız da, ben bu üç muhteremin cami avlusunda bulunmalarına müteakip yaşadıkları acıklı çocukluk trajedisini yazmak istiyorum. Tabii ki, izniniz olursa; izniniz olmazsa haber verin, yazmayayım…

Bazı çocukların hayatı hayat değildi. Cami avlusunda bulunup yetiştirme yurdunda yetiştirilen bu üç çocuğun hayatları da hayat değildi. “Tüküreyim ben bu hayatın içine!” lafını, hayatları hayat olmayan bu üç çocuk icad edip literatüre geçirmişlerdi. Laf olsun, torba dolsun; değil hayatın içine tükürmeye, yere tükürmeye tükürükleri bile olmayan bu üç çocuğun tükürükleri olsa su niyetine yutkunurlardı;  çünkü su aslanın ağzındaydı, alıp içmek her babayiğidin harcı değildi. Onlar da babayiğit değildi zaten, mini minnacık birer korkaktılar.

Bu üç korkak, büyüyünce dünyaya gelmelerine sebep olduktan sonra sahip çıkmayan babalarını bulduklarında, onlara verecekleri cezaları kurgulayarak büyüdüler.

Üç, dört yaşlarındayken verecekleri cezalar oldukça hafif sayılırdı.

Sami Emekli, “babamı bulunca odanın lambasını söndürücem. Karanlıkta otusun da görsün gününü,” diyordu.  

Ötekiler de “babamı bulunca, arkasından ‘bööö!’ yapacam,” diyerek; ya da,

“Babamı bulunca, cadı teyzeye söyleycem, onu süpürgesiyle dövcek,” diyerek onu destekliyorlardı.

Biraz büyüyüp de altı, yedi yaşına geldiklerinde verecekleri cezalar da büyüdü.

“Babamı bulunca, ç..ünden tavana asacağım.”

“Babamı bulunca, baltayla ç..ünü keseceğim.”.

“Babamı bulunca, ç..ünden bir ağaca bağlayıp eşek sudan gelinceye kadar koşturacağım.”

Vermeyi planladıkları bu ağır cezalar her üçünde de vicdan azabı yaratmaya başladı. Babaları onlara her ne kadar kötülük yapmış olsa da, onlar onlara, onların onlara yaptığı gibi kötülük yapamazlardı. Böylece kinleri pörsüdü gitti. Yerini babaya özlem aldı.

Sonra biraz daha büyüyüp içlerindeki babasızlık kompleksi de büyüyünce, birbirleriyle olmayan babalarını konuşur oldular.

Sami Emekli, hasetliğinden mi, nedendir, çalım ata ata, “benim babam var ya, benim babam,” deyip duruyordu. “Benim babam hepinizin babasından daha kuvvetliymiş. Herkesi dövermiş.”

Bedri Kibar, ondan aşağı kalacak değil ya, o da,  “pışşşt, hadi ordan yalancı sen de! Benim babam, senin babandan daha kuvvetliymiş bi kerem! Benim babam mahallenin delisiymiş…” diyerek onunla sidik yarışına giriyordu.

Kamil Oğuz, hemen horoz gibi atılıp, “Pıştmış! Sen onu haltetmişsin! Asıl yalancı senin gibisine derler. Benim babam ikinizin babasını da dövermiş, bikez bilem dayak yememiş benim babam, hep dövermiş. Annadınız mıııı?” diyerek baba dalaşına katılıyordu.

Bu itişme öyle bir hal alıyordu ki, sonunda, Sami Emekli, “benim babam senin babanı döver!” deyip Bedri Kibar’ın yüzüne bir tokat aşkkediyor, ondan aşağı kalmamak için Kamil Oğuz da Bedri Kibar’ın öteki yanağına tokatı çakıp, “asıl benim babam senin babanı döver!” diyordu. Bedri Kibar ise, “vurun! Vurun! Allah baba vurmuş, bi de siz vurun! Arkadaşın vurduğu yerde gül biter,” diyerek kibarlık taslıyordu.

 Üç arkadaş ne zaman bir araya gelse babaları üzerine konuşuyordu. Bazen babalarını yerip, babalarına kinleniyorlar; bazen de baba özlemi baskın gelince ideal bir baba hayal ederek ona toz kondurmuyorlardı.

Anasızlık, babasızlık, eziklik duydukça, “tüküreyim ben bu hayatın içine!” diye nankörlük etseler de, yetiştirme yurdunda yetiştirilerek, hayat olmayan hayattan yırtmışlardı da farkında değillerdi.  Kaloriferle ısıtılan yatakhaneleri, üç öğün üçer çeşit yemekleri, içecekleri, giyecekleri hep beleşe geliyordu. Üstelik, yetiştirme yurdunda geçirilen yıllar içinde beleşçiliğe öyle alışmışlardı ki, on sekizine girip sokağa salınıvermekten de ödleri patlıyordu.

Sonra bir gün, kargalar, Sami Emekli’ye, babasının Kağızman eşrafından Eşref Kağızmanlı olduğunu haber verdi. Haberi alır almaz yurttan kaçtı, vakit kaybetmeden Kağızman’a gitti. Gitti ama, babasını bulamadı. Babasını bulamadı ama, babasının onu cami avlusuna niçin bıraktığını bilen birini buldu.

Ona, “babam beni cami avlusuna niçin bıraktı?” diye sordu.

Babasının onu cami avlusuna niçin bıraktığını bilen adam, bildiklerini birer birer anlattı ona. “Siz, sekiz kardeşsiniz, hepiniz de erkeksiniz. Baban, kız çocuğu olmasını çok istiyordu. İlk çocuk oğlan olunca çok bozuldu. Bütün umudunu ikinci çocuğunun kız olmasına bağladı. Artık şanssızlığından mı, nedense ikinci doğumda ikiz oğlanları oldu. Günlerce yas tuttu bu yüzden. Daha gençsin, üzülme, kızın da olur nasıl olsa, diyerek zor teselli ettik. Karısı üçüncü defa hamile kalınca, üst üste üç doğumda da oğlan doğurmaz ya bu kadın, bu kız olur nasılsa, diyerek epey bir ümitlendi, ama üçüncü doğumdan da ikiz oğlanları oldu. Öte yandan üçüncü doğumdan sonra, artık karısının kız doğurma yeteneği olmadığına hükmederek onu boşadı, başka bir kadınla evlendi. Evlenmesine evlendi ama, evlendiği kadın da oğlan doğurdu, hem de üçüz… Üstüste sekiz oğlan çocuğu babası olmaktan dolayı kara kara düşünmeye başladı. Ne yapıp edip onlardan kurtulmanın çaresini araştırmaya başladı. Buldu da! Sekiz çocuğun her birini bir başka caminin avlusuna bıraktı. Yeni karısını da bıraktı, kaçtı, gitti. O günden beri bir haber alınamadı kendisinden.”

Babasının onu cami avlusuna niçin bıraktığını bilen adama, “iyi de, ben bu sekiz veledden hangisiyim?” diye sordu.

Babasının onu cami avlusuna niçin bıraktığını bilen adam, “Yavu sen Kamil Oğuz Mangırcıklıoğlu’nun yazdığı gibi safın tekiymişin hakketen. Len kardeşim, sekiz veledden hangisi olduğunu ne bilim ben len, saftorik!” diye söylenerek gülmeye başladı.

Sami Emekli, bozularak, “ben de babamı bulunca ona sorarım madem,” diyerek somurtmaya başladı.

Babasının onu cami avlusuna niçin bıraktığını bilen adam, “babanı bulmak istiyorsan, anana sor,” dedi Sami Emekli’ye; “analar her şeyi bilir.”

“Anama mı? Benim anam yok ki…”

“Olmaz olur mu? Var elbette!  Senin annen… Senin annen bir melekti yavrum...”

“Bana biraz annemi anlatır mısın amcacığım?”

“Anlatamam yavrum, onu hiç tanımıyorum!”

“Tanımıyorsanız niye ‘bir melekti’ dediniz?”

“Dedim, çünkü annelerin hepsi bir melektir yavrum…”

“Melek yüzlü annem benim… Onu nerede bulabilirim amcacığım, biliyor musunuz?”

“Ananı bulmak istiyorsan, babana sor. Babalar her şeyi bilir.”

“Çok yardımcı oldunuz bana, teşekkür ederim.”

Sami Emekli anasını da, babasını da bulamadı, ama onu cami avlusunda bulan cami imamını buldu. Ona, “Ben on altı sene önce bu caminin bahçesinde bulduğunuz bebeği arıyorum hocam,” dedi.

Onu cami avlusunda bulan cami imamı, onu sanki tanır gibi oldu. “Adın ne senin bakiim?” diye sordu.

“Sami, hocam…”

Onu cami avlusunda bulan cami imamı, onu o an hatırladı. “Sen…” dedi, “Sen… O bebek sensin evladım.”

Sami Emekli, büyük bir şok geçirmeyer başladı. “Allah’ım, Allah’ım. Ne bir vefa gördüm, ne sefa sürdüm, mekansız baykuşum, yok benim yurdum, arayı arayı ben deli oldum, bula bula bir kendi izimi buldum…”

Onu cami avlusunda bulan cami imamı, ona şok geçirtmeyi sürdürerek, “Bir kendin değildin. İki de üçüzün vardı yanında,” diye ekledi.

“Yapma ya…”

“Öyle valla… Du bakiim, adları neydi onların? Hah! Hatırladım. Birinin Bedri idi, diğerinin Kamil Oğuz!”

*

Sami Emekli, bu büyük müjdeyi verebilmek için yetiştirme yurduna koşturdu hemen.

Bir koşu vardığı yurtta onu kardeşleri, “Babanı bulabildin mi?” diye karşıladılar.

“Babamızı bulamadım, ama sizi buldum kardeşlerim.”

“Biz burdayız zaten, bir yere gittiğimiz yoktu.”

“Babamızı diyorum… Kardeşlerim diyorum… Anlasanıza ulan! Biz aynı anadan babadan peydahlanmışız. Üçüzmüşüz yani…”

Bedri Kibar da, Kamil Oğuz da onun her zaman ki gibi saçmaladığını düşündüler. Bunun için de hemen, “Saçmalama be olum!” ddiler.

“Ekmek musaf çarpsın doğru söylüyorum!” diye yemin edince çaresiz inandılar ona.

Kamil Oğuz bu haberin doğru olmaması için üç külhuvalla, bir elham okuyup başladı duaya. “Yarabbim, beni ha Drakula ile kardeş yapmışsın, ha bu oğlanla! Ne günah işledim de bana böyle bişeyi reva gördün? Bu acı gerçekle yaşayamam ben, canımı al da kurtar beni!”

Bedri Kibar bile bu gerçek karşısında tüm kibarlığını unutup kabalaşıverdi. “Üçüz olsaydık bizim de senin gibi tipsizin teki olmamız gerekmez miydi, be Samiciğim?”

Sami Emekli, kardeşlerinin onu dışlama çabalarına çok üzüldü. “Yazıklar olsun! İkiniz de babamıza çekmişsiniz. Tıpkı onun gibi, beni siz de cami önüne terk ediyorsunuz!”

Onun bu haline pek acıyan kardeşleri şefkatle kucakladılar onu, “üzülme kardeşim, Allah herkesi bizim gibi yakışıklı yaratacak değil ya, arada senin gibi ibretliklerin de olması gerekir,” diye teselli ettiler.

Üç ergen yetim nihayet sükunete kavuştuğunda, Sami Emekli, “Babamızın bizi cami avlusuna niçin attığını da öğrendim,” diye atıldı.

“Niçin atmış?”

“Oğlan olduğumuz için…”

Bedri Kibar, bir insanın, babası da olsa, böyle bir ayırımcılık yapmasını kabullenemedi. “Oğlan, kız, evlat ayırdedilir mi? Ne kadar ayıp! Babamı şiddetle kınıyorum,” diyerek babasını kınadı.

Kamil Oğuz, her zaman olduğu gibi, zekice bir laf ederek kardeşini destekledi. “Kadın, erkek farkı yoktur. İnsanlar kadın ve erkek olarak bütünlenir, ayrı olamazlar.”

Sami Emekli, sinirlenip sesini yükseltti hemen: “Allah korusun! Kadın kadındır, erkek erkektir… Herkes haddini bilmelidir. Sapına kadar erkeğim ben, evvelalla! Kadınla aynı olmak gibi bir niyetim yok benim. Sen, madem fark yok diyorsun, anamız seni kız olarak doğuraymış keşke…”

Kamil Oğuz, kardeşinin kalın kafasının alacağı biçimde meramını anlatmaya çalıştı. “Ben, kadın erkek farkı yoktur derken, Cumhuriyetle yönetilen memleketimizde kadınla erkek eşit şartlara sahip vatandaşlardır, demek istedim.”

Sami Emekli, onunla itişmeden rahat edemezdi ki! “Aralarında hiç mi fark yok?” diye sordu.

“Yok.”

“Yoksa madem, kadınlar dansözlük yaparken, erkekler niye yapmıyor?”

“Sen kafayı mı yedin olum? Erkek adam dansöz gibi kıvırtır mı?”

“Madem kadınla eşitler, onlar da kıvırtsınlar?”

“O kadarcık bir fark var tabii…”

“Madem, niye kadın haklarını koruma derneği, hayvanları koruma derneği filan var da, erkek haklarını koruma derneği yok?” Sorduğu soruyu da kendi aklınca, kendi cevapladı hemen. “Çünkü erkek üstündür, korunmaya muhtaç değildir… Erkekler akşam oldu mu sokağa çıkıp gezip tozarken, sen bitane kadının tek başına çıkıp dolaşabildiğini görüyor musun? Neden dolaşamıyorlar?”

“Kadının kadın olarak, erkeğin de erkek olarak, ayrı ayrı şartları var tabii...”

Kibar Bedri, onların bu it dalaşına kibarca müdahale ederek, “İster kadın, ister erkek olalım, kendi kendimizden memnunsak, şanslıyız demektir,” dedi. “Hem bırakın şu itişmeyi de, babamız oğlan olduğumuz için hepimizi birden niye cami avlusuna atmış, anlat bi!”

Sami Emekli öğrendiklerini onlara da anlattı. “Oralarda, erkek evladın mı var, derdin var, diyorlar. Büyütmek, iş güç sahibi etmek, evermek, hepsi ayrı ayrı masraf kapısı olduğundan hiç kimse oğlu olsun istemiyormuş. Oysa kız çocuğu öylemi ya? Okutup adam etmek diye bir dertleri yok. Büyütürken evin hizmetçisi, büyüdükten sonra da çuval dolusu başlık parası... Bizim babamız da kızı olsun ki, kocaya verip başlık parasıyla zengin olmak için istermiş kızı olsun diye…”

 

( Babamı Bulunca… başlıklı yazı AliKemal tarafından 22.06.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.